28 Temmuz 2011 Perşembe

Ve ..

Ve yine bir bulut var havada..
Hüzün yağmurları serpiyor üstümüze..
Her yer karanlık her şey boşta..
Ve biz..Çıkmazlardayız yine..

Birbiri İçinde Bir

‎...
Ve isimler birbiri içinde görünür.
Ve talepler aslında birbirine bakar.
Ve unvanlar birbirlerini tanıtır.
Ve umulmadık hadiseler birbirine benzer.
Ve sadece hak edenler birbirine yardım edip birbirlerini tamamlar.
...
Sen de dikkat etsen , görebilirsin

Ve Bir Düşünür Demiş ki :

İnsanlar tecrübeleri oranında değil tecrübelerinden aldıkları dersler oranında olgundurlar

27 Temmuz 2011 Çarşamba

Biraz Değişiklik İyidir

Belleği güçlü tutmanın pek çok püf noktası, uyulması gereken çok sayıda kuralı var. Harvard Tıp Okulu öğretim üyesi Dr. Aoron P. Nelson zinde bir beyne sahip olmanın temel kurallarını şöyle sıralıyor:

İyi ve kaliteli uyku uyuyun. Kaliteli uyku beynin yeni öğrenilenleri pekiştirmesini sağlar.
Öğrenilmiş bilgilerin pekiştirilmesinin uzun süreli belleğin en önemli desteği olduğu biliniyor.
Stresinizi iyi yönetin. Ölçülü ve kontrollü stres dikkati yoğunlaştırmakta, odaklanmayı arttırmaktadır. Kontrolsüz, uzun süreli ve aşırı stres ise dikkati sürdürme kapasitesini yok etmekte, unutkanlığı tetiklemekte, kortizol hormonunu yükselterek beynin bellek için önemli bölümlerinde hasar geliştirmektedir.

YENİ ŞEYLER ÖĞRENİN

Yeni şeyler öğrenmeye devam edin. Her yeni bilgi ve beceri birer bellek egzersizidir.
Yeni sporlar, hobiler, araştırma alanları, heyecanlı ve zevkli problemler, ezberlenen yeni şiirler ve yeni diller beyniniz için en güçlü vitaminlerdir.
Tembelliği bırakın. Zihinsel faaliyetlerinizi sınırlamayın. Özellikle televizyon seyretmek gibi pasif faaliyetleri azaltın.
Her gün egzersiz yapın. Günde 30-45 dakika, haftada en az 4 gün yürümeye çalışın. Özellikle yürümenin beyin sağlığı ve yeniden yapılanma sürecini olumlu yönde etkilediğini gösteren çok sayıda kanıt var.

HAYATA TUTUNUN 

Hayata bağlı kalın. Hayatınıza önem katan bağları sıkılaştırın.
İyi sosyal ilişkileri olan yaşlılarda bellek fonksiyonları bozulmuyor. Sosyal ilişkiler bir taraftan zihinsel egzersizleri yoğunlaştırıyor, diğer taraftan çeşitli olayların ruhsal travmalarını hafifletmeye yardımcı oluyor

İnsanlarda Sürü Psikolojisi


İngiliz araştırmacılar yaptıkları araştırmalar sonrasında insanların koyun sürülerinden aslında hiç de farkı olmadığını ortaya koymuşlar. Leeds Üniversitesi’nden bilim adamlarının yaptıkları açıklama şöyle:
Büyük bir salonda 200 kişilik kobay grubunu gelişigüzel yürüttük. 10 kobaya diğerlerini bilmeden yön değiştirme emri verdik. 190 kişi 10 kişinin peşinden gitmeye başladı. Hem de lider kobayı izlediklerinin farkında bile değillerdi. Kalabalık bir grup halinde olunması durumunda insanların koyun ya da göçmen kuş sürüleriyle arasında hiçbir fark yok.

Butîmar

Pers mitolojisinde efsanevi bir kuştur Butîmar.
Sıvı ihtiyacını deniz suyu ile karşılar.
Denizi o kadar çok sever ki, deniz kıyısına konar, kanatlarını açar ve tek başına oturur denizi seyreder.
Denizin bir gün kuruyacağından korkar ve bu korku yüzünden hiç su içmez. En sonunda da susuzluktan ölür ...

Fark :/

Şimdi ortada tek bir sorun var : ''Farklı olmak '' !

Albatros

 Albatroslar açık denizlerde ve okyanuslarda yaşarlar. Kanatları hariç albatrosların vücutları beyazdır. Pek az gri ve kahverengi olanları vardır. Hayatlarının çoğunu açık denizlerde saatlerce avlanmakla geçirirler.Kanatlarını rüzgara karşı tamamen açarak havada durmak albatrosun uçması için yeterlidir. Kuş bunu kanatlarını olabildiğince geniş açarak gerçekleştirir ve bu esnada kuşun kanatlarının genişliği 3.5 metreye ulaşır ki bu, kuşlar arasında en geniş kanat uzunluğudur. Albatrosların kanat kemiklerinde kanatlarını açık pozisyonda tutmaya yarayan bir çeşit kilit sistemi vardır. Böylece günlerce, haftalarca hatta aylarca en az düzeyde enerji kullanarak hiç durmadan uçabilirler. Albatros yukarıya doğru yükselen dalgaları ve rüzgarı kullanarak, onların yönünde ilerler ve rüzgarın içinden zigzaglar çizerek bir dalganın tepesinden diğerine geçer. Bu şekilde albatros tek bir kanat bile çırpmadan saatlerce su üstünde uçabilir. Albatroslar açık deniz kuşları olup suda uyur ve beslenirler. Ancak yumurtlamak ve kuluçkaya yatmak için karaya çıkarlar. Eşler birbirlerine son derece saygılı ve centilmendir. Saatlerce birbirlerine sevgi gösterilerinde bulunurlar. Dişi albatros senede bir tek beyaz yumurta yumurtlar. Eşler nöbetleşerek kuluçkaya yatarlar. Eşlerden birisi denizde iken diğeri yumurtanın üzerinde bir hafta kadar oturabilir. 80 günlük kuluçka devresinden sonra çıkan yavruyu 8-9 ay sindirilmiş besinleri gagasına kusarak itina ile beslerler...Ayrıca Albatroslar kuşların ve hayvanların içinde en uzun yaşayanlarından biridir. Bazı albatrosların 85 sene yaşadığı görülmüştür.

