9 Kasım 2011 Çarşamba

Türk Sinemasının Seyirci Algılayışı Açısından Görünümü (Mektepli-Alaylı)


Türk Sinemasında dizgesel bir yapıyla karşılaşamıyoruz. Kimi bazı dönem ve akımlar; içinde bulundukları toplumsal, kültürel, ve ekonomik yapıyı kavramaya çalışan yapıtlar vermiş ancak yine de yalnızca bireysel çabalarıyla kalmışlardır.
 
 
Bu yazı 1498 defa okunmuştur.
Sinema sanatı üzerine çok sayıda araştırma yapılmış ve üzerinde çok konuşulmuştur. Bu araştırmalarda değişik kuramsal yaklaşımlar uygulanmış ve her birinde sinemanın belli başlı bir yönü üzerinde durulmuştur. Dilbilimsel ve göstergebilimsel yaklaşımla sinemanın bir dil olduğunun ve onun da bir dizgesi olduğunun altı çizilmiş, ‘auter’ kuramı gibi kuramlarla sinema sanatçısının yaratım edimi irdelenmiş, eleştirel kuramlar ile de sinema sanatının beyazperdeye yansıyan dünyasının farklı alanlardan devşirilen düşüncelerinin ışığı aracılığıyla mercek altına alınmıştır. Ne var ki sinema gibi geniş kitlelere ulaşan bir sanat dalının seyircisi pek bir göz ardı edilmiştir. Oysa seyircinin yapısının incelenmesi, onun anketlerle ve bunlardan gelecek sonuçlarla disiplinler arası bir araştırmayla irdelenmesi sinemaya yeni bir bakış açısı getirebilecektir.
İster Fuat Uzkınay’ın 1914’teki ‘Rus Abidesinin Yıkılışı’ isterse de Manaki Kardeşlerin çalışmaları başlangıç olarak kabul edilsin, Türk Sineması 60’lı yıllarda ortaya çıkan Sinemacılar Kuşağı’na kadar bir ülke sineması görünümü verememiştir. Burada sözü edilmek istenen yapılan özverili kimi çabaları alışılagelmiş bir küçümseme ile reddetmek değil tersine bunun nedenlerini irdelemeye çalışmak ve neden bir Türk Sineması olgusundan söz edemediğimizin yanıtını bulabilmektir.
Bilindiği gibi sinema, bulunuşundan çok da uzun süre geçmeden Osmanlı İmparatorluğu döneminde sarayda ve sonraları Beyoğlu’nda az da olsa bir seyirci kitlesiyle buluşabildi. Bu yeni araç başlangıçta hareketli görüntüleri beyazperde üzerinde yeniden canlandırıyordu. O dönemde bu sıradışı bir olaydı ama yine de teknik bir buluş olarak değerlendiriliyordu. Bu buluşu gerçekleştirenler için de durum farklı değildi. Lumiere Kardeşler de bu buluşu dünyanın dört bir yanına gönderdikleri yardımcıları aracılığıyla hem dünyaya tanıttılar hem de gittikleri yerlerde kameralarıyla ilk belgesellerin örneklerini verdiler. Sonrasında da diğer sanat dallarına oranla çok hızlı bir biçimde gelişen buluşları, bir anlatım aracı durumuna gelerek bir sanat biçimini aldı.
Osmanlı İmparatorluğu’nda da bu araç, ordu aracılığıyla bir gelişme sürecine girdi. Birçok yenilikte olduğu gibi sinema da ilk önce girişimci bir asteğmen olan Fuat Uzkınay’ın Sigmund Weinberg ile olan işbirliği aracılığıyla orduda geliştirilmiştir. Sonraları gerçekleştirilen filmler genellikle bireysel girişimler sonucu olmuş ancak kuramsal çalışmalarda dünyanın diğer yerlerindeki ivme yakalanamamıştır. Sinemanın bir sanat aracı olarak görülüp üzerinde konuşulması, 60’lı yıllarda olmuştur. Bunun nedeni, sinemayı kendine ek bir uğraş gibi gören ve doğrudan ilgisi olamayan insanların (istemeyerek de olsa) sinemaya girmiş olmalarıdır. Kuşkusuz bunların sinemaya etkisi tamamıyla olumsuz yönde olmamış ancak kendi anlatım biçimini oluşturmasında sinemamıza çok zaman kaybına neden olmuş, etkisini de uzun yıllar sürdürmüştür. Böylesi bir geleneğin aşılması kolay olmamış yeni bir soluk getirecek çalışmaların bu geleneğin içinde yer bulması zaman almıştır. Bu olguyu bir örnekle açıklamak için 17. Yüzyıl Osmanlı İmparatorluğu’ndaki gelişme çabalarına bakmak yerinde olacaktır. Orduda yapılmaya çalışılan Batılı ordularda görülen yeniliklerin benzeri uygulamaların geleneksel yapıda kabullenilmesi kolay olmamıştır. Nizam-ı Cedit olarak bilinen bu orduya ilk karşı çıkanlar Yeniçeriler olmuş; pusula, cetvel gibi araçlarla savaşa gidilmesinin mantığı anlaşılamamıştır. Aynı dönemde askeri okullarda yetişen subaylar ‘mektepli’, diğerleri ‘alaylı’ diye nitelendirilmiş ve belki de hemen birçok yenilikte olduğu gibi yeniliğe karşı bir direniş ile karşılaşılmıştır. Sanat alanında da durum pek farklı olmamış, aynı türden ayrımlamam ile birbirini küçümser eğilimi görülmüştür. Yapılan çalışmalarda gerçek anlamda bir dizge arayışı hep göz ardı edilmiştir.