26 Temmuz 2011 Salı

Semaver

  Ali nihayet iş bulmuştu. Bir haftadır fabrikaya gidiyordu. Annesi de bu işe çok sevinmişti. Bugün de annesinin seslenmesi üzerine kalktı. Yataktan yemek odasına kucak kucağa geçtiler. Odanın içini kızarmış ekmek kokusu doldurmuştu. Semaver, ne güzel kaynardı.
  Sabahları Ali’nin bir semaver, bir de fabrikanın önünde bekleyen salep güğümü hoşuna giderdi. Kahvaltısını yaptıktan sonra evden çıkıp duraktaki arkadaşları ile buluştu ve birlikte fabrikaya yürüdüler.
  
Ali’nin annesine ölüm, bir misafir, namazında niyazında başörtülü bir komşu hanım gelir gibi geldi. Sabahları oğlunun çayını, akşamlan iki kap yemeğini hazırlaya hazırlaya akşamı ediyordu. Arada bir yüreğinin kenarında bir kesiklik, bir ter, bir yumuşaklık hissediyordu, o kadar.
Bir sabah, daha Ali uyanmadan, semaverin başında üzerine bir fenalık gelmiş; yakın sandalyeye çöküvermişti. Çöküş, o çöküş…
  
Alî, fabrika düdüğünün sesine uyanıp, yatağından fırladı. Annesini görünce, uyuyor sandı. Omuzlarından tuttu. Dudaklarını, soğumaya yüz tutmuş yanaklarına sürdüğü zaman ürperdi.Sarıldı. Onu kendi yatağına götürdü. Soğumaya başlayan vücudu ısıtmaya çalıştı…O gün akşama kadar ağlayamadı da… Nihayet, karşı komşuya haber verebildi…
  
Günlerce, evin boş odalarında gezindi. Bir türlü ağlayamadı…
  Bir sabah yemek odasında karşı karşıya geldiler. O, yemek masasının üzerinde sakin ve parlaktı. Onu kulplarından tutarak, gözlerin göremeyeceği bir yere koydu. Kendisi bir sandalyeye çöktü. Bol bol, sessiz bir yağmur gibi ağladı. Ve o evde o, bir daha kaynamadı…

-SAİT FAİK ABASIYANIK-

Birileri Diyor ki ;

Değişmek ; özgürlüğünü , fikirlerini ve inançlarını engelleyen dar düşüncelerden ve rahatsızlık veren hareketlerinden sıyrılıp , ''DOĞRU'' diye benimsediğin yola -kendi seçiminle- ilk adımı atmaktır .

El-Cezeri [tam adıyla Ebû’l İz İbni İsmail İbni Rezzaz El Cezerî]

 El Cezeri 

1136 yılında Cizre’nin Tor mahallesinde doğmuştur . Sibernetik alanın en büyük dahisi kabul edilen, fizikçi, robot ve matriks ustası bilim insanı İsmail Ebul İz Bin Rezzaz El Cizirî 1233′te Cizre’de öldü. İsmini de yaşadığı şehirden alan El-Cizirî öğrenimini Türk Medresesi Camia’da tamamlayan İsmail, burada fizik ve sibernetik alanlarında yoğunlaştı ve halen kullanılmakta olan ve aşılmamış onlarca buluşa imza attı. Batı literatüründe M.Ö. 300 yıllarında Yunan matematikçi Archytas tarafından buharla çalışan bir güvercin yapılmış olduğu belirtilse de robotikle ilgili bilinen en eski kayıt, da Ciziri'ye aittir.Dünya bilim tarihi açısından bugünkü sibernetik ve robot biliminde çalışmalar yapan ilk bilim adamı olan El Cizirî, "Mekanik Hareketlerden Mühendislikte Faydalanmayı İçeren Kitapadlı eserinde ortaya koydu. 50’den fazla cihazın kullanım esaslarını, yararlanma olanaklarını çizimlerle gösterdiği bu olağanüstü kitapta Cizirî, “Tatbikata çevrilmeyen her teknik ilmin, doğru ile yanlış arasında kalacağını” söyler. Bu kitabın orijinali günümüze kadar ulaşamadıysa da, bilinen 15 kopyasından 10’u Avrupa’nın farklı müzelerinde, 5 tanesi Topkapı ve Süleymaniye kütüphanelerinde yer almaktadır . 

 Teorik çalışmalardan çok pratik ve el yordamıyla ampirik çalışmalar yapan Cizirî’nin kullandığı bir başka yöntem de yapacağı cihazların önceden kâğıttan maketlerini inşa edip geometri kurallarından yararlanmaktı. İlk hesap makinesinden asırlar önce aynı sistemle çalışan benzer bir mekanizmayı, geliştirdiği saatte kullanan Cizirî, sadece otomatik sistemler kurmakla kalmamış, otomatik olarak çalışan sistemler arasında denge kurmayı da başarmıştı. Cizirî, otomatik kontrollü makinelerin ilki sayılan Jacquard’ın otomatik dokuma tezgahından 600 yıl önce değişik haznelerdeki suyun seviyesine göre ne zaman su dökeceğine, ne zaman meyve ve içecek sunacağına karar veren otomatik hizmetçiyi geliştirdi. Bâzı makinelerinde hidro mekanik etkilerle denge kurma ve harekette bulunma sistemine yönelen Cezerî, bâzılarında ise şamandıra ve palangalar arasında dişli çarklar kullanarak karşılıklı etkileme sistemini kurmaya çalıştı. Kendiliğinden çalışan otomatik sistemlerden sonra su gücü ve basınç etkisinden yararlanarak kendi kendine denge kuran ve ayarlama yapan dengeyi oluşturması, Cizirî’nin otomasyon konusundaki en önemli katkısıdır.






----------------------------------------------------------------------------


1200'lü yıllarda; dünya bilim tarihinde çığır açan buluşlara imza atan Anadolulu mühendis El-Cezeri'nin hayatı ve çalışmaları belgesel film oldu. Yönetmenliğini Duygu Yılmaz'ın, proje ve metin yazarlığını da Beykent Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sinema TV Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Oğuz Makal'ın üstlendiği film, bilimin İslam toplumlarında eriştiği yüksek seviyeyi bir defa daha gözler önüne serdi. Belgeselde dünyada ilk robotun El-Cezeri tarafından yapıldığı anlatılıyor.


24 saatin kaşifi

1153 yılında Cizre'de doğan El-Cezeri'nin yaptığı otomatik makineler bugünkü teknolojik gelişmelerin temelini oluşturdu. El-Cezeri, 21 yaşında saray mühendisi olarak Diyarbakır'da Artuklular Beyliğinin hizmetine girdi. 30'lu yaşlarında sarayın baş mühendisi oldu. Cezeri, bir robot yaparak Artuklu hükümdarına takdim etti. Otomatik olarak çalışan ve kendi kendine bazı hareketler yapan alet, dünya tarihinin ilk robotu oldu. Bu dahi bilim adamımız, Leonardo da Vinci'den tam 300 sene evvel dişli çarklar ve esaslarına dair kaideleri kitabında neşretti. Hatta Leonardo da Vinci bu kaidelerin birçoğunu bilmemektedir. El-Cezeri, günü 24 eşit saate ayırarak dünya bilim tarihine adını yazdırdı. Bilimin kaynaklarına sahip çıkmaya çalışan Avrupalılar ise onun bulduğu saat düzenini ancak 18. yüzyılda kullanmaya başladı. Sibernetiğin babası
Sibernetik ilmi denince ilk akla El-Cezeri gelir. Sibernetik; atom çağından sonra kendi kendini kontrol eden makinelerin çağı olarak tarif edilir. Sibernetiğin makineleri dişliler, mandallar, palangalar ve kaldıraçlardan oluşuyor. El Cezeri; robotlar, saatler, su makineleri, şifreli kilitler, kasalar, termos, otomatik çocuk oyuncakları, otomatik yüzen kayık, su tulumbaları gibi çok sayıda buluşa imza attı. Günümüzde bütün motorlu vasıtalarda bulunan "krank mili"ni ilk defa o kullandı. El- Cezerî'nin yaptığı makinelerın çoğu su ile çalışır. Bu bakımdan El- Cezerî'ye su mühendisi demek çok yerinde bir ifade olur.


Hünerli Aletler Kitabı

El-Cezeri'nin günümüz Türkçesine "Mekanik Saatlerin Teorisi" adıyla çevrilebilecek olan "Kitab-ul Camii Beyn-el ilmi vel-amel En Nafi-i fi Sinaat-il Hiyel" ve "Hünerli Mekanik Aletler Bilgisi Kitabı" olarak tercüme edilen "Kitab'ül-Hiyel" isimli iki ünlü kitabı bulunuyor. 11 nüshası bulunan "Kitab'ül-Hiyel"lerin dördü Topkapı Sarayı Müzesi ve Süleymaniye Kütüphanesi'nde muhafaza ediliyor. 1233 yılında vefat eden El-Cezeri'nin mezarı, Cizre'deki Nuh Peygamber Camiinin avlusunda bulunuyor.

Minyatürlerle El-Cezeri

Duygu Yılmaz'ın El-Cezeri'yi anlatan belgesel film gösterimi, minyatür sanatçısı Leman Dinçtürk'ün hazırladığı minyatür sergisiyle birlikte yapılıyor. Leman Dinçtürk'ün Ebul-İz İsmail El-Cezeri'nin "Olağanüstü Mekanik Araçların Bilgisi Hakkında Kitap" isimli eserindeki minyatürlerden hazırladığı bu sergi, 18 Ocak'a kadar Beykent Üniversitesi Taksim Kampüsü Necati Abacı Sanat Galerisi'nde sanatseverlerle buluşacak. Daha sonra da Şişli Ayazağa Kampüsü Fuaye Alanı'nda 22 Ocak-1 Şubat 2008 tarihleri arasında ziyarete açık olacak.

{alıntıdır :3}

Toplu Firar

   Bu yükselmek mi ? Yoksa kendini küçük düşürmenin başka bir yolu mu ? Gerçi  bir konu var ; Neden uzlaşamayız ? Neden göremezler ? Aklımda hep bir anısı , ağzımda hep bir tadı var . Üzün gibi paslı , bitince ise bitmez .  '' Nereden geldik , nereye giderdik ? '' bu da düşünebilen insanların başka bir sorusu ..
Ve gerçeğin olmadığı  hayallerimiz ise günden güne  yok oluyor ..

25 Temmuz 2011 Pazartesi

Ödüllü Karikatürler







Ben yanmazsan, sen yanmazsan biz yanmazsak ... Nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa ? Görmek istediğin değişimin parçası ol !

Farklı Açılardan Bir Tavşan

  Bir adam.. Yalnız , salak , umursanmayan , ihtiyar bir adam -değişiklik olsun diye mi ne- tavşan beslemeye karar verdi . Tavşanlara bir kümes hazırladı , tavşanların güvende olmasını sağladı .kümeste ve güvende..

  Büyük bir adam -apaçilerin deyimiyle- koyuncu bir tipti . tavşanları beslemekle , kümesle felen uğraşmadı . ama tavşanlara şefkat gösterdi . onları kucağında sevdi yahu bu adam ! tavşan ise onun koluna işedi . komik değil biliyorum ama böyle oldu.

  Daha büyük bir adam tavşanlardan korktu . tamam tavşanlar minik , sevimli , renkli renkli canlılardı . ama bu adam onlardan korktu . korkmasının sebepleri ise ; onların dişleri , tırnakları ve öğrenilecek bilinmezlikleri olmasıydı . ve bu adam onlardan para kazanmanın yolunu buldu . işte burada işler biraz karışıyor . bu adam hangi tarafta ? ben de bunu öğrenmeye çalışıyorum . ben bu adama kısaca 'kim' diyorum.

  İçlerindeki en büyük adam ilk önce diğerleri gibi hareket etti. tavşanları besledi , onları korudu , onları kucağında sevdi . bir tek 'kim' gibi tavşanlardan korkmadı . çünkü ona göre tavşanların da söylemek isteyeceği şeyler vardı ama konuşamadıkları için söyleyemiyorlardı . biraz daha yaşayınca , biraz daha düşününce , biraz daha insanlaşınca tavşanlarda görmek istediği şeyin izini buldu . ''pembe bir tavşan olsa kümeslerden uzakta , konuşabilseydi düşünebilseydi [?] neler olurdu'' diyerek ilk adımı atmıştı bile . kümesten bir tavşanı kucağına aldı . tavşan gülümsedi hayalinde :

''ama buradakilerden çıkar mı anlayan ? iskelet sırıtışlı pembe tavşanın sıkılacağını kendi tacından , AYIL ! '

' Yokum ! ' diyor ...


YİĞİT ÖZGÜR 

Jet Kasa Ma'h'durları


  Soğuk ama bir o kadar da sıcak mayıs ayından feci ihanet kokan bir gündür . Bir kaç ergen arkadaş hoş vakit geçirmek için avm de bir araya gelirler . Migros'a inip serinlemek adına içecek bişeyler almaları için içlerinden iki kurban seçerler . Seçilmiş kişilikte bu iki ergen  yürüyen merdivenlerden yavaşça inerler.Ve durakları hemen köşedeki Migros'tur . Tek amaçları içecek bir şeyler alıp serinlemektir .Ama başlarına beklenmedik lanetli bir facia geleceğinden habersiz , tek tek reyonları dolaşırlar . Hoş vakit geçirirler . eğlenirler . Ve içecekleri satın alma zamanı gelir .Karşılarında bir makine.O da nedir ?  *Jet Kasa* 

  Ergenler böyle bir şeyi ilk defa kullanacak olmanın verdiği heyecan duygusu ile ona doğru yaklaşırlar .Ortam kalabalıktır ve ergenlerde kullanamama korkusu başlamıştır . Zaten yeterince kuruntulu olan erkek ergen lanetli atılganlık duygusuna yenik düşer ve jet kasaya daha da yaklaşır . Yaklaşır yaklaşmasına fakat o anda bir şeyler ters gitmektedir . Olan bitenin şaşkınlığı ve o onda makineyi kulanamamanın verdiği suçluluk duygusuna benzer bir duygu ile birirlerine bakarlar . Arkadan kendini kahraman zanneden bir ses , bir el onları kurtarır. bu eziklikler içerisinde migrostan uzaklaşırlar ve bir dahaki sefere jet kasayla hesaplaşmaya yemin ederler ..

NOT : Bu arada jet kasalar gayet ahlaklı tipler  ha ! Geçen yine Migros'tan alışveriş yaptım . 5 lira 60 kuruş mu ne tuttu . Ben 6 lira ve biraz da rüşvet verdim adam olsunlar diye ama almadı para üstünü direk verdi . :3 :D :P

24 Temmuz 2011 Pazar

Nuri Bilge Ceylan {alıntı :3} -güzel filmlerin yalnız yönetmeni-



Serkan Tavşanoğlu: “Üç Maymun” diğer filmlerinize göre daha “ayrıcalıklı” gibi duruyor. Bu filmi diğer NBC filmlerinden ayıran özellikler var; kadronun profesyonel oyunculardan oluşması ya da özel efektlere ağırlık verilmesi gibi. Bu projeye daha çok inandığınızı, daha çok özen gösterdiğinizi söyleyebilir miyiz? 

Aslında diğer filmlerime de özen göstermiştim ancak 35 mm ile yapabileceklerimiz sınırlıydı. Ama “Üç Maymun” dijital olarak kayıt edildiği için, imkanlarımız çok daha genişti. Bu nedenle filmde çok daha özgür ve üretken çalışabildik. 

Nuri Bilge Ceylan: “Üç Maymun”da profesyonel oyuncular ile çalışmayı tercih etmenizin herhangi bir nedeni var mı? 

Bu film için amatörleri de denedik biz. Test çekimlerimize amatör oyuncular da katıldı ancak olmadı. Eğer filmdeki roller için amatör oyuncular uygun bulunsaydı, onlar ile çalışırdık. Kaldı ki, Ahmet Rıfat Şungar amatördü zaten.

Bu filmin kariyerinizde bir dönüm noktası olacağını hissediyor musunuz? 

Bilmiyorum. Zaten herşeyi bir dönüm noktası gibi hissediyor insan. Her an birşeylerin değişeceğini düşünüyorsunuz ama bir bakıyorsunuz, aynı film çıkmış. Bunu değerlendirebilecek kişi ben değilim aslında. Belki dışarıdan biri daha objektif olabilir.

Altın Portakal’da ödül almamanız ile ilgili çeşitli yorumlar yapıldı. Hatta filmin görmezden gelindiği düşünülüyor. Bu konuda değerlendirmeniz nedir?

Bu konuda yapacağımız bir yorum yok. Jüri böyle değerlendirmiş. Bizim de ona saygı duymaktan başka yapacak birşeyimiz olmaz. Ödül alan arkadaşlarımı tek tek kutluyorum.

Oscar konusunda iddialı mısınız?
Ben “iddialıyız” gibi laflar etmeyi sevmiyorum. Ancak zor bir iş tabii Oscar, kolay değil. Elimizden geleni yapacağız. Biz yapalım, bizim irademiz dışında gelişen konularda yapacak birşey yok. Bekleyip, göreceğiz

--------------------------------------------------------------------------------------------
Güzel filmlerin yalnız yönetmeni  - NURİ BİLGE CEYLAN
Yazı: OLKAN ÖZYURT

Üç Maymun’la Cannes’da en iyi yönetmen ödülü alan Nuri Bilge Ceylan 10 yılı aşkın bir süredir bugün dünyada takdir gören sinemasını ilmek ilmek dokuyor. Dünyanın en önemli yönetmenleri arasında yer almasına karşın Türkiye onu henüz keşfediyor...

Nuri Bilge Ceylan dünyanın en önemli film festivali olarak kabul edilen Cannes’da ‘Üç Maymun’ filmiyle en iyi yönetmen ödülünü aldı. Eurovision’la aynı tarihlere denk gelerek pek de önemsenmeyen festivale Türkiye’nin ilgisi de bu ödülle yoğunlaştı ve sevinç dalgası tüm yurdu sardı. Elbette filmi çeken Ceylan’ın ve filme can veren oyuncuların hakkıdır sevinmek ama biz medyadan toplumun farklı kademelerine, biraz da abartarak yaşadık bu coşkuyu. Bu abartının arkasında Cannes’ın önemini yeni yeni keşfetmemizin yanında biraz da Ceylan’a, sinemasına ve onun daha önceki başarı larına kayıtsız kalmanın yolaçtığı bir eziklik var sanki. Oysa Ceylan kısa filmi ‘Koza’dan beri Cannes’ın gediklilerinden. ‘Koza’dan sonra ‘Uzak’la ilk defa Altın Palmiye için yarışmış ve Büyük Jüri Ödülü’nü kazanmı ştı. ‘İklimler’le yine aynı yarışa girmiş ve FIPRESCI ödülünü almıştı. Bu önemli başarılar sinema çevreleri dışında yeterince algılanmamış, alkışlanmamıştı. Hatta ‘festival filmi yapıyor’ gibi tuhaf eleştirilere de maruz kalmıştı. Oysa sinemaya başladığı 90’ların ikinci yarısında kulvarını seçmişti Nuri Bilge Ceylan. Türk sineması ndaki bilinen anlatım modellerini bir yana bırakıp, kökleri Tarkovski ve Antonioni’ye uzanan başka türlü bir sinemanın peşine düşmüştü. Kafasını kumun içine gömerek dünyaya bakmayanlar Ceylan’ın sinemasının değerini anlamakta zorlandılar. Filmleri Türkiye’de hakettiğ i ilgiyi göremedi, sinemalar boş kaldı. Fakat o yalnı z ve tek başına sinemasını inşa etti. Ve ortaya çıkardığı filmler tüm dünyada kabul gördü. ‘Kasaba’, ‘Mayı s Sıkıntısı’ ve ‘Uzak’ta taşra ve kent yaşamına dikkat çekerken arada kalışımızı simgeliyor. Ceylan böyle bir amacı olmadığını söylese de, “O kendiliğinden ortaya çıkıyor. Çünkü ben ve çevremdekiler taşra kökenli olduğ undan, taşralı özelliği olan iyi bildiğim karakterleri yazıyorum. Türkiye dünyanın taşrasında olan bir yer zaten. O yüzden taşralılık duygusu kanımıza sinmiş. Ne yapsak bir yerden çıkıyor,” diyerek bu topraklardan beslendiğini de açıkça belirtiyordu.

Sinemasının olağanüstü görsel atmosferinden etkilenmemek mümkün değildi elbet. Yıllarca fotoğraşa uğraşması, ki özellikle 80’lerin önemli genç fotoğrafçıları ndan biri olarak öne çıkmıştı, bunda çok önemli bir etkendi. Bir fotoğraf kesitinde derinleşebiliyordu. Tıpkı insan ruhunda olduğu gibi... Ama bunu başarmak kolay olmamıştı onun için: “Hayalim National Geographic fotoğrafçısı olmaktı. Özellikle Uzakdoğu ve Himalayalar gezilerinden sonra seyahatin içimdeki o derin boşluğu dolduramayacağını hissettim. Sanki her yer birbirine benziyor, kültür değişse de insanın özü değişmiyor duygusu ben de insanın iç dünyasında derinleşmenin, orada bir yolculuk yapmanın önünü açtı.

Tanıdığım insanları ve kendimi daha iyi tanımak, yeni insanlar tanımaktan daha önemli görünmeye başladı.” Türkiye’nin durumunu, aynı coğrafyada yaşadığı insanları n ruh halini çok iyi kavrayabiliyordu. Filmlerinin Türkiye’de alkış almasını önemsiyordu ama toplumun sinemasına, başarılarına, filmlerine kayıtsız kalması karşısında da anlayış gösteriyordu. Filmlerinin Batı’da ya da Amerika’da Türkiye’den daha fazla insan tarafı ndan izlenmesi Ceylan’a göre doğaldı: “Ben sinema diliyle de uğraşan bir insanım. Böyle bir uğraş genellikle insanı biraz konvansiyonel olandan, dolayısıyla gişeden uzakta tutuyor. Doğal bu. Ama gülü seven dikenine katlanır. Bu yüzden şikâyetim yok. Farklı anlatı m tarzlarına açık olan izleyici sayısı Batı'da tabii ki bize göre daha fazla. Sinema oralarda keşfedilip, daha çok şey denenmiş, sinema kültürü üzerinde daha uzun yollar katedilmiş. Seyirci farklı anlatım biçimlerine daha aşina kılınmış. O yüzden bu tip arayışlar daha çok izleniyor, ödüllendiriliyor ya da üzerinde duruluyor. Filmlerimin Batı'da daha çok izleniyor oluşu bu nedenle sürpriz sayılmamalı. Kiarostami, Kim Ki Duk ya da Tsai Ming Liang gibi ayrıksı yönetmenler için de durum aynı.”

Ceylan ödüller aldıkça önünde kapılar iyiden iyiye açılıyor. Ama bu kapıların bir kısmını özgürlüğü adına aralamıyor bile. Ödüllerin dünyada sinema çevrelerinde tanınmasını sağladığının farkında. Yapımcılar daha pek koşul öne sürmeden onunla çalışmak istiyor. Ama o işin doğasının ayrımında: “Kimlik, ün, para, bunlar sanatta pek hayırlı şeyler değil. Bir de yapılan işin biraz rutinleşmesi, yaşlanmak gibi şeylerle biraraya geldiğinde kuşkusuz heyecanlar biraz törpüleniyor. Yapılan filmlerin derin tutkularla ortaya çıkan kişisel eserler yerine didaktik projeler olma riski artıyor. Bütün nehirler azgın çağlayanlar olarak doğar ama hiçbiri coşup köpürerek denize ulaşamaz. Ne yapalım, hayat böyle. Ama belki de heyecanlar evrimlerinin ilk dönemlerini yaşayan fikirlerden başka bir şey değildir, Lermantov'un dediği gibi. Belki de iyi sanat heyecanları n fikirlere dönüştüğü zamanlarda gizlidir. Böyle formülasyonlar yapıp kendimi avuturum. Bu risklerden kendimi olabildiğince uzak tutmaya çalışıp yola devam ederim.”

Son aldığı ödülü havaya kaldırırken “Benim yalnız ve güzel ülkeme ithaf ediyorum” demesi de farklı etkiler yarattı. Oldukça naif ve manidar bu ithafa yüklenmedik anlam bırakılmadı. Orhan Pamuk’un Nobel aldığı zamanki tavrıyla kıyaslamalar bile yapıldı. Pamuk’un başarıları toplum olarak sanatçıların önüne koyulan kırmızı çizgileri geçtiği için belirli bir kesim tarafından küçümsenmişti. Ama kolay değildi Nobel almak. Ceylan da bunun farkındaydı ve o dönem ‘Nobel’i kendim almış kadar sevindim’ diyerek Pamuk’un yanında olduğunu göstermişti. Çünkü sanatçı yalnızlığının bu ülkede daha yoğun olarak yaşandığının farkındaydı. Belki de Cannes’da yalnızlıktan bahsederken bunu anlatmaya çalışmıştı.

{alıntı yaptık :3}

Çağan Irmak Röportaj {alıntı}


Yönetmenliğe merak nasıl başladı sende? 

1970 yılında İzmir’in Seferihisar ilçesinde doğdum. İddialı bir laf gibi durabilir ama ben kendimi bildim bileli yönetmenlik, yönetmencilik yapıyorum. Geriye dönüp baktığımda çocukluğumdan beri bunu yaptığımı fark ettim. Küçükken sana anlatılan hikayeleri, masalları kafanda değiştirmeye başlıyorsan, okuduğun kitaplarda beğenmediğin yerleri değiştirip, yeni bir şeyler söylemeye başladığın zaman… Yani sonuç olarak kendi sözlerini söyleme isteği tüm bunlar. Hazırlıklarına başladığım yeni filmim “Ulak”, çocukluğumdan beri dinlediğim ve kendi kendime değiştirdiğim masalların toplamı aslında. Sonuç olarak yönetmenlik, bir gün buna karar verip, o uğurda çalışmaktan ziyade, biraz içine doğduğunuz ortamla ilgili bir şey… Değişmeyen kadere doğru giden bir şey... Klasik yönetmen olacak arkadaşlara neler önerirsiniz, sorusu vardır. Bu soruya cevap verilemez çünkü bir şey önerilemez onlara. Benim önereceğim şey ona yararlı olacak mı? Belki de zarar verecek. Zaten yönetmen olmak isteyen insan ne yapar eder, olur. Bu günlerde genetik anlamda kodlandığımızla alakalı düşüncelerim var. Aynı yerde, aynı ortamlara doğan ikizler bile farklı karakterdeler. İkisi de birbirinin kopyası olmuyor. Yönetmenlik biraz genlerle ilgili bir şey. Derin bir şey var orda. Bizim de daha henüz çözemediğimiz bir şey var orada. Bizim zamanımızda sinema okumak ve yönetmen olmaya çalışmak bizim hayatımızın amacıydı. Ben limon da satabilirim, futbolcu da olabilirim, pop şarkıcısı da olabilirim ama yönetmen de olabilirim, bunu yapabilirim. Böyle bir şey yok işte yönetmenliğin doğasında. Yönetmenlik, senden, hayatını, kişiliğini, her şeyini ister. Verebiliyorsan eğer ne ala. Sen bu işin içindesin biliyorsun az çok... Kendini tamamen yönetmenliğe adamamış insanların bir süre sonra bu işi bıraktıklarını, yada yarısından döndüğünü falan görüyoruz. 

Yönetmenlik kendi içinde bir sorudur. Cevabını asla bulamayacağımız, bulmak için harcadığımız sürede ürettiğimiz bir sorudur. Bir soru soruyorsun, cevaplarını ararken filmlerini çekiyorsun. Her yeni filmde, evet bu sefer cevaplandıracağım diyorsun… Bu böyle gidiyor. Bir de dönüp bakıyorsun ki, on tane film çekmişsin.


Öğrencilik yıllarından sonra, yönetmenliğe giden yol nasıl oldu senin için? 

İstanbul’a geldikten sonra, yapılacak en iyi şey, ucundan, köşesinden bu işe girmek. Reji asistanlığı, sanat yönetmeni asistanlığı yada çaycılık yapsınlar. Önemli olan sizin, sinema olsun, dizi olsun, reklam ya da klip olsun, film yapılan her ortamda iyi bir fizibilite araştırmasını kendi kafanızda oluşturmanız. Orada bazı sorular gerekiyor. Nasıl bir ülkede yaşıyorum? Benim şartlarım nedir? Film yapmak için neler yapmalı, neler yapmamalıyım? Ben bu şekilde yaptım. Ancak ben biraz şanslıydım. Çok değerli adamlarla çalıştım. İlk kısa filmim “Bana Old and Wise’ı Çal” aslında “Kabuslar Evi” projesinin içindeki filmlerden biriydi. Mesela “Kabuslar Evi” projesi, 93’te okuldan sonra yazdığım bir şeydi. Onunla geldim ben İstanbul’a. Dolayısıyla, elinizde ya da kafanızda, kendinize sorduğunuz sorular sonucunda oluşturduğunuz projeler olmalı. İlk üç-dört yıl moral bozucu yıllardır. Yönetmenliği tercih eden insanların serinkanlı ve metanetli olmalarını diliyorum. İlk birkaç sene umut kırıcı olabiliyor piyasada var olma çabası. İlk başlarda, asistanlık kurumundan, hiç de yabana atılmayacak cep harçlıkları kazanıyor insanlar. Bir doktorun maaşından bile çok fazla maaş alıyor yönetmen yardımcıları. Biraz biraz para biriktirmeleri gerekiyor. Mesela bir kısa film çekecek kadar para biriktirsinler. Ben öyle yapmıştım. Ben ilk kısa filmimi 97’de çektiğimde, 30 milyon lira para biriktirerek çekmiştim. O zamanlarda iyi paraydı o. Daha önceki 3-4 yıllık süreçte edindiğim arkadaşlarımdan edindiğim bir ekiple, profesyonelce çektim kısa filmimi. Benim için çok büyük artılarla döndü bu asistanlık süreci. 98’de de İfsak’ta birinci oldu “Bana Old and Wise’ı Çal”. Daha sonra koltuğumun altında “Günaydın İstanbul Kardeş” adlı televizyon senaryosuyla ve kısa filmimin olduğu VHS bir kopyayla gittim, işte bu benim iki çalışmam dedim. İkna edici iki örnek… Hakkımda, o zaten babadan zengindi, arkasında güçlü isimler, televizyon kanalları var gibi şeyler de söylendi. Bu tarz boş diyalogları bir kenara bırakmak lazım. Para biriktirip kısa film çekmişim, senaryo yazıp televizyon filmi çekmişim, buradan başlamışım. Bunun ötesi yok.

Bana kim arka çıkacak, kim destek olacak sorularını sormadan önce, ben kendi kendime nasıl yardım edeceğim sorusunu cevaplamalı sinema yapacak insan.
Mesela “Şaşıfelek Çıkmazı” bana verilmiş armağan gibidir. Mahinur Ergun’un asistanlığını yapıyordum o dizide. Dizi yayından kaldırıldıktan iki sene sonra tekrar gündeme getirildi. Mahinur Ergun benim çekmemi önerdi. Hiç düşünmeden kabul ettim zaten. Sonra beni kitlelerle tanıştıran “Asmalı Konak”, büyük bir selam vermek gibi bir şeydi benim için. Üzerime biraz daha renkli bir şeyler giyip, daha kalabalık bir meydana çıkmak gibi bir şeydi. 