Türk Sinemasının hangi dönemine bakarsak bakalım, dizgesel bir yapıyla karşılaşamıyoruz. Kimi bazı dönem ve akımlar; içinde bulundukları toplumsal, kültürel, ve ekonomik yapıyı kavramaya çalışan yapıtlar vermiş ancak yine de az sayıda insan bu dönem içinde yalnızca bireysel çabalarıyla kalmışlardır. Dönem dönem ortaya tartışmalar biçiminde yansıyan bu yapıtlar dünya sinemalarında örneklerini gördüğümüz ‘Yeni Dalga’, ‘Yeni Gerçekçilik’ gibi bir akım biçimini alamamıştır. Bunun en önemli nedenleri arasında sinemacıların birbirleriyle girdikleri kısır çekişme ortamı sayılabilir. Tartışmalar ve karşılıklı çekişmeler ne yazık ki olumlu adımlar atılmasına biçimsel ya da içeriksel yeni oluşumların çıkmasına ön ayak olamamıştır. Bazı kuramsal çalışmaların yapıldığı dönemlerde bile tam anlamıyla bunlardan yararlanılamamış, böylece içsel sorunlarıyla baş edemezken bir de teknolojik yeniliklerle karşı karşıya gelindiğinde vay o zaman Türk Sinemasının haline! Televizyondu videoydu derken seyircisini de yitiren sinemamız çıkış yolunu her türden sömürünün baş gösterdiği bir döneme girmiştir. Genel anlamda düşündüğümüzde birbirinin aynı izlekler, aynı mekan ve oyuncularla melodramdan arabeske, vurdulu-kırdılı maceralardan seks filmlerine neredeyse büyük bir seyirci kitlesinin yitirilmesi için her yol denenmiştir.
Türk Sinemasının bu durumu, birçok yazar ve düşünür tarafından tespit edilmiştir. Yine bazı yazar-düşünürün söylediklerinin aksine seyirci, Türk Sinemasını hiçbir dönemde boşlamış değildir. Bunun örneklerini televizyonlarda defalarca yayınlanan Türk filmlerinin izlenme oranlarına bakmakla görebiliriz. Yine aynı biçimde son dönem Türk filmlerinde rekor sayıda seyirciyi görebiliyoruz. “Eşkıya”, “Vizontele” gibi filmlerle seyirci salonlara çekilebilmekte. Bir filmin seyirciyle buluşması kuşkusuz sinemacı için önemli bir kıstas. Ancak kanımızca bunu ne pahasına olursa olsun yapmak da yine o derecede sinemamıza yeterli ilgiyi çekmede istenen etkiyi sağlamayacaktır. Kısaca söylemek gerekirse, dikkatlerden kaçtığını düşündüğümüz bir konu, yaşanan dünyanın gerçekliğe uygun bir yaklaşımla beyazperdede canlandırılamaması konusudur. Yıllarca gerçeklikten kopuk, yapay ortamlarda bazen karikatürize edilmiş oyuncu tiplerinde bu olgu karşımıza çıkıyor. Ne yazık ki böylesi bir gelenek, ne sinemamızın doğru adımlarla ilerlemesini sağlamış ne de bu türden filmlerle sağlıklı bir Türk Sinemasının temellerinin atılabilmesini olanaklı kılmıştır. Sakın yanlış anlaşılmasın, bu söylenenlerle topluca bir sinemanın kötülenerek göz ardı edilmesi değildir amaçlanan. Kuşkusuz sayıları azımsanmayacak bir yönetmenler topluluğu aracılığıyla (bireysel de olsa) üslup denemeleri hep umut kaynağı olmuş ve olagelmektedir.