Ben kendi geçmişime baktığımda, tertemiz ve kusursuz bir sinema geçmişi görmüyorum. Günahları, sevapları olan bir sürü şey. Geriye dönüp baktığında kendinden utanıyor musun derlerse, gönül rahatlığıyla hayır derim. Ama bana göre televizyonda yapabileceğim en iyi şey “Çemberimde Gül Oya” idi. Son yıllarda televizyon o kadar kötü bir noktaya geldi ki, ticari anlamda, manevi anlamda…

Bunu belki de ilk kez burada, sana söylüyorum, benim için çok büyük konuşmayayım ama, televizyon ciddi anlamda bitti. Nokta koydum. Kalite bu olacaksa ben yokum. Televizyonlar düzelmedikçe bir şey çekmeyi düşünmüyorum. O yüzden, geçen haftalarda, hayatımda ilk defa bir reklam filmi çektim. Biliyorsun beni çoğu kişi reklamcı zanneder ama ben ilk defa çektim. 


Sinemacı adamın halktan kopmasını anlayamıyorum. Bu bizim için bir ölüm. Kendisi için film yapan bir kuşak var, bunu saygıyla karşılıyorum ama, ülke için film yapmak konusunda bir kez daha düşünmelerini istiyorum genç arkadaşların. 


Mesela “Babam ve Oğlum”da seçmem gereken iki yol vardı. Çetin ağabeyin o büyük sahnesi benim tarafımdan yaklaşık on kere eklendi, çıkartıldı senaryoya. “Babam ve Oğlum”da çok eski bir senaryodur. O da 93’te yazdığım bir senaryodur. İkinci kez geçtiğimiz yıllarda üstünden geçtim ve çektim filmi. Bu filmde bazılarının duygu sömürüsü dediği olayları göze aldım. Başka yolum yoktu. Sonuna dek gitmek zorundaydım. Dokunup geçmek ya da yarı yoldan dönmek bu filmde olamazdı. Bundan sonra çekeceğim hiçbir film bu kadar trajik ya da bu kadar gözyaşı dolu olmayacak. Olmasını da istemem zaten. “Babam ve Oğlum” bir yerden sonra beni öldürmeye başladı. Bugünlerde bunla boğuşuyorum.

Şimdi insanlar, evet bakalım, senden çok şey bekliyoruz, diyorlar. Bu çok tehlikeli bir durum. Bu sözler benim de elimi ayağımı birbirine dolaştırıyor. Benden çok şey beklemeyin. Ben size hikayelerimi anlattım, siz sevdiniz ya da sevmediniz. Bundan sonra ben yine hikayelerimi anlatacağım, siz beni ya seveceksiniz, ya sevmeyeceksiniz. Değişen bir şey olmayacak.


“Kabuslar Evi”nde olduğu gibi; seven de var, nefret eden de var projeden. 


İnsan iki şeyin filmini çok iyi yapar: aşık olduğu şeylerin ve nefret ettiği şeylerin. Ortası yoktur. Ortası vasattır. Kötü olmayı tercih ederim vasat olmaktan. Vasat unutulur, kötü unutulmaz.
 
Kötü derken ahlaklı bir kötüyü söylüyorum. Mesela ilk filmim “Bana Şans Dile” çok kötü bir filmdir. Ama ahlaklı bir kötü filmdir. Vasat, sorulmamış soruların filmidir. Bu yüzden vasat olmuştur. 


“Hayata dair, sıcak, samimi, insanca, küçük bir hikaye…” bundan hakikaten çok sıkıldım. Bana göre sinema büyük bir düş kurmak demektir. İddialı olmaktan korkulur oldu. Sinemada büyük düşler kurup rezil olmayı göze almadıkça, çıkma bu yolculuğa bence… Simgesel anlatımlarla, mış gibi yapmak, alaycı tavırlar sergilemek..vs. Bunlar çok kolay şeyler. Bir sözü söylediğin zaman insanlar ya evet haklısın, ya da hayır haksızsın der. Bunu göze almak gerekir bence sinema yaparken. Metaforlar ve simgesel anlatım, yıllar önce sansür sistemi varken kullanılan şeylerdi genelde. Üstüne üstlük metaforların tehlikeli bir yanı da var; her yere çekilebilir. Sen aslında söylemek istemediğin şeyleri de söyleme durumunda kalabilirsin bir anda.


92’den beri bu piyasadayım. Bir kere bile benden iddialı bir laf duydun mu? Hayır. Ama bak her yere, “İşte Çağan Irmak’tan yine iddialı bir film!” diye yazarlar. Bu da enteresan bir şey. Demek ki ben bir şey söylemesem de benim yaptığım iş kendi başına iddialı oluyor. Sonuçta sinema yapmak da kendi içinde büyük bir iddia. Bunun üstüne sen yönetmen olarak bir şeyler söyleyince çuvallıyorsun. Ben zaten bundan sonra bu tarz röportajlar dışında bir filmim üzerine herhangi bir şey söylemeyeceğim. Mesela “Ulak” hakkında hiçbir yerde bir şey söylemeyeceğim. 
Yapımcıya rağmen bağımsız filmler çektim hep. Bütün filmlerim böyleydi.

{alıntı :3}

Tim Burton Röportajları {alıntı}

Yönetmen Tim Burton tarafından yaratılmış taslaklar, tablolar, film sahnesi çizimleri, set parçaları, çizgi filmler ve kuklalar, kasım ayı sonundan itibaren New York’taki Modern Sanatlar Müzesi’nde sergilenmeye başladı. Ünlü yönetmenle “Edward Scissorhands”in doğuşu, 3D’nin yükselişi ve antropomorfik (insan biçiminde) kahve fincanları üzerine sohbet ettik.
Ömür boyu yaptığınız çalışmalarınızı Modern Sanatlar Müzesi’ne vermek nerden aklınıza geldi?
Tim Burton: Çok organize bir insan değilimdir. Neyse ki, bazı malzemelerimi Amerika’daki bir depodan alıp İngiltere’ye taşımıştım. Böyle konularla gerçekten çok fazla ilgilenmem ama bu sergi sayesinde geriye dönmek benim için ilginç bir süreçti. Müze yetkilileri, geçmişimle ilgili bazı ilginç detayları hatırlamama yardımcı oldular. Sergide ben varım ama farklı bir ben bu… Kendime objektif olarak bakabilme fırsatı buldum.
Yönetmenlerin çoğunda kendi sanat çalışmalarının ve illüstrasyonlarının retrospektifleri (geriye dönük birikim) pek yoktur. Yönetmenlik vizyonunuzu etkileyen güzel sanatlar altyapısına nasıl sahip oldunuz?
Gençlik yıllarımda sevdiğim filmlerin hepsi görsellik açısından zengindi. Hafızamda derin iz bırakan filmlerdi. Bence film görsel bir olaydır. Bu yüzden animasyon altyapıma minnettarım. Animasyon herşeydir. Sanattır, tasarımdır, filmdir. O zamanlar hep animasyon sanatçısı olmak istiyordum. O alanda çalışırken herşeyin nasıl yapılacağını öğreniyordum. Animasyon film yaparken fiilen çalışıyor, planları tasarlıyor, çekimleri ve kurgu işlemini yapıyorsunuz. Başından sonuna kadar harika bir deneyimdi.
Kreatif süreciniz nasıldır? Film için rastgele çizimler yaparken aniden bir karakter bulduğunuz anlar olur mu?
Benim için taslak hazırlama ve çizim süreci, başka insanların not alma süreciyle eşdeğerdir diyebilirim. Kendimi hiçbir zaman bir yazar gibi hissetmedim. Bence görsellik daima önce gelir. Örneğin Jack Skellington karakteri, belli bir sebep olmadan önüme kağıdı alıp tekrar tekrar rastgele çizim yaptığım bir günde ortaya çıktı.
Bazen de karakterlerin beynimde oluşan bir görüntüden ortaya çıktığı olur. Bunun örneği Edward Scissorhand karakteridir. Aklımdaki fikir ve düşüncelerden ortaya çıkarlar. Edward Scissorhand karakterinin doğuşu bir duygudan kaynaklanır. Yıllar içerisinde farklı formatlarda çizmeye çalıştım. Gençlik yıllarımdan kalan bir fikirdi. Bu yüzden uzun süredir aklımdaydı.
Filmlerinizin çoğunda orijinal fikirler var ama aynı zamanda “Planet of the Apes” ve “Alice in Wonderland” örneğinde olduğu gibi “yeniden çevrimler” de yapıyorsunuz. Hollywood’dan “yeniden çevrimler” için destek almak, sıfırdan film yapmaktan daha mı kolay?
Bugünlerde bir trend var. Neredeyse bütün TV dizilerinin yeniden çevrimi yapılıyor. Belirli alanlarda güvence faktörünün önemli olduğuna kuşku yok. Ancak eşit oranda da tehlikelidir. “Alice in Wonderland” gibi bir proje, 3D formatında yapma fırsatıyla birlikte değerlendirilirse, tamamen yeni bir proje gibi de algılanabilir.

İnsanların zaten bildiği bir öyküyü alıp kendi yorumunuzu getirmek tedirgin edici mi?
Açıkçası çok da ürkütücü gelmedi. Geçmişte yapılan “Alice in Wonderland” prodüksiyonlarına bakıyorum da, izlediğim her versiyonda bir avuç tuhaf karakterin arasında yürüyen pasif bir kız var. Benim yaptğımda ise Alice son derece aktif bir kız olarak öne çıkıyor. Dolayısıyla geçmişte yapılanlara karşı herhangi bir bağlılık duygum olmadı. Benim için tamamen yepyeni bir deneyimdi. Geçmişten örnek alabileceğim ve yeniden hayat verebileceğim harika bir versiyonu yoktu.
3D formatında çekilmiş bir live-action dünyasına ilk adımınızı atarken “Alice”in kusursuz bir öykü olduğunu düşünüyor musunuz?
Alice in Wonderland”ın bana cazip gelen yanı 3D formatında çekilecek olmasıydı. Daha önce “Nightmare Before Christmas”ın 3D’ye dönüştürüldüğünü biliyoruz. Gerçekten de iyi oldu. İzlerken büyülendim. “Nightmare”ın asıl 3D formatında seyredeğer olduğunu bana gösterdi. Şimdi 3D’nin “Alice” öyküsü için de uygun olduğunu hissediyorum. Bence “Alice”deki asıl olay, öyküsünün edebi yönü değil; tuhaf ve esrarengiz doğasıdır. Bu kadar yıl sonra yeniden denemek bu yüzden cazip geldi.
Hollywood’un geri kalan kısmının CGI’nin (bilgisayar efektli animasyonlar) keyfini çıkardığı günümüzde hala stop-motion animasyon gibi geleneksel özel efektlerle çalışmaya devam etmek zor olmuyor mu?
Stop-motion tekniğinin tıpkı animasyon gibi değerli bir sanat formu olarak kendisini kanıtladığını düşünüyorum. Bundan birkaç yıl öncesine kadar ölü bir mecraydı. Şimdi hala birçok belirsizlik olmakla birlikte yeterince çeşitlilik ve farklılık oluştu. Eğer insanlar bir filmden hoşlanmışsa hangi mecraya ait olduğunun önemi yoktur. CGI’nin tam egemenliğinin sözkonusu olduğu birkaç yıl öncesine kıyasla şimdilerde stop-motion daha iyi durumda…
Stop-motion’u sevdiğiniz belli… Sizdeki CGI korkusunun sebebi nedir?
Örneğin “Nightmare Before Christmas”ı ele alalım. El çizimi animasyon şeklinde yapmam teklif edildi ama ben stop-motion yaptım. Çünkü o proje için en doğru mecra oydu. İster stop-motion, ister animasyon, ister CGI olsun, hangi mecranın kullanılması gerektiğine karar verirken teknik açıdan başarmak istediklerinize paralel olarak her projeye göre değişir.
Pee Wee’s Big Adventure”dan “Beetlejuice”e kadar her filminizde mobilya gibi hareketsiz nesnelerin hareketlenip hayat bulma eğilimi var. Nesneleri günlük bazda insan gibi görüp antropomize mi ediyorsunuz?
Evet, elimde kahve fincanıyla burada yatağıma uzanmış durumdayım. Böyle bir yerde dikkatimizi dağıtıp derin düşüncelere dalmak için boş zamana ihtiyacımız vardır. İnsanlar bunu hayatlarında yeterince yapmıyorlar. İşte o anlar, bir ağacın küçük bir karaktere dönüştüğü anlardır.
Geçmişe dönmekten heyecan duydunuz mu?
Benim için oldukça tuhaf ve gerçeküstü bir durum bu… Henüz tam anlamıyla kavrayamadım. Hazır herşeyimi vermişken kirli çamaşır sepetimi de oraya bıraksam iyi olacak.
                                                                                                                                                  -alıntı-