İlgilendiğimiz konu açısından burada tek tek neler yapıldığı değil, bir ülke sineması adına neler yapılabileceğinin yanıtını aramak olmalıdır. Kanımızca Türk Sinemasının gişelerde seyirci rekorları kıran filmlerde teknik açıdan bir gelişmeden söz edilebilse de sinemasal anlatım açısından yenilikten söz edebilmek doğru gibi gelmiyor. Örnek verecek olursak, “Eşkıya”, “Vizontele” gibi pahalı bir biçimde üretilen filmlerde sinemasal bir dilin ağırlığından çok, zaten televizyonlar aracılığıyla haklı bir başarıyı elde etmiş oyuncuların etkisi daha bir ön planda bulunmaktadır. Yine bu filmlerin yanında ülkemizde olmasa da katıldığı festivallerde aldığı ödüllerle bir seyirci topluluğu yaratmış olan Nuri Bilge Ceylan filmleri bulunmaktadır. Oldukça kısıtlı bir bütçe, tamamen amatör oyuncular ve mütevazı filmler. Ancak bu filmler içerdikleri anlatım sayesinde nefes alıyor gibiler. Yaşanmışlık duygusunu seyirciye ‘ekonomik’ anlatımıyla duyumsatabiliyor. Buna karşın seyirciyle buluşamıyor!
Tam da bu noktada günümüz Türk Sinemasının geleceği ile ilgili tartışmanın odağında seyircinin Türk filmlerine ilgisizliği oturuyor. Türk filmlerine diyoruz çünkü diğer büyük Hollywood yapımları salonlarda yerlerini alıyor ve pekala seyirci bulabiliyor. Öyleyse sorun nerede? Dokuz Eylül Üniversitesi Sinema-Televizyon Bölüm Başkanı hocam Oğuz Adanır’a göre seyirciyi suçlayan yaklaşımlara bir an önce son verilmelidir. Kendisi olayı şu biçimde özetlemektedir: “...Türkiye’de bütün yönetmenler –bir iki istisna hariç- ‘dahi’, seyirciler ise (onların filmlerini izlemeye gidenler hariç) düzeysiz ve ne istediğini bilmeyen avanaklar ordusudur. Bir an önce son verilmesi gereken zihniyet varsa işte bu yanlış zihniyettir” demektedir (Adanır, 1996: 6). Gerçekten de her türden küçümsemeden uzakta neler yapılabilirin değerlendirilmesi için öncelikle “...sinemanın bir araç değil bir amaç olarak görülmesi” gerekmektedir.
Bu sanat dalı için emek veren insanlar emeklerini yapıcı doğrultuda yeni bir zihniyetin oluşturulması uğrunda vermelidirler. Seyirci günümüzde eskiden olduğu gibi filmler konusunda hiç de seçeneksiz değildir. Dolayısıyla seyirci kendisinden birşeyler görmeyi ve bunlara da inandırılmayı istemektedir. Bunu yapabilmek için de önceden sözünü ettiğimiz yanlışlara düşmeden, hep birlikte düşünmeli ve çıkış yolları aranmalıdır. Kuramsal çalışmalar, gerek sinema okullarında gerekse de festivaller gibi ilginin tamamen yaratıcılık üzerinde oluştuğu etkinliklerde tartışmalar düzenleyerek yapılmalıdır. Sinema çevrelerinin göz ardı edilen Türk Sinemasının kuramsal altyapısını birlikte oluşturmak için çalışılması gerekmektedir. Sorulacak sorular arasında; Türk Sinemasının atmosfer yaratamamasının nedenleri, değişen seyirci yapısının incelenmesi gibi öncelikli konular gelmelidir. Sinema diğer sanat dallarına oranla hayatın beyazperdede yeniden sunumunu en dolaysız biçimde gerçekleştirebilen sanat dalıdır. Onu daha bir hayatın içine çekebilmenin yolları aranmalıdır. Çünkü sinema bu anlamda hayatın kendisidir.
(Bahçeşehir Üniversitesi İletişim Fakültesi tarafından 1-3 Temmuz 2002 tarihleri arasında düzenlenen “Türk Film Araştırmalarında Yeni Yönelimler IV” konulu konferansta sunulan bildiriden alınmıştır).
KAYNAKÇA
DİNÇER, S.M. (der.), Türk Sineması Üzerine Düşünceler, Doruk Yayımcılık, 1996, Ankara.
BERKES, N., Türkiye’de Çağdaşlaşma, Doğu Batı Yayınları, 1979, İstanbul

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder