6 Kasım 2011 Pazar

Orhan Pamuk Kara Kitap Hakkında İnceleme


ORHAN PAMUK’UN "KARA KİTAP"I ÜZERİNE BİR İNCELEME
NÜKHET M. ERKMEN
EGE ÜNİVERSİTESİ EDEBİYAT FAKÜLTESİ SOSYOLOJİ BÖLÜMÜ (LİSANS TEZİ)
 

ÖNSÖZ 

       
 Bir gün bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti
                                                           Orhan Pamuk (Yeni Hayat) 
 
     Hani kimi zaman insanın hayatında bazı ‘an’ lar vardır ve o anlar sonraları unutulmaz ‘anı’lar bırakır.İşte benim için o ‘an’lardan hayatımı en çok etkileyeni Orhan Pamuk’u ilk okuduğum andı.O ‘an’ın unutulmaz ‘anı’lara  dönüşmesi ise Kara Kitap’ın hayatıma girmesi ile oluştu.1999 yılında lisedeki sosyoloji hocam Sezer Ateş Ayvaz’ın  ‘Madem Kara Kitap’ı bu denli çok seviyorsun,eğer bir gün sosyoloji okursan mutlaka O’nu incelemelisin’ cümlesiyle, hayatın beni çok sevdiğim sosyoloji bölümüne ve  yine Kara Kitap’a getireceğini kim bilebilirdi ki? 
   Kara Kitap Yeni Türk Edebiyatının en çok tartışılan romanlarından biri olarak bir çok yönden incelenmiş ve eleştirilmiş bir yapıt. Bu yüzden ben bu kadar çok incelenmiş bir kitabın sadece Aşk ve Kimlik/Kendi olma temaları üstünden bir yorum denemesi ortaya koymak istedim.
   Bu anlama, anlamlandırma ve yorumlama sürecinde bana hep yürümeye başladığım yolda devam etmem için güç veren çok değerli danışman hocam Prof.Dr.Ülgen Oskay’a, Orhan Pamuk ile görüşmenin düş olduğu yıllardan sonra bunu gerçeğe dönüştürmemde bana yardım eden İletişim Yayınevi Müdürü Barış Tütün’e ve de yazdığı bir kitap ile değil her cümleyle hayatımı değiştiren Orhan Pamuk’a  teşekkürü borç bilirim... 2004,İzmirBAŞA DÖN
   1952’de İstanbul’da doğdu Orhan Pamuk ve New York’da geçirdiği üç yıl dışında hep orada yaşadı.Cevdet Bey ve Oğulları, Kara Kitap gibi eserlerinde anlattığına benzer bir ailede Nişantaşı’nda yetişti.İstanbul’u o kadar seviyordu ki O’nun için İstanbul dışında yaşayabileceği başka bir şehir, ülke ya da ev yoktu.Bu sevgi İstanbul şehrinin tarihini, adı sanı bilinmeyen sokaklarını, o kalabalığının içindeki yalnızlıklarını eserlerine ince bir ruhla yansıtmasına neden oldu.Liseyi Robert Kolejinde bitiren Pamuk ; İstanbul Teknik Üniversitesinde üç yıl mimarlık okudu.1976’da İstanbul Üniversitesi Gazetecilik Enstitüsünü bitirdi.1974’den beri yazı yazmayı kendine iş edinen yazar zorluklarla yayımlattığı ilk romanı Cevdet Bey ve Oğulları ile 1979’da Milliyet Yayınları  Roman Yarışmasını kazandı.1982’de yayımlanan bu eseri 1983’de Orhan Kemal Roman ödülünü de aldı.Aynı yıl basılan Sessiz Ev ile 1984 Madaralı Roman ödülünü ve bu kitabın Fransa’da çıkan çevirisiyle de 1991 Prix de la  Decouverte Europeenne’i (Avrupa Keşif Ödülü) kazandı.1985’de yayınlanan Beyaz Kale ile Newyork Times Book Review ‘O’nun için Doğu’da yeni bir yıldız yükseldi’ cümlesini kullandı ve kitap belli başlı bütün Batı dillerine çevrildi.1990’da yayınlanan Kara Kitap; zenginliği,karmaşıklığı ve gizemiyle çağdaş Türk Edebiyatının üzerinde en çok tartışılan ve okunan romanlarından biri oldu.Ömer Kavur’un yönetmenliğini yaptığı Gizli Yüz filminin senaryosunu Pamuk 1992 yılında kitaplaştırdı.1994’de yayınlanan Yeni Hayat yine Türk Edebiyatının en çok okunan romanları arasına girdi.1998’de yayınlanan Benim Adım Kırmızı adlı romanı ve 2002’de yayınlanan Kar ile Orhan Pamuk yalnız Türkiye’de değil Avrupa ve Amerika’da da büyük ilgiyle okunan bir Yazar oldu.Cevdet Bey ve Oğulları Pamuk’un hem kendi ailesini hem de Kurduğu hayal gücüyle yazdığı başka bir ailenin romanıydı.Sessiz Ev kuşaklar arası bir köprü kurmaya çalıştığı ve her kahramanın aklından geçenleri tasvir etmesiyle yeni bir üslup oluşturduğu yine çok başarılı bir romanıydı.Bu iki romandan sonra Beyaz Kale ise her ne kadar tarihi bir roman olarak nitelendirilse de gerçekte tarihi bir dönemi anlatmaktan çok efendi-köle, ben-öteki gibi düaliteler çerçevesinde kimlik ve kendi olmak sorunsallarını kendine merkez alarak yazılmış bir romandı.Ve Kara Kitap...
“Benim bütün kitaplarım, bir önceki kitabın içinden doğar” diyen Pamuk Beyaz Kale’nin Kara Kitap’ın geleceğinin de habercisiydi.Kara Kitap en çok bir arayışın romanı olarak insanın salt kendi olabilmesinin neden mümkün olmadığına, bir aşkın insana neler yaptırabileceğine ve bir yazarın hayal gücünün ne denli sınırsız olabileceğine dair Orhan Pamuk’u bu günün en çok tartışılan, en çok okunan ve en çok eleştirilen yazarı yapmasında büyük ve çok önemli bir yer tutuyordu. “Bir gün bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti” cümlesiyle başlayan Yeni Hayat okuduğu bir kitabın etkisiyle hayatını kitabın vaadettiği    hayatı bulmaya yönlendiren bir kahramanın lirik, sihirli ve dokunaklı hikayesiydi.Benim Adım Kırmızı da, renkli bir anlatımla 16.yüzyılın nakkaşlarının  yaşadığı sorunlara, sanata, hayata, evliliğe ve mutluluğa daha iyimser bir bakışla yazılmış bir romandı.Orhan Pamuk’un  Kar romanı kitabın içeriğinden çok yaptığı reklamlarla ve değindiği siyasi sorunlarla gündeme geldi ve haksız eleştirilere uğradı.Oysa Kar Pamuk’un esas okuyucuları tarafından da bilindiği  gibi yazarın diğer romanlarında gösterdiği karamsarlıktan uzak, hayata, aşka, siyasete ve kimliğe yine kendi içinde değindiği düalitelerle farklı bir bakış açısını yansıttığı ve kendinin de hepimiz gibi değiştiğinin işaretlerini verdiği ilk romanıydı. En son romanı İstanbul ise Pamuk’un çocukluğundan, gençliğine kadar uzanan hatıralarının İstanbul sokaklarından yanıp, yıkılan köşklerine ve hüznün kalbine bir yolculuk adeta...  BAŞA DÖN
KARA KİTAP’IN ÖZETİ
Kara Kitap amcasının kızıyla evli olan avukat Galip, karısı (aynı zamanda kuzeni) Rüya ve Rüya’nın üvey ağabeysi Milliyet gazetesinde köşe yazarı olan Celal Salik karakterlerinin üzerine kurulmuştur.Galip Nişantaşı’nda dedeleri, nineleri, halaları, amcaları, amca çocukları ve bir takım akrabalarıyla birlikte büyümüş ve amcasının güzel kızı Rüya evlenmiştir.Galip Rüya’nın ikinci kocasıdır.Kimi aile büyüklerinin düşüncelerine göre Galip çocukluktan beri çok sevdiği Rüya ile evlenerek Rüya’yı bazı sol fraksiyonlara mensup eşinden ve o sefil hayatından kurtarmıştır.Galip ve Rüya, Rüya’nın üvey ağabeysi olan Celal Salik’e çocukluklarından beri hayranlık duymuşlar ve gazetedeki yazılarını her gün okuyarak büyümüşlerdir.Bir gün Galip eve gelir ve karısının on dokuz kelimelik terk mektubuyla karşılaşır.Rüya nereye gittiğini, ne zaman döneceğini, dönüp dönmeyeceğini, kiminle gittiğini yazmadan Galip’e bir suç ortaklığı bırakarak ve ‘Annemleri idare edersin’ diyerek kayıplara karışmıştır.Aynı zamanda Celal Salik’in de ortadan kaybolması Galip’i amansız bir arayışa ve esrarengiz bir kayboluşa sürüklemiştir.Bundan sonra Galip’in hayatı çok sevdiği karısını aramaktan, Rüya’nın O’nu neden terk ettiğini bulmaya çalışmaya, Celal ve Rüya’nın birlikte olup olmayacağına dair paranoyalardan, Galip’in kimliğine, kim olmak istediğine, hayatın görünenden çok görünmeyen anlamlarını keşfetmeye sanki görünmeyen bir el tarafından yönlendirilmiştir.
   Kitabı karmaşık yapan en önemli özelliklerden biri kitapta olayların akışına ara verdirten, ama bir yandan da olayların akışına yön veren Celal Salik’in köşe yazılarının sırayla bölümler halinde sunulmasıdır.Okuyucu bir yandan Galip’in arayışına, hüznüne  ve aşkına ortak olurken diğer yandan Celal’in yazılarıyla kimi zaman kurmaca, kimi zaman gerçek olan bir işaretler dünyasına da adım atmaktadır.Galip, Celal’in bu yazılarının kendine bir işaret verdiğini hissederek bu yazıların Rüya’yı bulmasına yardım edeceğine inanarak arayışına devam etmektedir.Celal’in köşe yazıları Mevlana’dan Hurufiliğe, Attar’dan Poe’ya,Binbir Gece Masallarından Hüsn-ü Aşka kadar geniş bir yelpaze ve detaylarla süslenirken aslında kitabın ana konularından bazıları olan kimlik bölünmelerini ben-öteki sorunsalını, yabancılaşmayı,eşyaların, harflerin dilini ve bu dilin nasıl bir meta haline dönüştüğünü, insanın salt kendisi olup olamayacağını ve karısı tarafından terk edilen aşık bir adamın hikayesini de okuyucunun kafasına kök saldırtarak anlatmakta...BAŞA DÖN
BÖLÜM 1 : ON İKİ’DEN ON İKİ’YE TÜRKİYE’DE SANAT, EDEBİYAT VE KARA KİTAP

     Parçalanmış varlıklar en iyi parça
parça betimlenirler.  
                                                                                     Rilke
   Bir sanat eserinde ; sanatçı, eser,okur ve bu üçlünün içinde bulunduğu bir dış dünya yani toplum 4 önemli unsur olarak önemli rol oynar.Sanatçı, eser ve okur birbirleriyle kesişen kümeler gibidir.Öte yandan toplum ise sanatçı, eser ve okuru kapsayan bir evrensel küme olarak karşımıza çıkar adeta.
Kimi eleştirmenler sanat eserini, sanatçının iç ve dış dünyasıyla kesiştirdiğini ve bunu bir ayna gibi geri yansıttığını savunurlar.Sanatı bir yansıtma olarak görmek yüzyıllar boyu devam etmiştir.Bu görüşe inanan sanatçı ve eleştirmenlerin sık sık kullandığı bir benzetme “ayna benzetmesi” olmuştur. Stendhal ‘yol boyunca gezdirilen bir aynadır roman’ cümlesini Kırmızı ve Siyah’da dile getirmiştir.Yine Marxist Plehanov ‘Edebiyat ve sanat hayatın aynasıdır’ demiştir.
   İşte tam da bu yüzden sanat ile gerçeklik arasında kurmaca ile olduğundan belki de daha güçlü bir yan vardır.Ama genel olarak ele alındığında ‘gerçekliği yansıtma’ durumunu 3’e ayırabiliriz.Bu üç bakış; sanatın yüzey gerçekliği yansıtması, tümeli yansıtması ve ideal olanı yansıtması olarak özetlenebilir. (Moran,Berna,Edebiyat Kuramları ve Eleştiri,İletişim yay.2001 sayfa: 19)
   Neyi yansıtır sanatçı?
Platon’un Devlet adlı diyaloğunda  Sokrates’in Glaukon ile konuşmasına bir göz atalım:
-          “İstersen bir ayna al eline dört bir yana tut.Bir anda yaptın gitti güneşi, yıldızları, dünyayı, kendini, evin bütün eşyasını, bitkileri, bütün canlı varlıkları.
-          “Evet görünürde varlıkları yaratmış olurum ama hiçbir gerçekliği olmaz bunların.”
-          “İyi ya tam üstüne bastın işte düşüncemin;çünkü bu tür varlık yaratan ustalar arasına ressamı da yazarı da koyabiliriz.Değil mi?”
-          “Koyabiliriz tabii.”   (Moran, Berna, Edebiyat Kuramları ve Eleştiri,İletişim Yay.2001 Sayfa: 22)
   Her şey her şeyin yansıması mıdır o halde?
Yazar gerçekliğini oluştururken toplumun belirli bir dönemini, o dönemin iç yapısını bu yapının iç dinamiklerini kavrar önce ve eserindeki kişiler, olaylar, durumlar bu sosyal gerçekliğin izlerini sürerler.Aristoteles bunu şu cümleleriyle ifade eder. “ Madde ve form bir aradadır iç içe geçmiştir, onların birleşmesi duyu dünyasındaki nesneleri meydana getirir.Sanatçı genel olanı yansıtmak için formu belirleyen şeyleri seçerek gereksiz ayrıntıları atar ve öyle bir olaylar dizisi kurar ki onların birbirlerini zorunlulukla izlemesi belli bir formun nasıl geliştiğini, nasıl bir sonuca yöneldiğini gösterir.” (Moran, Berna, Edebiyat Kuramları ve Eleştiri,İletişim Yay.2001 Sayfa: 30)
   Peki sanat bu gün gerçekliğin yoksun olduğu bir dengenin yerini mi tutuyor, yoksa gerçeklik giderek sanatın yerini mi alıyor?Yoksa hayat dediğimiz şey dengeye kavuştukça sanat ortadan mı kalkacak?
   Acaba hayatın yerini tutmaktan öte bir işi yok mu sanatın? İnsanla dünya arasındaki  daha köklü bir ilişkiyi yansıtmaz mı sanat?
   Milyonlarca kişi kitap okuyor,  müzik dinliyor, tiyatroya, sinemaya gidiyor; neden?
Oyalanmak, iyi vakit geçirmek, eğlenmek için mi? Bir kısmı evet... Bir kısmı Hayır...
Çünkü biliyoruz ki yaşamımızda gerçekleşmemiş şeyleri başka görüntülerle, başka biçimlerle, başka cümlelerle gerçekleştirmeye çalışıyoruz.Çünkü ayrı bir birey olmak yetmiyor bazen, bireysel yaşamın kopmuşluğundan kurtulmak istiyoruz kimi zaman, kendimize ve çevremize daha anlamlı bir dünya kurmaya çalışıyoruz.İşte bu yüzden de sanata sarılıyoruz.Buna mecburuz...
   Çünkü hayatın kendi dinamiklerinde var olan düalite sanatta da var.Sanatın gerçek bir yaşantıdan doğması başlı başına yetmiyor var olmasına, ayrıca kurulması da gerekiyor.Konu tek başına belli bir biçim belirlemediği gibi öz ve biçim ya da anlam ve biçim diyalektik bir ilişkiyle birbirine bağlanıyor.
   Bütün bunlardan sonra   Türkiye’de On İki Mart’tan On İki Eylül’e kadar geçen dönemde toplumun nasıl bir kaos içinde olduğuna,  bu kaosun edebiyata nasıl yansıtıldığına ve Türk Edebiyatının hazinesi olan Orhan Pamuk’un Kara Kitap adlı eserinde bu dönemin nasıl bir role sahip olduğuna bakalım:
   Toplumsal olarak baktığımızda, baskı rejiminin uygulandığı ve Türk toplumunda izler bırakan On İki Mart ve On İki Eylül darbeleri geliyor aklımıza.
İki darbenin arasında geçen 9 yıllık süreçte Türk halkı her sabah güne kara bulutlarla, karamsar haberlerle gözlerini açtı.Öldürülen gençler, ambargolar, yokluklar ve pahalılıklarla dolu gazeteleri okudu.Kendilerine ve geleceklerine güvenleri sarsılmıştı bir kere.Can güvenliği önemli bir sorun haline gelmiş; sokaklarda, meydanlarda bile devam eden vuruşmalar; ardında genç cesetler bırakmıştı.Bu buhranlı anomi döneminde Türkiye’de çoğu kurumu ve halkı içine alan bir yozlaşma da söz konusuydu.Toplumsal düzenin bünyesinde yıllardan veri süregelen hastalıklar iyice salgınlaşmış ve ortaya çıkan bunalımda her bireyi, her kurumu, her sistemi etkiler hale gelmişti. Akılcılıktan uzak olan bu bunalım döneminde, hastalıkları kökten iyileştirmek yerine geçici önlemler alınmış ; hükümetten, siyasi kuruluşlardan, ekonomiden, hukuksal normlardan kaynaklanan eksiklikler halkı bir kısır döngüye sokmuştur.On İki Mart’tan On İki Eylül’e uzanan bu baskı rejimi  toplumu sindirmiş, üniversiteler, basın denetim altına alınmış,ilerici aydınlar susturulmuş ve toplum depolitize edilmiştir.(Cem,İsmail,Siyaset Yazıları ;Cem Yayınevi,1980 sayfa :169)
   Öte yandan toplumsal fayda değil bireysel fayda ve Pragmatist anlayış öne çıkmış, ideolojik düşüncelere, siyasal tutumlara sırt çevirmek akıllıca davranışlar olarak nitelendirilmeye başlanmıştır.Bütün bu huzursuz ortamlar toplumu  güvenli bir yaşam arayışına sürüklemiştir.
   12 Eylül dönemi bir yandan baskı ve yasaklar dönemiyken ; diğer yandan yasaklamaktan çok dönüştürmenin, yok etmekten çok içermenin, bastırmaktan çok kışkırtmanın hedef alındığı yıllardı da.Bu hedefler insanların arzularının, iştahlarının, heveslerinin büyümesine, bir taraftan yerelliğin patlamasına diğer taraftan da globalin kılcallaşıp gittikçe derinlemesine yol açmıştı.
80’ler geç kalınmış bir bireyselliğin, ertelenmiş kişisel isteklerin ve ‘tüketme’ arzusunun ortaya çıktığı bir dönemdi. Nurdan Gürbilek’in anlatmaya çalıştığı gibi:  ‘Bastırılmış olan hiçbir zaman bastırıldığı şey olarak, orada öylece keşfedilmeyi bekleyen saf ve sahici bir içerik olarak geri dönmez.Tersine geri döndüğü yerin ihtiyaçlarıyla şekillenen, başka biçimler altında hep yeniden inşa edilen, yeni kurgulara olduğu kadar politik manevralara ve kışkırtmalara da açık bir şey olarak geri döner.’
İşte bu yüzden  bu geç kalınmış bireysellik, özerk kimlik kendini yeni bir alanda göstermişti ‘tüketim’...
Bu da beraberinde kültürel bir bölünmeyi, kültürel bir yarılmayı ve kültürel bir yozlaşmayı getirmişti.Bir yandan yoksulluklara, isyanlara, baskılara rağmen  ayakta kalmaya çalışanlar, öbür yandan  reklam sektörünün sunduğu seçkin, renkli, farklı imgelere, ışıklı vitrinlere dalıp gidenler...
Her artının bir eksisi ve her eksinin de bir artısı olan bu hayatta, her dönemde olduğu gibi bazı alanlardaki sıkışma,daralma her ne dersek diyelim bazı alanlardaki genişlemeye tekabül etmişti. (Gürbilek, Nurdan, Vitrinde Yaşamak, Metis Yay. 2001 Sayfa:8-10)
   Elbette bu süreç Türk romanını da etkiliyordu.Bu süreç yazarın kimi zaman toplumsal sorunlarla iç içe olmasına kimi zaman da gerçekçilikten uzaklaşmasına  neden oluyordu.Yazar ya da sanatçı  bu toplumsal sorunlardan, baskılardan öylesine sıkılmıştı ki  artık  gerçekçi bir bakışla dış dünyayı yansıtmak ona ilgi çekici gelmez olmuştu.Böyle olmasına rağmen 1980’lerde Türk romanı yine de gerçekçilikten çok fazla uzaklaşmamıştı ya da uzaklaşamamıştı.1980 öncesi romana baktığımızda egemen görüşün sanat için sanat değil, toplum için sanat olduğunu görmekteyiz.Oysa 1980’lerde  ortaya çıkan yenilikçi roman bu toplumcu gerçekçiliğin   yetersiz olduğunu gösterdi.
Hans – Robert Jauss’un, Edebiyat Kuramları ve Eleştiri adlı eserinde söylediklerine bir bakalım:
“Yenilik getiren yani beklentilere uymayan bir yapıt o dönemin okurlarına yeni bir ufuk açar ve estetik ölçütlerin değişmesine neden olur.Ne ki, zamanla bu yeni beklentiler de kanıksanır, aşınır ve o zaman Rus biçimcilerinin dediği gibi alışkanlığı kıracak yeni formlar, yeni bir şiir dili, yeni stratejiler yaratılır.O halde yapıtın tek ve değişmez anlamı yoktur, okurların değişik beklentilerine göre dönemden döneme değişen anlamları vardır.Eleştirmen yapıtta hangi beklentilere cevap arandığını saptayarak  o dönemdeki  okurların tepkilerinin açıklamasını yapar.”
Berna Moran Jauss’un bu cümlelerini ; “bir sanat eserinin tarihsel ve toplumsal bağlamına yerleştirmeyi şart koşarken edebiyat formlarının da gelişmesini ekonomik ve toplumsal koşullara değil aşınan edebiyat öğelerinin yenilenmesi gerektiğine bağlıyor.Yani Jauss’a göre bir edebiyat yapıtı hem yazıldığı tarihsel dönemin ürünüdür ve  bu  yönüyle  edilgendir, hem de, yenilikçiyse  tarihi  etkiler  çünkü  yeni  beklentiler   yaratarak ilerdeki dönemlerin  toplumsal bağlamlarını  belirtmekte etkin bir rol oynamaktadır.”(Moran,Berna, Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış 3,İletişim Yay.1998 Sayfa:52)
   Türk romanında da  12 Eylül darbesinden sonra yenilikçi (avant garde) romanlar yazılmaya başlandı.yenilikçi yazarların başında Orhan Pamuk, Latife Tekin, Bilge Karasu gibi isimler yer alıyordu.
Her ne kadar 1980’lerde artık dış dünyayı yansıtmak kimi yazarlara çekici gelmese de bunun altında yatan nedenler hem toplumsal, hem siyasal hem de yazınsaldı.
Yenilikçi Romana farklı bir renk getiren Orhan Pamuk ; “ kendi romanlarında her zaman yaptığının modern edebiyattan öğrendiklerini yerli malzemeyle birleştirmek olduğunu” söyler.
O zaman şimdi  Orhan Pamuk’un  modern edebiyattan öğrendiklerini  yerli malzemeyle nasıl birleştirdiğine, 80 Dönemi sorunlarının Kara Kitap’a nasıl yansıtıldığına bakalım.
Kara Kitap bir metnin hem soldan sağa hem de sağdan sola okunuşu, bugünleri öngören  dünün resmedilişi, Kara Kitap hem Türkiye’nin hem de Osmanlı’nın kalbine bir yolculuk...
   Kara Kitap’ın geçtiği yıllar ; İstanbul’da büyük bir nüfus patlaması baş gösterdiği, türbanlı, askeri rejimli yıllardı.Tüketim özleminin  kılcallaşıp, gittikçe budaklaştığı ve artık hiçbir şeyin yadırganmadığı yıllardı...
Bir yandan modernite topluma damgasını vurmaya başlamış ve Türk insanı “Çağdaş Batı” olarak adlandırılan dünyanın büyüsüne kapılmaktan kendini alamamış, diğer yandan ise modernizm bir tür kimlik yozlaşmasına dönüşmeye başlamıştı. Artık insanlar kendileri olmaktan, aynada hep birbirine benzeyen yüzleri görmekten sıkılmaya başlamıştı.Sokaklar, caddeler, evler, dükkanlar bunalmış umudu başka yüzlerde, başka imgelerde, başka görüntülerde, başka kimliklerde arayan insanlarla doluydu.
   Tüketim özlemi her yerde kendini gösteriyordu.Kimi zaman insanlar müzikli bir sigara kutusundan,küçük parmak büyüklüğündeki dolma kalemlere, renkli tespihlerden, rüya yorumları kitaplarına kadar belki duydukları ama hiç görmedikleri nesnelere hücum ediyorlardı.
İşte Nişantaşı’nda  artık ismi Harbiye Polis Karakolu olan eski Teşvikiye Karakolu’nun karşı köşesinde, sattığı onca masalsı nesneye rağmen yıllardır gerçekliğini sürdüren, binlerce renk, koku tat cümbüşü Alaaddin’in dükkanı Kara Kitap’ta Türk Kimlik yozlaşmasının göstergelerinden biridir. 
“ Bir bakıyordun, hepsi ayrı bir havada gözüken o kalabalık, hep birlikte bir müzikli sigara kutusu merakına kapılıyor, derken Japonya’dan gelen küçük parmağım büyüklüğündeki dolmakalemleri kapış kapış kapışıyorlar, ertesi ay ise hepsini unutup tabanca biçimindeki çakmaklardan öyle bir almaya başlıyorlardı ki, Alaaddin yetişemiyordu.Sonra bir plastik ağızlık modası başlıyor, bütün millet içtiği sigaranın iğrenç ziftini sapık bir bilim adamı zevkiyle seyrederek altı ay saydam ağızlık kullanıyor, derken; onu bırakıp sağcısı solcusu, dinsizi, dindarı Alaaddin’den boy boy, renk renk tespih alıp her yerde çekmeye başlıyor, bu fırtına dinip Alaaddin elinde kalan tespihleri iade edemeden, bir rüya modası çıkıyor, herkes rüyaları yorumlayan küçük kitapçığı alabilmek için kapıda kuyruk oluyordu.” (Pamuk,Orhan Kara Kitap 10.yıl özel baskısı sayfa:75)
  Bu cümlelerle anlatıyor Pamuk Alaaddin’in Dükkanı ismini verdiği bir bölümde toplumdaki tüketim arzusunun ne denli çok  ve nedenli değişken olduğunu...
Bu yoğun tüketim arzusunun, kimlik yozlaşmasının nedeni küreselleşmeye ve sonucu metalaştırmaya ve yabancılaşmaya dayanıyor bir bakıma.Neden mi?
Küreselleşme kendi özü itibariyle “uzak yerleşimleri birbirlerine, yerel oluşumların millerce ötedeki olaylarla biçimlendirildiği ya da bunun tam tersinin söz konusu olduğu yollarla bağlayan dünya çapındaki toplumsal ilişkilerin yoğunlaşmasıdır” Giddens’ın deyimiyle...
Yani yerel ile küresel artık iç içe geçmiştirler.Bir sonuç olarak karşımıza çıkan metalaştırma bireyin kendini dışsallaştırmasına ve böylece de yabancılaşmasına yol açmaktadır.
Kara Kitap’ta Türkiye’de yaşanılan bu yabancılaşma ve kimlik yozlaşmasına üstü kapalı da olsa değinilen bir diğer bölüm ; Bedii Usta’nın Evlatları ismini taşımaktadır.Bu bölüm gerçekçi bir perspektiften, içimizde kanayan bir yara olan kimlik sorunsalına büyük bir ustalıkla parmak basar.   
Bedii Usta ve evlatları ; her milletin, bir kültürel kimliğin,el, kol ve yüz hareketlerine sahip olduklarını düşünmekteydiler.Onları kendileri yapan bu hareket ve mimikler aynı zamanda onları ‘onlar’ yapan özelliklerdi ve onlarla içkindi.Bir kimliğin işareti ve aynı zamanda hazinesiydi bu hareketler.    
   Giderek artan sinemalar ve  Amerikan film sektörü başta gençleri olmak üzere, kadınlardan,çocuklara, erkeklere, hatta yaşlılara kadar bir veba salgını gibi herkesi etkisi altına almaya başlamıştı.
   Türkler artık Türk gibi davranmaz olmaya başlamışlar, kendileri gibi olmaktan iyice sıkıldıklarından filmlerde gördükleri Avrupalı, Amerikalı artistlere öykünmeye başlamışlardır.
   Bedii Usta mankencilik zanaatını ölümünden sonra oğullarına devretmişti.Bedii Usta’nın döneminde mankencilik Allah ile boy ölçüşmek olarak görülmüş, oğullarının devir aldığı dönemde ise Batılılaşma, kimlik yozlaşması gibi nedenlerle rağbet görmemişti.Rağbet görmemesinin nedeni Bedii Usta’nın mankenlerinin Batılı İnsanlara değil de bizim insanlarımıza benzemesiydi.
“Müşteri sokakta her gün on binlercesini gördüğü o bıyıklı, çarpık bacaklı, kara kuru vatandaşlardan birinin sırtındaki paltoyu değil, uzak ve bilinmeye bir diyardan gelen yeni ve güzel bir insanın giydiği ceketi sırtına geçirmek ister ki, bu ceketle birlikte kendi de değiştiğine, başka biri olabildiğine inanabilsin”. (Pamuk,Orhan Kara.Kitap 10.yıl özel baskısı sayfa: 92)
   Yani Türkler artık Türk değil başka biri olmak istiyorlarmış ve bir elbiseyi değil bir düşü satın alıyorlarmış, bir arzuyu...
   Bir insanın en önemli hazinesinin jest, mimik ve beden dili olduğunu savunan Bedii Usta en sıradanından, en seçkinine kadar herkesin kendi mimik, jest ve hareketlerinin değişmeye başladığını ve bunun en büyük nedeninin ise Batı’dan getirilen filmler olduğunu belirtiyordu.
   Bu kimlik yitimi, yozlaşma ve öykünmenin toplumsal olarak anlatıldığı bu iki bölümden sonra, bireysel düzeydeki kimlik parçalanmalarına, kendi olma sorunsalına, ben- öteki ikilemine ve Kara Kitap’ın kahramanlarına geçelim.BAŞA DÖN
BÖLÜM 2 :
KARA KİTAP’IN HERMENEUTİK İNCELEMESİ :

 Kara Kitap üzerine yazılan yazılara, yapılan eleştirilere, gazetelerde çıkan röportajlara, hatta bir  yazarı  “anlamak” için yayınlanan kitaplara baktığımızda Kara Kitabın bir çok konuda yoruma  açık olduğunu görmekteyiz.
 Kara Kitap Üzerine Yazılar   ismini taşıyan ve Nüket Esen’in derlediği eser Kara Kitap üzerine bir çok eleştirinin ve yorumun bulunduğu zengin bir kaynak.Kitapta 30 farklı eleştiriyi okurken, bir eserin yorumlanmasının ne kadar farklı boyutlara uzanabildiğinin de tanığı oluyoruz aynı zamanda.
 Kara Kitap’ı metafiction olarak değerlendirenlerden, dil –anlam sorunlarına dikkat çekenlere,metinlerarasılığa değinenlerden, kitabı post-modern olarak yorumlayanlara kadar geniş bir çerçeveye sahip.Tüm bu yazılanları okuduktan sonra, tekrar Kara Kitap’ı ilk okuduğum heyecan ve zevkle okurken, aklımda hep aynı sorular vardı: Bir eser nasıl olur da bu kadar farklı okumalara yol açabilir? Bir eseri zengin ve karmaşık kılan, yarattığı farklı okumalarda mı gizlidir? Peki bu zenginliğin, gizemin ve dağınıklığın arka planın da ne yatmaktadır? Kitap bu kadar -gizemli, dağınık, karmaşık ne derseniz deyin- olmasaydı yine de Türk Edebiyatının en çok okunan ve eleştirilen kitaplar arasında ki yerini alır mıydı?
   Bu soruları ne kadar çoğaltırsak çoğaltalım, ya da bu sorulara ne kadar cevap vermeye çalışırsak çalışalım  ortaya çıkan tüm sözcükler yine bir yorum denemesi olacak.Oysa kitabın taşıdığı tüm kurmaca ya gerçek özelliklerine rağmen, okuru derinden etkileyen ayrıntıları, birbirlerini tamamlayan sözdizimleri, ve her bir bölümde eskilerde kalmış ama hala içimizde taşıdığımız bir yüz, bir koku gibi zaman zaman ortaya çıkan bir hüznü ve eserin tümünde hakim olan, Sayın Pamuk’un her bir hikayede farklı anlatıcılarla, farklı zamanlarda ki çeşitlemeleriyle ele aldığı bir gerçekliği var.
 Bu gerçeklik bir “aşkın” ve “kimliğin”, kendi olmanın ne olduğunun ya da olmadığının arayışı...
 İşte bu yüzden ben, Galip’in Rüya’ya aşkı temelinde çıktığı bu kimlik arayışını, bu kimlik arayışının psikolojik ve toplumsal boyutlarını, ben-öteki sorunsalının  sınırlarının nerelere uzandığını, herkesin tam anlamıyla neden kendi olup olamayacağını anlamaya ve anlamlandırmaya çalışacağım bu bölümde.
 Bir diğer amacım ise bu anlamlandırma girişiminde Kara Kitap’a yöneltilen eleştiriler çerçevesinde, kitabın aslı sorunsallarından çok tartışılan konu ve göndermelere de yine yukarıda değindiğim açıdan yorumsamacı bir bakıştan sunmak.
 Kitabı neden eleştirel bakışla değil de hermeneutik açıdan inceleyeceğime gelince şunu söyleyebilirim ki : kitap bir çok açıdan incelendi, ve bu incelemelerin arasında kendi kendime hep acaba sayın Pamuk kitabı yazarken bunca şeyi gerçekten kurguladı mı diye sordurtan yorumlar var.  Benim ortaya koyacağım bu yorum denemesinin bütün o yazılanların bir kolajı değil, bir çoğuna gönderme niteliği taşımasını istiyorum.
 Bu yüzden öncelikle hermeneutiğin ne olduğu, nasıl doğduğu, bir metni ya da eseri anlamanın, ifade etmenin ve yorumlamanın ne gibi açmazları ve üst yorumları olduğuna değinelim ve Kara Kitap’ı hermeneutik açıdan ele almaya çalışalım.  BAŞA DÖN
HERMENEUTİK (YORUMBİLGİSİ) ÜZERİNE
 
Sanat yaşamayı anlamanın organonudur.
                                           Wilhem Dilthey
 Sanat ve yaşama baktığımızda, sanatın yaşama deneyimine dayandığını ve kaynağını, konu içeriğini bu yaşama deneyiminde bulduğunu söyleyebiliriz.Sanatın yaşama deneyiminin içerisinde kendini gerçekleştirdiği gibi, bilim de yine belirli bir çerçeve içinde, sanata ve sanatsal araçlara bağımlıdır.İşte bu yüzden diyebiliriz ki ; yaşamın kendi içinde taşıdığı gerçekliği kavramak, ifade eden, temsil eden, yansıtan sanatın ve hepimizi etkisi altına alan bilimsel düşüncenin birlikte, ele ele ortaya koydukları etki ile mümkündür.Çünkü yaşamın soluk almasıdır sanat ve her anlama bir yeniden üretim sürecidir.Bu yeniden üretme ve anlama sürecinde, iç deneyim, kişiye özel durumlar ve bireysel ya da toplumsal yaşantının üzerinde durmak zorundayız çünkü parçalara ayrıldığımız durumların,bizi parçalayan iç deneyimlerin yaşamın, yaşamımızın her anıyla içkinliği vardır.Çünkü “şuan” dediğimiz parça geçmişten bağımsız olamadığı gibi gelecek de “şuan” dan bağımsız olamayacaktır.
   Bu anlama ve üretme sürecinde bağlı olduğumuz bir diğer husus ise diğer bireylerle kurduğumuz ilişkiler ve yaşam deneyimlerimizdir. Diğerleriyle kurduğumuz bu bağ ; çıkarımlar, dışavurumlar, kodlamalar, açımlamalar, benzetmelerle kurulur.Bu yüzden diğerlerinin dışavurumları, ifadeleri, yansıtmaları farklı farklı yorumlanır.Bu yüzden Mevlana’nın da dediği gibi “Söyleyebileceklerimiz ancak karşımızdakinin anlayabileceği kadardır”.
    Öte yandan bir sanatçının yarattığı dünya, bu dünyanın içindeki tüm varlıklar, nesneler, olaylar,onların kendi kaderleri, kendi öznel anlamaları olarak öznel bir alanda algılanabilir, ama sanatçının kendi içinde de olsa yarattığı dünya her şeyin birbiriyle bağıntılı olduğu bir süreçtir. Elbette bu sürecin bizimle nedensel bağlara sahip değildir.  Schiller’in ifade ettiği gibi bir tür oyun ilişkisidir bu.
   Buradan yola çıkacak olursak ;  HERMENEUTİK ( Hermeneuien sanatı) bildirme, haber verme, açıklama, açımlama,anlamayı anlama sanatıdır.Bu süreci Gadamer “... oyunu kesin olarak sona erdirecek belli bir hedef yoktur, oyun sürekli bir biçimde yinelendikçe kendini her defasında yeniler” cümlesiyle ifade eder.Çünkü anlama bitmeyen bir süreçtir. Bu yüzden hermeneutik etkinliği daima bir başka “dünya” ya ait bir anlam bağlamını o an içinde yaşanılan dünyaya aktarma etkinliğidir.
 İlk kez Schleiermacher, Schlegel’in etkisiyle, hermeneutiği evrensel bir anlama ve açımlama öğretisi haline getirmeyi denemiştir.Schleiermacher hermeneutiği, konuşma,  birbirini anlama temelinde ele almış ve bu hermeneutiğe yeni bir boyut kazandırmıştır. Dilthey ise anlamayı “ Dıştan verili olan işaretlerden hareketle içsel olanı bilme süreci olarak” adlandırır.Dilthey yaşama-ifade-anlama arasındaki metodolojik bağıntıyı şu cümlelerle anlatır:
  “Yaşama –ifade-anlama bağıntısı, sadece kendilerini dışavurdukları, jestleri, mimikleri, süreklilik gösteren tinsel yaratıları...veya tinin toplumsal oluşumlar içinde kendini dışa vurduğu sürekli nesneleşmeleri kapsamaz.Psikofizik yaşam birliği/tekliği bile, ancak yaşama ve anlama arasındaki iki taraflı ve hep birbirine katlanan ilişki aracığıyla bilinir.Bu ilişki, psikofizik yaşam birliğinde/tekliğinde zaten içerilmiştir; öyle ki birey kendi birliğini/tekliğini, hep,  hatırlamayla, geçmişte kalmış bir şey olarak bulur...Kısacası anlama süreci, yaşamanın kendi üstüne bükülerek kendi derinliği içinde kendini aydınlatması sürecidir.Ve öbür yandan biz, kendimizi de, kendimizin ve bir diğer yabancı yaşamın ifade tarzı içine taşıyarak anlarız.Öyle ki, yaşama-ifade-anlama bağıntısı, her yerde, insanlığı kendisine dayanarak tin bilimlerinin nesnesi kılmak için hazır bulunur.Ve böylece tin bilimleri yaşama-ifade-anlama bağıntısı içinde kurulmuş olurlar.Yaşamın özgül, bana ait bağlamına, ancak zamanın doğası gereği, kendimi kendi yaşamımın akıp gidişi içinde hatırlamak suretiyle sahip olurum.Uzun bir olaylar dizisi, sonradan, hatırlamalarım içinde birlikte etkili olurlar.Bunlardan herhangi biri, aynen, yeniden üretilebilir değildir.Zaten daha bellekte bir seçim yapılır.Bu seçimin dayandığı ilke, geçmişte kalmış şeyler olarak benim bir zamanki yaşam sürecime ait tekil yaşantıların sonradan değerlendirilmesi sırasında sahip olduğum yeni kavrayış olur.Ve şimdi geriye doğru düşündüğümde, benim için yeniden üretilebilir olan şey, artık onun   karşısında bu gün takındığım tutumla, onun ne ifade ettiğiyle, benim onu bu gün nasıl gördüğüm  ile bağlantılı olarak üretilmiş olur.Yaşamımın önem taşıyan her parçası, benim şimdiki yaşama yorumum aracığıyla, benim şimdiki durumuma göre, bugünümün ışığı altında, yine benim tarafımdan şekil verilmiş bir halde kavranılmış olur.”(Çev. Özlem,Doğan,Hermeneutik Üzerine Yazılar, Ark Yay. 1995 sayfa:134/135)
    Her şeyin büyük bir hızla değiştiğini, anlamların süreç içerisinde farklılaştığını, yaşama,bireylere hayatımızda ki her şeye yüklediğimiz değerlerin aynı kalmadığını, ne toplumsal ne de bireysel ilişkilerde, olaylarda, sürekli bir değişim, dönüşüm, yeniden üretim ve çatışmanın olduğunu düşünecek olursak dünün ışığı altında baktıklarımızın solgunlaştığını görebiliriz elbette.
   Hermeneutiğe bir açımlama sanatı olarak dilbiliminden,tarihe, retorikten, nesnel açımlama tarzlarına kadar etkili olmaktaydı.Schleiermacher anlamanın analizine, anlamanın arkasındaki amaçlanan bilginin özüne inerek, bu süreç içerisinde yer alan yardımcı araçların ve  kuralların üzerinde  durmuş, fakat “anlama”yı sadece yazılı eserler üretme süreciyle değil, bir yeniden kurma, yeniden konstrükte etme olarak ele almıştır.   Schleiermacher yaşamı etkileyen bir eserin ortaya çıktığı yaratma sürecini kendinde hissetmeyi, sezmeyi ve kavramayı, yazılı bir eserin işaretlerinden ve o eseri yaratanın niyet ve düşüncesinden hareketle anlamamızda gerekli bir koşul olarak görmekteydi.Anlama ve açımlama daima yaşamdan etkilendiklerinden ve yaşamı etkilediklerinden, yaşamı etkileyen eserlerin açımlamasında olduğu kadar bu eserlerin yaratıcılarının tinleriyle bağıntısının açımlamasına da yol açarlar.
 Anlamanın, bilmenin en geniş anlamda genelgeçer bilgiye ulaşılmaya çalışılan bir sürecin kavrandığı yerde bir kavram olduğunu söylemiştik.Anlama aynı zamanda psişik yaşamın duyusal olarak verili işaretlerinden, bu psişik yaşamın bilgisine ulaşma sürecidir de.
 Bu süreçte önemli bir yere sahip olan yorum ise, 21.yüzyıl edebiyat kuramcılarının sık sık kullandığı ve üzerinde tartışmaların sürdüğü aslında uzun bir geçmişe sahip olan bir kavramdır.
   Kavramları bir yana bırakıp kutsal metinlerden, kimi zaman hayata katlanmak için okuduğumuz kitaplara,sığındığımız metinlere hayatın kendisine baktığımızda da anlamanın, anlamlandırmanın ve yorumlamanın nedenlerinin ve sonuçlarının kendi aralarında farklılıklar gösterdiğini ve tek bir yorumun olmadığını görmekteyiz.Seçilen bir metinde rol oynayan unsurlara baktığımızda bu unsurların o metini yorumlamadaki etkilerini anlayabiliriz.Bu unsurlar metin yazarının o metni, eseri yazarken geçen süreç ve yazarın niyeti,okurun niyeti ve yapıtın niyeti olarak belirlersek; Umberto Eco’nun okur ayrımlarına da değinmemiz gerekir.
 Eco Ampirik Okur, Örtük Okur, Örnek okur ayrımlarında, bir metnin amacının Örnek Okur’u üretmek olduğunu söyler. ‘Örnek Okur;metni,bir bakıma okunması tasarlanan -bu tasarı, çoğul yorumlara elverecek şekilde okunma olasılığını içerebilir- biçimde okuyan okurdur.’ ( Eco,Umberto,Yorum ve Aşırı Yorum,Çev. Atakay, Kemal,Can Yay. 1997 Sayfa:19)
   Kara Kitap’ın kahramanlarından köşe yazarı Celal Salik’in şu cümleleri tam da buna işaret eder nitelikte sanırım:
 “İnsanların çoğu nesnelerin esas özelliklerini, sırf bu özellikler burunlarının dibinde olduğu için fark etmiyorlar da, kenarda  köşede kalan, böyle olduğu için dikkatleri çeken ikincil özellikleri görüp tanıyorlar. Bu yüzden yazılarımda, onlara göstermek istediğim şeyleri apaçık göstermiyor, yazımın bir köşesine sıkıştırır gibi yapıyorum.Anlamı sakladığım bu köşe çok gizli saklı bir köşe değil tabii, benimkisi çocuk kandırır gibi bir saklamaca, ama orada buldukları şeye çocuk gibi hemen inanıverdikleri için böyle yapıyorum.Ve en kötüsü, yazının geri kalan büyük kısmına yerleşen, burunlarının dibindeki o apaçık anlamla, birazcık sabır ve zeka isteyen gizli ve rastlantısal anlamlar da fark edilmeden gazete bir kenara atılıveriyor.”(Pamuk,Orhan,Kara Kitap,İletişim Yay. 10.yıl baskısı sayfa:126)
   Buradan, yazarın niyetiyle okurun niyetinin metinde kesişmediklerini anlamak mümkün. Bu tür metinlerin tek bir yorumu olmadığı gibi, bir de yazarın kurmaca ya da gerçek olarak yazısının orasına burasına sıkıştırdığı, gizlediği, bulunmak için beklenen bir takım şifreleri, anlamlandırmaları ya da göndermeleri metin içinde yer alabilmektedir Celal’in köşe yazılarında olduğu gibi. O halde Eco’nun örnek okur olarak adlandırdığı, metni okunması tasarlanan biçimde okuyan okur, kimi zaman yazarın metnin içine dahice serpiştirdiği göndermelerden bihaber olabilmektedir.Peki yazarın niyetiyle okurun niyetinin farklı yorumlara açık bir metinde     buluşması ne kadar mümkündür?
   Yorum aşırı yorum kavramlarının ayrımı ışığında, yorumun sınırsız, bir üst yorum olması onun bir amacının bulunmadığı anlamına gelmez elbette.Yapılan yorum sonuçta bir metinde söz dizimlerinin, kelimelerin neden şu biçimde değil de bu biçimde bir araya gelerek işaret etmeye çalıştıkları özelliklerdir.Öte yandan metnin ortaya koymak istediği niyetten kopmadan metni kendi amacına hizmet eder gibi bir yorum ne anlama gelir?
 Georg Simmel “giz”in anlamına dair söylediği cümlelerine bakalım:
    “Giz insana ayrıcalıklı bir konum sağlar ; giz salt olarak toplumca belirlenmiş bir çekim gücü oluşturur.Giz, temel olarak, denetim altında tuttuğu bağlamdan bağımsızdır, ancak elbette gizi salt olarak elimizde tutma durumumuz ne denli kapsamlı ve önemli ölçüdeyse, giz o denli etkili hale gelir...Derin ve anlamlı her şeyi saklayan gizlilikten, gizli olan her şeyin önemli ve elzem olduğu şeklindeki tipik hata doğar.Bilinmeyen karşısında insanın doğal idealleştirme itkisi ve doğal korkaklığı aynı amacı doğuracak şekilde işbirliği yapar :İmgelem aracılığıyla bilinmeyeni yoğunlaştırmak ve çoğunlukla apaçık gerçekliğe uygulanmayan bir vurguyla dikkati ona yöneltmek.” (Eco,Umberto,Yorum ve Aşırı Yorum,Çev.Atakay,Kemal,Can Yay.1997,Sayfa:48)
    Georg Simmel’in de vurguladığı gibi “giz” denilen şey bir çekim gücüne sahipse ve bir metne  dahice yerleştirilmişse,  bilinmeyen karşısında elbette bir korku sarar içimizi. Çünkü metin yorumu yapan kişinin iç dünyasını ve bağlantılarını keşfedeceği açık uçlu bir evrendir.Metnin gizi ve gücünün kaynağını aldığı nokta tam da burada bir yerlerdedir aslında.  Peki bu açık uçlu evrende yanılsamaların rolü nedir? Anlam yanılsamaları metnin iyi tasarlanmamış olmasından mı kaynaklanır ya da anlam yanılsaması dediğimiz şey bir metnin farklı aşırı yorumlarından mı oluşur? Söylenmeyeni söylemek yerine neden onu gizler sözcükler?Metnin anlamını keşfeden okur, keşfettiği şeyin anlamının o an yitirildiğini, yeni anlamlara ulaştığında mı anlar, öte yandan gerçek okur bir metnin gizinin, metnin boşluğu olduğunu anlayan okur değil midir?Her şeyin her şeyi işaret ettiği bir metinde, bir göstergenin anlamı olduğuna inanılan şey aslında bir başka anlamın göstergesi olamaz mı?Bundan sonra sorulacak soru şu olsa gerek: Okurun metinde bulduğu şey metnin özgün bir anlam sistemine bağlı olarak söylemeye çalıştığı şey midir, yoksa okurun kendi beklenti sistemlerine bağlı olarak bulduğu şey mi?     
     Edebi metinlerin geneline baktığımızda bu metinlerin belirli bir bilgi içerme zorunluluğu olmadığını görmekteyiz.Edebi metinler çoğunlukla bir anlam taşıyıcılarıdır çünkü.Bu anlamanın da okuyucu tarafından doğru veya yanlış veya farklı anlaşılması her zaman söz konusudur.Bu noktada hermeneutik devreye girerek,bir metni yorumlamada, metnin sahip olduğu gizli ve derin anlamları yazarın kişiliği, dili, yazdığı dönemle bağlantı kurmamızda yardımcı olur.Ortaya konulan birbirinden farklı yorumlara doğru ya da yanlış demek pek mümkün değildir.Çünkü dil çok anlamlılığa açıktır ve yoruma açık metinlerde aynı metnin farklı yorumları metnin çok anlamlılığının yansımalarıdır.
     Yine Schleiermacher’e dönecek olursak: Ona göre yorumcunun asıl amacı önce metni en az yazarı kadar iyi anlamak olmalıdır.Öncelikle nesnel olarak yazarın düzeyine ulaşan yorumcu, daha sonra öznel alana girerek yazarın yaşamını, özellikle de ruhsal yaşamına dair ipuçları bulmaya çalışmalıdır.Yorumcu yorumlama aşamasına geçmeden önce yazarın sosyal ve tarihsel çevresi hakkında bilgi edinmelidir.Psikolojik yorumlamada ise yorumcu, eserin yazarı üzerinde yazarın kişiliğini ortaya  çıkarmaya yönelik çalışma yaparak ; kendisini yazarın yerine koyarak onun kişiliğini tanımlamayı amaçlamalıdır.Yazarı o eseri yazmaya iten etmenler, bu etmenlerin yazarın yaşamıyla, eserin oluşum dönemi arasındaki paralellikler Schleiermacher’e göre yorumcuya önemli yol göstericilerdir.     BAŞA DÖN
 
BÖLÜM 3 : KARA KİTAP’IN KARAKTERLERİ ÜZERİNDEN AŞK VE KİMLİK’E DAİR
   Her şeyden önce bir aşkın ve kendi olma arayışının ele alındığı bir yapıt Kara Kitap.Ele aldığı “aşk” ve “kimlik” temalarıyla Orhan Pamuk yine her bölümde okuru şaşırtmaya ve derinden sarsmaya devam ediyor.  
Dağınık ama kendi içinde tutarlı bir yapıt olan Kara Kitap’ın bize sunduğu “aşk” ve “kimlik” temalarının; farklı tarihlerde, farklı hikayelerde ve farklı anlatıcılarda  kilitlenmekte olduğunu görmekteyiz. Bu iki tema kitabın dokusuna  bu denli sinmiş olduğundan “aşk” ve “kimlik”i birbirinden ayrıştırmadan, kitabın bazı karakterleri üzerinden yola çıkarak,aşkın kimlik üzerindeki etkisine, kendi olma sorunsalının hangi noktalarda aşkı dışarıda bırakabildiğine,ya da aşkın kendini arayan karakterlerde ne gibi etkisi olduğuna değinmeye çalışacağım.BAŞA DÖN

AŞK         
     RÜYA:  
          
“Rüyalarımız bir ikinci hayattır”.
                                              Gerard de Nerval
   Aslında her şey Rüyanın ardında on dokuz kelimelik bir terk mektubu bırakıp evden gitmesiyle başlasa da ;Kara Kitap en çok bir arayışın romanı olarak Rüya karakterinin üzerinde kilitlenmiş ve çözümlenmeye çalışılmış bir eser.Kitapta bizzat Rüyanın kendisiyle, eşi Galip’in telefon konuşmasından başka bir diyaloğa sahip olmasak da aslında Rüya tıpkı bir ‘rüya’- gibi gerçekte, kurmacada ya da metinde- varlığını içten içe hissettirmekte ve karısına böyle tutkulu, paranoyak, hatta hastalıklı olarak aşık olan bir adamın sevgisinin boyutlarını kendi kendimize sorgulatacak kadar önemli paya sahip olan bir karakterdi.
   Dış etkilere açık bir kişiliğe sahip olan Rüya bir o kadar meraklı, çocuksu ve gizemliydi de.Her ne kadar Rüya’yı Galip’in cümleleriyle tanısak da, diğer karakterlerin yanında Rüya elbette hiç görünmüyor gibi algılansa da ; ben Rüya’nın tam anlamıyla düş ile gerçek arasında bir yerlerde çok iyi betimlendiğine inanıyorum.Tüm eleştirilere hatta sayın Pamuk’un ‘Bazen Rüya’yı yeterince anlatmadığım hissine kapılıyorum’ cümlelerine rağmen ; böyle düşünmemin nedeni kitabın her şeyden çok bir aşk ve kimlik arayışı ile örülmesinden, Galip’in Rüya’yı, Rüya ile anılarını, ona olan sevgisini çok iyi, hassas, detaylı dile getirmesinden ötürü okur kitabı ilk okuyuşunda olmasa bile 2. yada 3. okuyuşunda Rüya karakterinin böyle dışarıdan, bir o kadar da içeride kocası tarafından bu derece dokunaklı anlatılmasından oldukça etkileniyor. Belki de Rüya eserde bizzat yer alsaydı bu denli çekici, bu denli düşsel ve bu denli gizemli kalamayacaktı belki de.
   Peki Rüya’nın eşi tarafından bu denli çok sevilmesinde Rüya’nın nasıl bir payı vardı ya da Rüya’nın dış etkilere açık kişiliği evliliğine ya da eşine nasıl yansımıştı, ya da en önemli soru  kocası tarafından böyle sevilen bir kadın evini neden terk etmişti?Bu sorulara cevap arayalım şimdi.
   Öncelikle şunu baştan belirtmek gerekiyor sanırım Galip çocukluğundan beri yani kendini bildi bileli Rüya’ya tutkundu.Fakat aynı şeyi ne yazık ki Rüya için söylemek mümkün değil.Galip Rüya’nın ikinci kocasıdır ve kimilerine göre Galip Rüya ile evlenerek O’nu bazı sol fraksiyonlara mensup eşinden ve o içine düştüğü sefil hayattan kurtarmıştır.Ama Rüya hem eşine hem de evine fazla ilgili olmadığı gibi sanki başka bir şeyin özlemi içindedir.
   Galip ile Rüya’nın Rüya evi terk etmeden önceki son telefon konuşmalarına bakarak Rüya’nın soğuk tavrının ve Galip’in ilgisinin ortağı olalım:
-Galip: “Masanın üzerine bıraktığım gazeteyi okudun mu?Celal yine eğlenceli bir şeyler yazmış”.
-Rüya: “Okumadım”.
-Galip: “Saat kaç, geç yattın değil mi?
-Rüya: “Kahvaltını kendin yapmışsın”.
-Galip: “Seni uyandırmaya kıyamadım”.
-Galip: “Rüyanda ne görüyordun?”
-Rüya: “Gece geç saat koridorda bir karafatma gördüm,mutfak kapısıyla koridordaki kalorifer arasında...Saat ikide...İri bir şey...”
-Galip: “Bir taksiye atlayıp hemen geleyim mi?”
-Rüya: “Perdeler çekiliyken ev korkunç oluyor.”
-Galip: “Akşam sinemaya gidelim mi?Konak’a.Dönüşte de Celal’e uğrarız”
-Rüya: “Uykum var.”
-Galip: “Uyu.”(Pamuk,Orhan,Kara Kitap, İletişim Yay,10. Yıl Özel Baskısı sayfa:49)
   Bu cümleler kitabı okumayan bir okur tarafından çok yadırganmayabilir ama yine iki karakterin de tavrı ortadır.
   Rüya’nın dış etkilere açık, meraklı ve rahat  kişiliği, Galip’in içe dönük, kendiyle barışık olmayan, paranoyak özellikler taşıyan kişiliğine zıttır.
   Ama Rüya ile Galip’in arasındaki bu gibi diyaloglar  aslında birlikte ama yalnız olan iki insanın   çocukluklarından beri varolan durumlardı.Çocukluklarından beri Galip hep Rüya’dan daha duyarlıydı, Rüya ise hep daha umarsız...
   Bunu kitapta en iyi yansıtan bir olaya, bir Cuma akşamına gidelim:
   Rüya ile Galip ilkokul üçüncü sınıftaydılar.Bir Cuma akşamıydı.Hava kararmak üzeriydi. Nişantaşı Meydanı’ndan kış akşamının araba ve tramvay gürültüleri geliyordu.Galip ve Rüya’nın yeni bir oyunu daha keşfedip oynamaya başladıkları günlerden biriydi. “Yok Oldum” isimli bu oyunda Rüya ya da Galip apartmandaki amcaların, babaannelerin dairelerinden birine girip bir köşeye saklanıp yok oluyor, öteki de onu bulana kadar arıyordu.
“Yok olma sırası kendine geldiğinde Galip, iki gün önce bir yaratıcılık anında, dikkatini çeken Babaanne’nin  yatak odasındaki dolabın üstüne çıkıp gizlenmiş, Rüya’nın kendisini burada hiçbir zaman bulamayacağından emin, karanlıkta onun hayalini kurmuştu.Hayalinde kendisini arayan Rüya’nın yerine kendini koymuştu ki, yokluğunun acılarını Rüya nasıl hissediyor daha iyi bir anlayabilsin!Rüya ağlamaklı olmalıydı ; Rüya yalnızlıktan sıkılmış olmalıydı ; aşağı katta, karanlık arka bir odada gizlendiği yerden çıkması için Galip’e gözyaşlarıyla Rüya yalvarıyor olmalıydı.Çok sonra, çocukluğun sonsuzluğu kadar uzun süren bir bekleyişten sonra, Galip, sabırsızlıkla ve aslı kendisinin yenildiğini düşünmeden birden dolabın üstünden inip gözlerini soluk lambaların ışığına alıştırıp, bu sefer kendisi, apartmanda Rüya’yı aramaya başlamıştı.Bütün katlara inip çıktıktan sonra, tuhaf ve hayaletimsi bir duyguyla ve bir yenilgi havasıyla Babaanne’ye sorduğunda “Aa üstün başın toz içinde senin!” demişti karşısında oturan Babaanne. “Neredeydin? Seni aradılar”.Dede de “Celal geldi,Rüya ile Celal Alaaddin’in dükkanına gittiler”..(Pamuk,Orhan,Kara Kitap,İletişim Yay 10.yıl özel baskısı sayfa:83/84)
   İşte bu görüntü 24 yıl önceydi.Ama Galip hafızasından gözlerine bu görüntüyü her çağırışında içinde o günkü sabırsızlığı ve burukluğu yeniden hissediyordu.
   Sanki Rüya  üç yıllık evliliklerinde başka bir hayatın neşesini, eğlencesini kaçırıyormuş gibi hissediyor ve bundan şikayetçi gözüküyordu. Rüya hafızasının derinliklerini kapatmıştı bir kere Galip’e.
 Peki Rüya’nın Galip’e böyle davranmasının nedenleri ne olabilirdi, ya da Rüya’nın aradığı ama Galip’de olmayan parça hangisiydi?BAŞA DÖN
    GALİP:
Aşkın etkisi öyleydi ki üzerimde   
bütünüyle onun buyruğuna giren
gövdem çoğunlukla ağır ve cansız
bir nesne gibi hareket ederdi.
                                             DANTE
   Rüya’yı anlatırken Rüya’nın dış etkilere açık olan, rahat kişiliğinin tersine Galip’in içe dönük, paranoyak özellikler taşıyan kişiliğinin zıtlığından bahsetmiştik.Bu zıt özellikleri özel zevklerinde de görmekteyiz.Rüya iyi bir polisiye roman okuyucusuyken, Galip polisiye romanlardan nefret etmekteydi.Belki de bu nefretin sınırları Rüya’nın kendini o romanlara fazlasıyla kaptırmasından, Galip’in özgüvensizliğine, karısının hafızasını ona kapatmasından, Galip’in Rüya’nın dünyasına, Rüya’nın gizli bahçelerine girememesine kadar uzanmaktaydı.
   Acaba Galip mi Rüya’nın o gizli bahçelerine açılan kapıyı açamamaktaydı, yoksa Rüya mı Galip’in o kapıyı açmasını istememekteydi?
   Bu noktada amacım karakterlere haklı, haksız, duyarlı, özgüvensiz, umarsız, parçalanmış gibi nitelendirmeler atfetmek değil sadece tüm kitabın içine bir koku gibi sinmiş olan bir aşkı, bu aşkın beraberinde getirdiği kayboluşu, bu kayboluşu takip eden varışsız arayışları ve bunların altında yatan nedenleri anlamaya ve yorumlamaya çalışmak.
   Galip’e dönecek olursak; Galip Rüya’yı o kadar çok seviyordu ki Rüya’nın terk mektubunda yazdığı “Annemleri idare edersin” cümlesini bile Galip Rüya ile yapılmış bir ortaklık olarak kabul ediyor ve bu şekilde de olsa O’nun ile bir şeyleri  paylaşıyor olmaktan hoşnut oluyordu.
   Oysa Rüya ile evliliklerinde Galip sabahları işe gider, işten karısına birkaç kere de olsa telefon eder ve akşamları eve döndüğünde Rüya’nın içtiği sigaraların küllükte duran izmaritlerine bakarak ya da eşyaların, nesnelerin duruşlarından Rüya’nın o günü nasıl geçirdiğine dair tahminler yürütürdü.Rüya ise Galip’in onu işten arama nedenlerine hep dudak bükerdi. Öyle bir an gelirdi ki Galip’in yaptığı saçma sapan bir şakaya Rüya bazen onu şaşırtacak kadar çok gülerdi ; işte böyle anlarda Galip kendini karısının o esrarlı, gizli bahçesine yakınlaştığını hisseder, kimi zaman bu gizli ve esrarlı bölgeye ilişkin bir soru sormak ister ama Rüya’nın vereceği cevapla ondan uzaklaşacağını anlar, bir şey soramazdı.Böyle anlarda Rüya hep şöyle derdi: “ Gene boş bakıyorsun!”...
   Galip’in Rüya’ya olan aşkı “hastalıklı” bir aşk bana göre.Çünkü Rüya’nın Galip’e bu denli uzak olmasına  rağmen, Galip aşkını bu aşkın sessizliğini ince ruhunda gizlediği paranoyalarıyla, çağrışımlarıyla ve Rüya’nın bir gün mutlaka onu seveceği umuduyla o kadar derinlemesine yaşıyor ki...
Galip’in Rüya’nın alnına bakarak düşündüklerine bir göz atalım:
   “Uykunun huzuruna gömülmüş Rüya’nın kapıları kapalı bahçesinin söğütleri, akasyaları, asma gülleri ve güneşi altında gezinmek isterdi şimdi.Orada karşılaşacağı suratlardan utançla korkarak:Sen de mi buradaydın, merhaba!Bilip beklediği tatsız anılar kadar, beklemediği erkek gölgelerini de merak ve acıyla görerek :Affedersiniz kardeşim, siz karımla nerede rastlaşmış ya da tanışmıştınız? Üç yıl önce sizin evinizde, Alaaddin’in dükkanından aldığı yabancı bir moda dergisinin içinde, birlikte gittiğiniz ortaokul binasında, elele tutuştuğunuz sinemanın girişinde...Hayır belki de Rüya’nın hafızası bu kadar kalabalık ve acımasız değildi.” (Pamuk,Orhan,Kara Kitap,İletişim Yay, 10. yıl baskısı sayfa: 27-28)
   Bu cümlelerden anlaşıldığı gibi bir yandan karısının aklından neler geçirdiğini anlamaya çalışan Galip, öte yandan Rüya’nın hafızasının derinlerine inmeye çalıştığında karşılaşacağı yüzlerden, anılardan ve çağrışımlardan da ürküyor aslında.
   Galip’in Rüya’yı ilk gördüğü çocukluk yıllarından süregelen bu tutkusu, onun Rüya’yı hem bir sevgili, hem bir kardeş, hem bir akraba, hem bir eş, hem de bir dost gibi görmesinin nedenlerinden biriydi belki de.Çünkü Rüya aslında Galip için bir gerçek olduğu kadar bir “rüya” ydı da.Çünkü Galip için Rüya’nın dünyasına girebilmek, onun “rüya”larına ortak olabilmek onun en ulaşılmaz düşüydü belki de.
 Hastalıklı ve derinden sarsan bu aşkın ince ayrıntılarına da özenle yer verilen Kara Kitap’ta  bir an olsun Rüya’nın Galip’e  klasik ve şüpheci bir eş gibi “ Beni ne kadar seviyorsun?” gibi bir soruyu sorduğunu hayal edelim ve Galip’in şu cümlelerinden bu derin bağlılığın ince ayrıntılarına göz gezdirelim:
 “.... İnce kollarının üzerindeki küçük tüyleri severdim. Miyopluğunu kabul etmediğin gözlerini kısışını severdim.Gözlerini kısıp uzaktaki bir noktaya bakarken başka bir yere gittiğini, başka bir şey düşündüğünü anlayınca seni endişeyle severdim.Aklının içindekilerin bildiğim kadarını ve daha çok da bilmediğim kadarını korkuyla korkuyla severdim....Birlikte gittiğimiz bir filmi bir üçüncü kişiye hikaye ederken belleğinin ve hatırladıklarının benimkinden ne kadar farklı olduğunu korkuyla anladığımda seni severdim.Herkes labirentimsi merdivenlerden kıvrılarak sinemadan yeryüzüne ağır ağır çıkarken, bir kestirme bulup bizi bütün kalabalıktan önce kaldırıma çıkardığın zamandaki mutlu gülüşünü gördüğümde seni severdim.Vazonun yanında, neden orda bıraktığını anlayamadığım yüzüğünü günler sonra gene orada gördüğümde seni severdim.Öğle vakti, yazı masamın üzerinde oraya kadar nasıl geldiğini anlayamadığım bir tel saçını gördüğümde ve birlikte çıktığımız bir yolculukta, tıkış tıkış belediye otobüsün tutunma demirlerine sarılan öbür eller arasında yan yana  duran ellerimizin birbirine ne kadar az benzediğini kederle gördüğümde seni kendi gövdemi tanır gibi, beni terk eden ruhumu arar gibi, bir başka kişi olduğumu acı ve sevinçle anlar gibi severdim.” (Pamuk,Orhan Kara Kitap,İletişim Yay, 10.yıl baskısı sayfa: 183-184-445-446-447)
 Bu cümlelerden anlayacağımız gibi Galip Rüya’yı anlamaya, onun kapılarını Galip’e kapattığı hafızasına ve dünyasına girmeye çalışmaktadır. Rüya’nın o gizli ve çekici dünyasının kapılarını aralamaya çalışan Galip, içine çok fazla giremediği o hayat tam da bu nedenle   karısı Rüya’yı daha dehşetli bir şekilde sevmesine yol açmaktadır.
   Galip’in  Rüya’ya olan  aşkı için “hastalıklı” kelimesini kullanmamın altında yatan nedenleri anlamak için cevaplara değil sorulara ihtiyacımız var sanırım.Buraya kadar Galip’in aşkından ve Rüya’nın umarsız tavırlarından bahsederken, Rüya hep rüya ile gerçek arasında bir yerlerdeydi, Galip ise ona erişmeye çalışan aşık  kocaydı.Galip’in Rüya’ya olan aşkı dehşet verici bir aşk çünkü Galip, Rüya’nın ona tüm hafızasını, rüyalarını, günlük yaşam ayrıntılarının kapılarını bile kapatmasına rağmen Galip Rüya’yı o kadar seviyordu ki ona ‘Bu gün neler yaptın’ diye sormak yerine kül tablasındaki izmaritlere, evin dağınıklığına ya da   alınan yeni polisiye romanlara bakarak karısının o gün neler yapmış olabileceğine dair tahminler yürütüyordu.Çünkü korkuyordu Galip.Kendisine zaten uzak olan Rüya’nın hiç erişemeyeceği kadar uzaklara gitmesinden korkuyordu.Çünkü Galip’in hala umudu vardı belki de yetmiş üç yaşına geldiklerinde ve Rüya artık başka hayatlara özlem duymadığı o yaşta sevebilecekti onu.
 Bu aşkı besleyen en önemli şey elbette Galip’in kişilik özellikleri.Galip ezik, davranış bozuklukları, paranoyak kişilik özellikleri gösteren kendine güvensiz ve kendinden memnun olmadığı için mi bu denli takıntılıydı Rüya’ya olan aşkı ? Rüya ile gerçek arasında bir kadını bu denli neden severdi bir erkek? Peki ya Galip’in Rüya’ya olan bu aşkı ve Rüya’nın kendini Galip’e bu şekilde kapatması Galip’in yetersiz, eksik olduğu anlamına mı gelmekteydi?BAŞA DÖN
BELKIS:        
                İnsanın kendisi olmasının ne kadar zor  olduğunu bilirim.
                                                                                    ORHAN PAMUK
   Belkıs karakteri kitapta çok az bir role sahip olsa da, bir aşkın ve kimliğin arayışının ve farklı yansımalarının iyi bir göstergesi.Ortaokulda Galip ve Rüya ile aynı sınıfı paylaşmış Belkıs yıllar sonra Galip’in karşısına çıkmaktadır.Galip O’nu her ne kadar yıllar sonra ilk kez görüyor hatta pek hatırlayamıyor olsa da Belkıs Rüya ile Galip’in yıllar yılı çok yakın takipçisi olmuştur.Bunun altında yatan neden ise:BELKIS’IN GALİP’E OLAN HASTALIKLI AŞKIDIR.
   Nasıl Galip’in Rüya’ya olan aşkı tutkulu, kimi zaman hastalıklı bir aşksa Belkıs’ın Galip’e olan aşkı da öyledir.Ortaokuldan beri Rüya ile Galip’i dışarıdan seyreden Belkıs  kimi zaman Rüya’nın yerinde kendisi olduğunu düşlemektedir.  Bir başkasının yerine (Rüya’nın) geçmek istemesinin, kendinden memnun olamamasının altında yatan neden ise  yine bu AŞKtır.Şimdi Belkıs’ın geçmişi ortaokula dayanan bu aşkının kitaptaki alıntılarına yer verelim:
   “Tenefüslerde, saçlarını ıslatarak arka ceplerinden çıkardıkları tarakla tarayan ve anahtarlıklarını pantolonlarındaki kemer halkalarına asan oğlanların hikayelerine o (Rüya) gülerken, ben, senin sıranın üzerindeki kitaptan başını kaldırmadan, göz ucuyla seyrettiğinin Rüya değil ben olduğumu düşünürdüm.Kış sabahları, yanında sen olduğun için yolun açık olup olmadığına bakmadan karşıdan karşıya geçerken gördüğüm o neşeli kızın Rüya değil, kendim olduğunu düşünürdüm.Bazı cumartesi öğleden sonraları, yanınızda sizleri gülümseten bir amca, Taksim dolmuşlarına  yürüdüğünüzü gördüğümde, seninle birlikte Beyoğlu’na benim de götürüldüğümü hayal ederdim.”(Pamuk,Orhan,Kara Kitap İletişim Yay,10.Yıl Baskısı sayfa: 250)
   Bu alıntıda da gördüğümüz gibi Rüya’nın yerinde olmak isteyen Belkıs onları bir gölge gibi  takip etmektedir. Sonra ki yıllarda da bu takibi sürdüren Belkıs ortaokul arkadaşı Nihat ile evlenmiştir.Çünkü Nihat’ı Galip’in Rüya’ya baktığı gibi baktırabilmiştir kendine.
   Yine Belkıs’ın Rüya ile Galip’i  bir gölge gibi izlediği akşamlardan birine giderek Rüya ile Galip’in dışarıdan nasıl bir çift olarak göründüklerine Belkıs’ın bakış açısından bakmaya çalışalım:
   “Sizi sinemada görürdüm.Sen hayatından memnun, lobideki resimlere bakarken, kolundan şefkatle tuttuğun karını balkona çıkan kapıya kalabalıkla birlikte götürürken o, duvarlardaki afişlerde ve kalabalığın içinde kendisine başka bir dünyanın kapılarını açacak bir yüzü arardı.Senden çok uzakta bir yerde, yüzlerin gizli anlamını okuduğunu anlardım.Beş dakikalık arada, sen hayatından memnun iyi uslu bir koca gibi karını sevindirecek hindistan cevizli çikolatayı ya da buzlu pengueni almak için  tahta kutusunun altına parayla vuran satıcıya el ederken ve ceplerinde bozuk para ararken, ben, sinemanın soluk ışıkları altında perdedeki halı süpürgesi ya da portakal sıkacağı reklamına mutsuzlukla bakan karının o reklamlarda bile kendisini başka bir ülkeye götürecek sihirli bir bildirinin izlerini aradığını sezerdim.”(Pamuk,Orhan,Kara Kitap,İletişim Yay 10.Yıl Baskısı sayfa: 249)
   Yine bu cümlelerde de Galip’in beş dakikalık sinema arasında karısına en sevdiği çikolatayı almak için uğraştığını fakat Rüya’nın kendisine başka bir dünyanın kapılarını açacak olan bir şeyi kimi zaman afişlerde, kimi zaman yüzlerde, kimi zamanda reklamlarda aradığını görmekteyiz. Bu cümleler Rüya’nın Galip’e ne kadar uzak olduğunu da bir kez daha gösteriyor.
   Belkıs’a döndüğümüzde Belkıs’ın Galip’e olan aşkıyla kendi kimliğinden uzaklaştığını, Rüya’nın yerinde olduğunu düşlediğini ve kendisi olamadığı, Rüya’ya öykündüğünü ve adeta parçalandığını anlamaktayız.İnsanın kendisi olabilmesinin ne denli güç olduğunu böylelikle keşfetmiş olan Belkıs’ın  bu aşk uğruna, nasıl kendisi olmakta güçlük çektiğine, kimliğinin nasıl parçalandığına,asıl-taklit düalitesinin bir başka varyasyonuna yine Belkıs’ın cümleleriyle Kara Kitap’tan bir alıntıyla bakalım:
   “Hayatımın olması gereken ‘asıl hayat’ın  bir taklidi olduğunu, bütün taklitler gibi utanılması gereken, acıklı, zavallı bir şey olduğunu düşünüyordum.O zamanlar, bu umutsuzluktan kurtulabilmek için elimden yalnızca ‘aslımı’ daha çok taklit etmekten başka bir şey gelmezdi.Bir ara, okul, mahalle, ya da çevre değiştirmeyi kurdum, ama sizlerden uzaklaşmanın, yalnızca sizleri daha çok düşünmekten başka sonuç vermeyeceğini de biliyordum.Yağmurlu  bir sonbahar günü, öğleden sonra, hiçbir şey yapmak gelmeyince içimden, camlara vuran damlacıklara bakarak saatlerce bir koltukta otururdum:Sizleri düşünürdüm,Rüya ile Galip’i.Elimdeki ipuçlarına bakarak Rüya ile Galip’in o anda ne yaptığını düşünürdüm, öyle ki, bir iki saat sonra karanlık odadaki koltukta oturan kişinin ben değil Rüya olduğuna inanasım gelir,bu korkunç düşünceden müthiş zevk de alırdım.”(Pamuk,Orhan,Kara Kitap,İletişim Yay, 10Yıl Baskısı sayfa: 253-254)
   Belkıs’ın bu hastalıklı aşkı, Galipte de olduğu gibi bir kendi olma sorununa ve bölünmeye, bir asıl-taklit düalitesine yol açtığından  ve büyük bir aşk olduğundan ötürü Belkıs karakterine yer verdim. BAŞA DÖN

KİMLİK

   Kimlik  ve kendi olma sorunu Kara Kitaptaki  bir çok bölümde farklı anlatıcılar, farklı tarihler ve farklı hikayelerde sık sık karşı karşıya geldiğimiz konular.Bu nedenle özellikle Galip ve Celal karakterleri üzerinden yola çıkarak Galip ve Celal’in kimliklerinden, kendi olma sorunlarına ve insanın salt kendi olabilmesinin ne denli olanaklı olduğunu da irdelemeye çalışacağım. BAŞA DÖN
 GALİP: 

Geçmişini, belleğini, hayallerini
kaybetmiş biri olmaktansa,    bir
başkasının kötü bir taklidi olmak
daha iyi değil miydi?
                      ORHAN PAMUK
Rüya’yı kaybetmemek uğruna, gözlerini tüm hayal kırıklıklarına, umarsız tavırlara kapamaya çalışan, haksızlığa uğramış, alıngan, saf, silik, sakar, özgüvensiz, kıskanç ve tabi ki aşık bir koca mıdır Galip?
   Kitabı okuyan çoğu okurun gözünde her ne kadar böyle bir karakter canlansa da, Galip’e bu tür sıfatlar atfetmek haksızlık olur gibime geliyor.Evet Galip bir yandan çocukluktan beri sevdiği Rüya ile olan evliliğinde gözlerini hayal kırıklıklarına kapamaya çalışırken, öte yandan da bu denli sevdiği karısının kendine kapattığı hayatının kapılarını aralamaya çalışmaktadır.Örneğin; Galip’in karısına bu gün neler yaptın demek yerine evdeki ipuçlarından Rüya’nın o gün neler yaptığına dair paranoyalar yapması ya da tahminler yürütmesi Galip’in silik ya da nevrotik ya da güvensiz olduğu anlamına mı gelmektedir?Belki evet belki de hayır... Benim amacım daha çok hayır ihtimallerinin ve nedenlerinin üstünde durmak.Çünkü bir insanın yalan söylemesinden çok neden o yalanı söylediğini anlamak gerekiyor bana göre, ya da kendinden memnun olmayan bir insanın, kim gibi olmak istediğinden çok neden kendinden memnun olmadığını araştırmak gerekiyor.
   Çünkü Galip’in böyle davranmasının altında yatan en önemli etkenlerden biri Rüya’nın O’na tüm hafızasını ve dünyasının kapılarını kapatmış olması... Bu elbette bizi Rüya’nın Galip’e hafızasını ve kendi dünyasının kapılarını kapatmasının nedenlerinin Galip’in silik, güvensiz, fazlasıyla aşık bir koca olması gibi bir ikileme de sokabilir.Fakat bu ikilem neden bir kadın kendini böyle büyük bir aşk ile seven bir adama bu denli duyarsız davranabilir sorusunu da sordurabilir bize? Bu sorulara cevap ve nedenler bulmaya çalışırken bir yandan da yeni sorular sormaya devam edelim.
   Galip karakterine baktığımızda, Galip’in kendinden memnun olmadığını kitapta açıkça görmekteyiz.Çocukluğundan beri Rüya’nın üvey ağabeyi olan köşe yazarı Celal Salik’in yazılarıyla büyüyen Galip’in Celal gibi olmak istediğini ya da Celal’in yazılarında anlattığı bir dünyanın parçası olmak istediğini söylemek mümkün.Galip’in kim olmak istiyorum sorusunun yanıtları elbette sadece Celal ile sınırlı kalmıyor. Neden mi?
    “Dedektif romanlarının kahramanlarına benzeyen o kişi olmadığını biliyordu Galip, ama o kişiye benzediğine, ‘onun gibi’ olabildiğine inanmak, çevresindeki eşyaların ve hikayelerin baskısını biraz olsun hafifletiyordu.” (Pamuk,Orhan Kara Kitap,İletişim Yay, 10.Yıl Baskısı sayfa: 141)
   Kendinden memnun olmayan Galip, Rüya’nın o çok sevdiği polisiye romanlarının bir kahramanına benzemek istiyordu belki de o kahramanlardan birine benzeseydi Rüya O’nu sevebilecekti.Bunu düşünmek bile Galip’i rahatlatıyor ve kimi zaman amansız bir arayışla o kahramanlara benzediğine inanıyordu.
 Kendi olamamasının nedenlerini aradığı bir labirente girdiğinde Galip, o labirentte karşılaştığı yüzler arasında Celali de görüyordu.Rüya’nın üvey abisi olan Celal Galip’in çocukluk yıllarından beri özenle okuduğu ve etkisi altında kaldığı bir karakterdi.Celal’in yazılarını takip etmesinin ve onunla olan akrabalığının yanı sıra bu iki erkeği birbirlerine bağlayan ya da bu erkeğin birbirlerini  farklı bir gözle görmelerinin sağlayan bir üçüncü karakter ise Rüya idi.Çünkü Rüya da çocukluğundan beri Celal’e hayrandı.
 ‘Kendini arama’ labirentinde Galip’in Celal ile rastlaşmasının kaynağının belki de ilk yansımaları Rüya’yı ele alırken de bahsettiğim bir alıntının için de gizliydi.Rüya ile Galip çocukluklarında keşfettikleri ‘Yok Oldum’ adlı oyunu oynarlarken, saklandığı yerde heyecan ile Rüya’nın onu bulmasını bekleyen Galip  kendisini bulamayan Rüya’nın ne halde olduğunu hayal ederken, Rüya Galip’i aramaktan vazgeçmiş Celal ile birlikte çoktan Alaaddin’in dükkanının yolunu tutmuştu bile.Galip’in hafızasına kazınmış olan bu anı, yıllarca silinmeyen çocukluk anıları gibi onu her hatırladığında aynı hayal kırıklığını hissettiriyordu ona.Yıllar sonra  Rüya onu yine bırakıp gitmişti işte...
   Belki de bu yüzden Celal gibi olmak istiyordu Galip, Rüya O’nu seçtiği için ya da Celal’in yazdığı hikayeleri Rüya dikkatle ve zevkle okuduğu için...
   ‘Senin yüzünden kendim olamadım hiç’ demek geldi Galip’in içinden Celal’in mankenine, ‘senin yüzünden beni sen yapan bütün o hikayelere inandım.’
   ‘Onu seviyordu ve ondan korkuyordu:Celal’in yerinde olmak istiyordu ve Celal’den kaçıyordu.Onu arıyordu ve unutmak istiyordu.’(Pamuk,Orhan,Kara Kitap, İletişim Yay,10.Yıl Baskısı sayfa: 238)
   Bu alıntılarda da gördüğümüz gibi kendisi olmasına izin vermeyen Celal’e aslında içten içe bir öfke duyuyordu Galip, kendi olmasına izin vermeyen her şeye duyduğu öfke gibi bir öfke.Dışa vurulmayan, sadece insanın kendi kendisiyle fısıldaştığı anlarda ortaya çıkan bir öfke.Hepimizde olan bir öfke...
  Galip Celal’e gizli bir öfke duyuyordu çünkü Celal Galip’in yanından öylece geçip giden bir çok insanı etkileyebiliyordu, Galip Celal’e öfkeliydi çünkü onun gibi olmak istiyordu, Galip Celal’e öfkeliydi çünkü Celal’den O da etkileniyordu.
   ‘Celal anlattıkça dünya anlamlanır, burnumuzun ta dibindeki gizli gerçekler daha önce bildiğimiz, ama bildiğimizi bilmediğimiz zengin bir hikayenin şaşırtıcı parçaları haline dönüşür, böylece, hayat da, daha bir katlanılabilir olurdu....Galip, kendi dünyasında değil, Celal’in anlattığı dünyada yaşamak istediğini düşündü.’ (Pamuk,Orhan,Kara Kitap,İletişim Yay, 10.Yıl Baskısı sayfa: 127)
   Peki Celal gerçekten başarılı, kendinden memnun, mutlu ve etkileyici miydi?Ya da köşe yazılarının insanları etkilemesi bu yazıların iyi olduğu anlamına geliyordu? Celal’in de herkes gibi kendine güvensizlikleri, uykusuz geceleri, korkuları yok muydu?
 Bu ve bunun gibi pek çok soruya Celal bölümünde yanıt aramaya çalışacağım.BAŞA DÖN
 CELAL: 

Özünden uzak kalmış her kimse,
özü ile bir olduğu ana geri dönmeyi diler.

                                             MEVLANA
    Kara Kitap’ta Celal karakterini ancak yazdığı köşe yazılarından ve Galip’in düşüncelerinden tanıyabiliyoruz.Çünkü O da Rüya gibi kitapta hiç yer almıyor.(Rüya’nın Galip ile yaptığı telefon konuşması dışında kitapta başka yer almadığını hatırlatayım).Onu bulmak istiyorsak yazılarına bakmak durumundayız tıpkı Galip’in kendisini terk ettiği karısı Rüya’yı bulmak için Celal’in yazılarını takip ettiği ve satır aralarını okumaya çalıştığı gibi.
    Köşe yazılarının  Galip’e Rüya’yı bulmasında nasıl bir yol gösterici olduğunu ve bunun nedenlerini, ya da Bu köşe yazılarının içinde barınan gizli anlamları kitabın ana hermeneutik yorumlaması bölümünde ele alacağım.
    Kimi zaman Celal’in yazılarında anlattığı bir dünyada yaşamak isteyen Galip, Celal gibi de olmak istiyordu.Peki ‘Celal gibi olmak’  nasıl bir şeydi? Celal Galip’in tersine kendine güvenen, kendi olmaktan memnun, kendine hayran olan okurlarıyla kurduğu yaşantısında mutlu biri miydi?
    ‘Gazetecilik dışında insanlarla ilişkisi o kadar sınırlıydı ki Celal’in, kalabalık bir toplantıya gitmek zorunda kaldığı zamanlarda yanında jestlerinden sözlerine, kıyafetlerinden yediklerine kadar her şeyini taklit edebileceği güvenilir bir arkadaşı bulunsun isterdi hep...Doğduğundan beri başının çevresini bir uğursuzluk halesi gibi saran o amansız yalnızlık duygusundan, insanlara sokulamama hastalığından kurtulamayacağını anlamıştı artık ; hastalığa kendini bırakıveren çaresiz hasta gibi, kim bilir hangi ücra odada, kaçamayacağı umutsuz bir yalnızlığın kollarına kendini tevekkülle bırakmıştı’.(Pamuk;Orhan,Kara Kitap,İletişim Yay, 10.Yıl Baskısı sayfa:132-133)
   Bu cümleler Galip’in ağzından dökülmemişti elbette.Celal ile birlikte çalışan ve içten içe onu kıskanan iki meslektaşının Galip ile konuşmasından aldığım bu alıntılar bize Celal’in kişiliği hakkında bir parça ipucu verebilir sanıyorum.
   Daha önemli birkaç alıntıya geçmeden önce, kendinden tek memnun olmayanın Galip olmadığının altını çizmek gerekiyor çünkü neden mi?
   ‘Kendimden, her zaman ki gibi memnun değildim, ama yazımdan ve hikayemden memnundum.Bu küçük yazı zaferimi uzun bir yürüyüşle hayal edersem, belki hiç geçmeyen bir hastalık gibi üzerime sinen mutsuzluk duygusundan biraz olsun kurtulurum sanıyordum.’ (Pamuk,Orhan Kara Kitap,İletişim Yay, 10.Yıl Baskısı Celal’in GÖZ adlı köşe yazısı sayfa: 146)
   Evet ; Celal de kendinden memnun değildi, belki de bu yüzden kimsenin değinmediği, unutulmuş ya da kaleme alınmaya değer görülmemiş, bir kenara atılıvermiş, araştırılmadan kapatılmış bir çok konu hakkında yazılar yazıyor, ona hayran okurlarına, ya da onu anlamaya çalışanlara, ya da bir hastalık gibi sürekli onun yazılarını takip eden ve satır aralarını okumaya çalışanlara yazılarında şifreler gönderiyordu.Ya da onlara bazı göndermeler yollayarak gelen mektuplardan bu göndermelerin  ne kadarının anlaşılıp anlaşılmadığını ölçmeye çalışarak kendinden memnun olmayan bir adamın kendine olan güvenini yerine getirmeye çalışıyordu.
     ‘Yıllardır, kendimi dışarıdan görürken kendime çekidüzen veriyordum.Kendimi dışarıdan görürken, “Evet, her şey yerli yerinde,” diyordum; kendimi dışarıdan görürken “Yeterince benzemiyorum,” diyordum, “benzemek istediğim şeye yeterince benzemiyorum”, diyordum. Ya da “Benziyorum, ama daha gayret etmeliyim,” diyordum yıllardır ve sonradan yeniden kendimi dışarıdan görerek, “Evet, benzemek istediğim şeye benzedim sonunda!” diyordum mutlulukla, “evet benzedim ve ben O oldum!.... Yanlış anlaşılmasın, insanın taklit etmeden, bir başkası olmak istemeden yaşayabileceğini sanmıyorum’.(Pamuk;Orhan,Kara Kitap, İletişim Yay,10. Yıl Baskısı sayfa:150)
     Celalin yine Göz isimli yazısından aldığım bu alıntılarda da Onun da Galip gibi kendinden memnun olmadığını görüyoruz.Fakat Celal kendinden memnun olmadığını, bir başkasına benzemek istediğini ve aslında insanın bir başkası olmak istemeden ya da taklit etmeden yaşayamayacağını belirtiyor.Toplumsal ya da bireysel olarak baktığımızda, toplumların ya da bireylerin başka toplumlar ve bireylerden etkilenerek ya da onlara öykünerek farklı davranış kalıpları geliştirdiğini söylemek elbette mümkün.Özellikle Amerikan Film sektörünün Kara Kitapta da belirtildiği gibi hayatımıza girerek, gülüşlerimizden, mimiklerimize, kelimelerimizden, tepkilerimize kadar bir çok yönden bizleri etkisi altına aldığı her ne kadar doğru olsa da Celal’in  yazılarında söz ettiği bir başkası olmak isteme ya da taklit etme toplumsal ya da bireysel öykünmeden biraz farklı sanıyorum.Çünkü aşağıda vereceğim alıntıdan da çıkarılabileceği gibi Celal kendinden memnun olmadığı için bir başkası olmak istemiyordu, başkalarının hoşlanabileceği insan tiplerini onlara iyi gözükmek için tek tek oynuyordu.Bunu da kendinden memnun olmayan bir insan  değil ancak kim olduğunu bilmeyen bir insan yapabilir.Oysa Galip’in kendinden memnun olmama durumumu Celal’inkinden daha farklıydı.Çünkü Galip tutkuyla sevdiği karısının hafızasına girmek istese de Rüya buna izin vermiyor ve Galip’in kendine olan güveni azaldıkça karısına olan bu bağlılığı gittikçe güçlenerek daha nevrotik bir hale dönüşüyordu.O da bu yüzden Celal gibi olmak istiyordu belki de.Daha rahat ya da kendine güveniyor gözüken Celal gibi.Şimdi Celal’in şu gibi davrandığı  alıntıya yer verelim:
    ‘Askerliğimin ilk gününde silah arkadaşlarım benim öyle biri olduğuma karar verdiler diye, bütün askerliğimi -en zor durumda şaka yapmaktan vazgeçmeyen biri -  olarak geçirdiğimi hatırladım.Vakit geçirmekten çok serin bir karanlıkta yalnız başıma oturmak için gittiğim kötü filmlerin beş dakika aralarında sigara içen işsiz güçsüz kalabalığın bakışlarından beni – çok anlamlı işler yapmaya aday değerli bir genç- olarak gördüklerine karar verdiğim için – çok anlamlı, hatta ulvi düşüncelere boğulmuş bir dalgın gibi- davrandığımı hatırladım.Bir askeri darbenin hazırlık planlarına ve iktidarı ele geçireceğimiz günlerin hayallerine gömüldüğümüz sıralarda, askeri darbe bir gecikir de, milletimin çektiği sıkıntılar daha da uzar korkusuyla, geceleri uyuyamayacak kadar milletini seven biriymişim gibi davrandığımı hatırladım.Kimselere gözükmeden gizlice gittiğim randevuevlerinde, orospular öylelerine daha iyi davranıyorlar diye, yakın geçmişte başımdan korkunç ve umutsuz bir aşk macerası geçmiş bir umutsuz gibi yaptığımı hatırladım.Kaldırım değiştirecek vaktim yoksa, polis karakollarının önünden iyi, uslu bir vatandaş gibi gözükmeye çalışarak geçtiğimi hatırladım.Hoşuma giden kadınların yanında kendim gibi olmayıp da onların hoşuna böylesi gider diye, kimine evlilikten, hayat mücadelesinden başka bir şey düşünmeyen biri gibi gözükmeye çalıştığımı hatırladım.Sonra, en sonunda, iki ayda bir gittiğim berberimde asıl kendim olamadığımı, taklit ettiğim bütün bu kişilerin toplamı olan bu kendimi taklit ettiğimi hatırladım’.(Pamuk,Orhan,Kara Kitap,İletişim Yay,10.Yıl Baskısı Celal’in KENDİM OLMALIYIM adlı köşe yazısı sayfa: 228-229)
   Her ne kadar yukarıda Celal’in kim olduğunu bilmeyen birinin gösterdiği davranışları sergilediğini yazsam da, aslında Celal kim olduğunu çok iyi biliyor sanırım. Celal aslında kendi kimliğinden memnun olmayan bir karakter gibi gözükse de, kendini seviyor. Çünkü çevresindeki insanlara onların hoşlanabileceği tür davranışlarda bulunmasının altında yatan aslı amaç bence onların hoşuna gitmekten çok, onların kendisinden hoşlanmalarını sağlamak.Yani tam bir pragmatist anlayış söz konusu...
    Böyle düşünmemin nedeni alıntımın son cümlesinden kaynaklanmakta.Celal asıl kendi olamadığını ve taklit ettiği bütün kişilerin toplamı olduğunu yazmış köşe yazısında.  Eğer Celal taklit ettiği bütün o kişilerin toplamıysa, neden öyleymiş gibi  yapmaya ihtiyaç duysun ki?
   İşte bu yüzden  bir çok maskeye sahip bir karakter olan Celal  böyle davranmakla kalmıyor köşe yazılarında belki de kendi inanmadığı bir çok şeye başkalarını inandırabiliyordu.
   Son bölüm olan kitabın ana hermeneutik yorumu bölümünde Galip’in kendisini terk eden karısını arayışına, bir aşk arayışından nasıl bir kimlik arayışına dönüştüğüne, Celal’in köşe yazılarının içeriğine  ve kitabın esrarına ve neden kara olduğu gibi bir çok detayı bu bölümde ele almaya çalışacağım.BAŞA DÖN
   Önceki bölümlerde Kara Kitabın bu üç karakterini  AŞK VE KİMLİK üzerinden anlamaya ve yorumlamaya çalışmıştım.Bu bölümde ise yine aynı karakterlerden yola çıkarak Galip’in arayışına, Celal’in bu arayışta Galip’e yol gösteren köşe yazılarına, bana göre kitabın 2 ana teması olan aşk ve kimlik üzerinden devam edeceğim.
    Bildiğiniz gibi Rüya kendisini çok seven avukat kocası Galip’i bir gün hiçbir neden göstermeden ardında 19 kelimelik bir terk mektubu bırakarak terk etmişti.Rüya’nın nereye gittiğini, biriyle gidip gitmediğini, eğer biriyle gittiyse kiminle gittiğini, dönüp dönmeyeceğini bilmeyen Galip İstanbul’da onu aramaya başlar.
   Galip’e bu yolculuğunda eşlik eden ise Celal’in köşe yazılarıdır.Celal’in her bir köşe yazısı sanki Galip’in başından geçenlerle ya da onun düşünceleriyle bağlantılıdır.Bu yüzden Rüya’nın Celal ile birlikte de olabileceğini aklından geçiren Galip bunu düşünmekten bile kaçınmaktadır aslında.
    Galip bu arayışta her ne kadar kayıp karısı Rüya’yı arıyor olsa da, sonraları bu arayış Celal’e ve kendi kimliğinin arayışına dönüşecektir.Çünkü gazeteye yeni yazı göndermeyen ve eski yazıları tekrar yayınlanan ve de son zamanlarda hafızası iyice zayıflayan ya da zayıfladığı söylenen Celal de Rüya gibi kayıplara karışmıştır.Acaba eski hafızasını kaybeden ve belki de bir unutma hastalığına yakalanan Celal üvey kardeşi Rüya’ya gizli bir çağrı göndermiş ve Rüya’da bu çağrıyı alır almaz çok sevdiği üvey ağabeyinin yanına gitmiş olabilir mi? Celal’in kitapta yer alan ilk köşe yazısı olan BOĞAZ’IN SULARI ÇEKİLDİĞİ ZAMAN adlı yazısının son paragrafında yapılan bir göndermeye göz atalım:
    “....felaket anlarında ölümü karşılamanın en mutlu yolunun bu olduğunu düşünerek uzak bir sevgiliye acıyla sesleneceğim: Canım, güzelim, kederlim, felaketler zamanı gelip çattı, gel bana, nerede olursan ol gel, ister sigara dumanıyla dolu bir yazıhanede, ister çamaşır kokan bir evin soğanlı mutfağında, ister dağınık mavi bir yatak odasında, nerede olursan ol, vakit tamam -, gel bana ; yaklaşan korkunç felaketi unutmak için perdeleri çekili yarı karanlık bir odanın sessizliğinde bütün gücümüzle birbirimize sarılarak ölümü beklemenin zamanı geldi artık.”(Pamuk;Orhan, Kara Kitap, İletişim Yay, 10.Yıl Baskısı Sayfa: 46)
     Celal’in Boğaz’ın suları çekildiği zaman adlı köşe yazısından aldığım bu alıntıda Celal’in birine seslendiğini görmekteyiz.Bu çağrının Rüya’ya olduğunu düşünmemizi sağlayan ipuçlarının ilki kitabın birinci bölümünde Rüya’nın ‘dağınık, mavi bir yatak odasında’ uyurken yapılmış tasvirine Celal’in köşe yazısında da benzer bir biçimde rastlamamız.Fakat Celal’in gizli sevgililerinden birine de böyle bir çağrı yapması mümkün.Öte yandan Celal’in bu yazısından sonra ikisinin Rüya’nın da Celal’in de ortadan kaybolması bize ister istemez birlikte olabileceklerinin ilk işaretlerini veriyor.
    İşte bu yüzden Rüya’yı bulmaya çalışan Galip’in çabaları artık Celal’i bulmaya yöneliyor ileriki bölümlerde.O’na  bu yolculukta yol gösteren ise Celal’in köşe yazılarıdır.
    Her ne kadar Kara Kitap üzerine yazılarda bazı eleştirmenler Galip’in Rüya’yı gerçek dışı bir yolla aradığını ifade etmişler. Birini, özellikle Celal gibi bir karakteri, ararken ‘gerçekçi’ olmak çok da mümkün değil sanırım.Çünkü Celal geceleri tebdil-i kıyafet eden, okurlarına yazılarında gizli mesajlar gönderen biri, böyle birini ararken de insan ister istemez herhangi birini arar gibi arayamaz hele Celal’i arayan kişi Galip gibi paranoya yapan,  dedektif gibi iz süren, eşyaların, nesnelerin,yüzlerin ya da harflerin  gizli anlamlarını çözmeyi seven biriyse... Üstelik Galip’e yol gösterenin de Celal’in köşe yazıları olduğunu düşünecek olursak zaten bu yazıların Galip’e başka bir dünyanın kapılarını aralamasında yardımcı olduğunu ve o dünyanın da aslında Galip’e çok yabancı olmadığını görmekteyiz.Bir sonra ki bölümde Celal’in köşe yazılarını ele alırken bunu daha ayrıntılı anlayabiliriz.
   Galip’in bu arayışının bir kendini arayışa dönüştüğünü söylemiştim çünkü ; Rüya ile Celal’in eski aile apartmanı olan Şehrikalp’in Celal’e ait olan çatı katındaki dairede gizlendiklerini düşünmeye başlayan Galip, apartmanın kapıcısından ve onun karısından da bunun doğru olduğuna dair ipucunu edindikten sonra Celal’in dairesine yerleşir ve Celal’in pijamalarını giyip, telefonlarına cevap vererek kendi kimliğinden uzaklaşmaya başlar. Galip’in Rüya’ya aşkının boyutları öyle inanılmazdır ki ;Celal ile Rüya’nın kendisine bir şaka yaptıklarını, bir anda ortaya çıkıp buna hep beraber güleceklerini düşünür.
   Galip’in Rüya’yı aramaktan çok Celal’i aramaya koyulduğunu ve bu arayışta da kendi kimliğinden uzaklaştığını,kimliğinin bölündüğünü ve bir başkasının yerinde olmak için yanıp tutuştuğunu görmekteyiz. Elbette bu kimlik bölünmesine yol açan en önemli kişi Celal’dir.Çünkü Galip Celal’e yaklaştıkça, yakınlaştıkça, kendi kişiliği bölünmekte ve Galip başka birine dönüşmektedir.
   Galip Rüya’yı bazen bir dedektif gibi, bazen de karısını çok seven paranoyak bir koca gibi aramaktadır.Zaten bu arayışta Celal’in köşe yazılarının kendisine yol gösterdiğine inanan Galip ister istemez bir dedektif gibi iz sürmek ve satır aralarını okumak zorunda bırakılmıştır adeta.Bir yandan şehrin işaretlerinin, bir yandan köşe yazılarının işaretlerini süren Galip ; hem izleyen hem de izlenen olduğunu düşünmektedir.Çünkü sürekli bir GÖZ’ün üstünde olduğunu hisseder.
   Aslında her şeyin ikinci bir anlamı olduğuna, ve her şeyin bir başka şeye işaret ettiğine inanan Galip, Celal’in de yazılarıyla, harflerin esrarından yola çıkarak gerçeğe ulaşma düşüncesindedir. (Celal’in köşe yazılarını ele alırken Hurufiliğe değineceğim). Galip kendini arayan biri olarak hafızasının  ve olmak istediği  kişinin hafızasının labirentlerinde, bahçelerinde, esrarlı aleminde yolunu bulmaya çalışırken, yüzler, hikayeler, yazılar, fotoğraflar, şehir de ona gerçeğe dair işaretler vermekteydi.
   Peki Celal’in Şehrikalp apartmanının çatı katındaki dairesine yerleşen Galip’i neler beklemekteydi?
   Evdeki  eşyalara, kül tablalarına bakarak gizli anlamlar çıkarmaya koyulan Galip çalan telefon ile irkilir.Arayan, Celalin sadık okuyucularından biridir.Okur, konuştuğu kişinin Celal olduğunu sanarak konuşmaya başlar.Telefon numarasını kimden aldığını söylemeyen adam bir de Celal’e (yani Galip’e) adresini sormaktadır.Adının Mahir İkinci olduğunu söyleyen bu adam Celal’in bütün yazılarını detaylarıyla hatırlamakta ve ondan gizli bir dava için yardım istemektedir.
   Telefonu kapattıktan sonra, yıllar önce yayınlanmış ve biriktirilmiş yazılarını teker teker okumaya başlar, ne var ki bu süreçte Mahir İkinci’nin telefonları devam etmektedir.
   Artık Celal’in peşinde olan bir tek Galip değildir.O sıralarda Celal ile görüşme yapmak için İstanbul’a  gelen BBC televizyonu, Celal’e ulaşamamış, Galip televizyondan gelen insanlarla Celal’i buluşturmaya çalışan arkadaşı İskender’e Celal’i bulacağını söylemiştir.
   Köşe yazılarını okumaya devam eden Galip, köşe yazılarındaki dünyanın içine girdikçe, kendinden uzaklaşmaya başlamakta ve kendini içine düşürüldüğü  ‘ölümcül bir tuzağa açılan tehlikeli bir senaryonun oyuncusu’ olarak hissetmektedir.Sanki bu, Celal’in kendi misyonunu Galip’in sürdürmesi için ya da ‘Sahte bir Celal’ yetiştirebilmek için kurulmuş bir tuzaktır.
   Tüm o hikayelerin, harflerin, simetrilerin, gizin, ikincil, üçüncül anlamların, işaretlerin, eşyaların içinde Galip, kimi zaman bütün bunların gerçek dünyada bir yeri olmadığını da düşünmekteydi.
   Celal’in ‘Harflerin Esrarı ve Esrarın Kaybı’ ile ‘Keşfül Esrar’ isimli köşe yazılarını Galip okurken, herkesin yüzünde bir anlamın yazdığını ve kendi yüzündeki anlamı Celal’in çoktan okumuş olduğunu hissetmektedir.
   Bundan sonra Galip’in arayışı artık Rüya’yı ya da Celal’i aramaktan çıkmıştır.Galip artık bir başkası olmaktan korkmaz çünkü kendi içindeki ‘başka’sını keşfetmiştir. Galip’in şu cümlelerine bakarak başka biri olduğunu görebiliriz:
   ‘Dünyanın tepeden tırnağa değiştiğine inanıvermesi için insanın, kendisinin bir başka biri olduğunu anlayıvermesi demek ki yetiyormuş’.(Pamuk;Orhan,Kara Kitap,İletişim Yay, 10.Yıl Baskısı sayfa: 398)
   Artık yazan Galip’tir.Heyecanla, duraklamadan, zorlanmadan, kendini düşüncelerinin akışına bırakarak yazmaya başlamıştır.
   İlk yazısına  (Kahramanı Benmişim) ‘Aynaya baktım ve yüzümü okudum’, ikincisine (Aynaya Girdi Hikaye) ‘Rüyamda en sonunda yıllardır olmak istediğim kişi olduğumu gördüm’ cümleleriyle, üçüncü yazısına ise (Esrarlı Resimler) ‘Beyoğlu hikayelerinden’ söz ederek başlamıştır.Bu üç yazıyı gazeteye götüren Galip, artık Celal’in yazılarını kendisiyle göndereceğini söylemiş ve yazılar dizgiye gönderilmiştir.
   O artık ne Galiptir ne de Celal, O artık başka biridir.O artık hikaye anlatamayanlardan da değildir,kendini dinletemeyenlerden de.Galip’in yazdığı bu üç köşe yazısını okurken O’nun en az Celal kadar iyi yazdığını, ondan daha hassas ve yetenekli olduğunu da görmekteyiz.Galip yazdığı yazılarda Rüya’ya olan aşkına, Onunla birlikte geçirdiği günlere, anılara, hafızasının Rüya’ya ayrılmış kısmına bir çok göndermede bulunmuştur.Galip’in  Rüya’ya olan sevgisinin inceliğine, ve Rüya’nın O’na gösterdiği davranışlarını kabullenmişliğini ne kadar dokunaklı olarak ifade ettiğini O’nun yazdığı cümlelerden okuyalım:
   ‘Hiçbir zaman inandıramadım seni kahramansız bir dünyaya neden inandığıma. Hiçbir zaman inandıramadım seni o kahramanları uyduran zavallı yazarların neden kahraman olmadıklarına. Hiçbir zaman inandıramadım seni o dergilerde resimleri çıkanların bizden başka bir soydan olduğuna. Hiçbir zaman inandıramadım seni sıradan bir hayata razı olman gerektiğine. Hiçbir zaman inandıramadım seni o sıradan hayatta benim de bir yerim olması gerektiğine.’ (Pamuk, Orhan, Kara Kitap, İletişim Yay. 10.Yıl Baskısı sayfa: 409)
   Galip belki de ilk kez Rüya’ya olan sevgisini bu denli korkusuzca, açık ve derinden ifade ediyor.Belki  artık Rüya gittiği için  ve kaybedecek bir şeyi olmadığı için.
   Bütün bunların arasında, aklı hastası olmayan sadece sadık bir okur olan Mahir İkinci’nin telefonlarının devam etmekte olduğunu görüyoruz.En sonunda Galip’i Alaaddin’in dükkanının önünde buluşmaya ikna ediyor.Arkadaşı İskender’i arayan Galip O’na ; Celal’e bu akşam ulaşacağını ve BBC’den gelenlerle röportajı gerçekleştireceğinin haberini verse de, buluşacakları yere saatinde gelmeyen İkinci ve karısını beklemekten sıkılan Galip İskender’i tekrar arayarak ;Celal’in önemli bir işinin çıktığını ve onun yerine kendisinin konuşacağını belirtiyor.
   Celal Salik olarak görüşmeye giden Galip, görüşmeden sonra ‘Evet, ben, benim’ diye tekrarlayarak kendisi olduğundan emin olmuştur.
   Nişantaşı’na dönen Galip, Teşvikiye Karakolu tarafında yolun kapalı olduğunu öğrenir ve Alaaddin’in dükkanının önünde meraklı bir kalabalığın ve polislerin arasında yerde yatan üstü gazetelerle örtülü Celal’in cesediyle karşılaşır.Evet Celal öldürülmüştür.Peki ya Rüya nerededir? Celal’i kim öldürmüştür olabilir?
   Galip’in içini o an bir oyun, bir şaka, bir pişmanlık duygusu kaplar ve şöyle der:
   ‘Biliyor musunuz, ben her şeyi bildiğimi, bilmiyormuşum.’
   Rüya evde yoktur çünkü o da bir bu cinayette bir kurbandır.Gazetelerde yayımlanan yazıya göre Celal ile Rüya Konak sineması dönüşünde karakolun önünde ölüme yakalanmışlardır.Sıkılan beş kurşundan üçü Celal’e, biri Rüya’ya, biri de Teşvikiye Camii duvarına isabet etmiştir.Rüya yaralı olarak Alaaddin’in dükkanına kadar yürümüş, içeri girmiş, onu görmeyen Alaaddin ise dükkanı kapatıp gitmiştir.Katil ise Celal gibi tebdil-i kıyafet eden onun akıl hastası olmayan sadece sadık bir okurudur.BAŞA DÖN
   Kara Kitap  Yeni Türk Edebiyatının en çok tartışılan romanlarından biri olarak, çok farklı yönlerden ele alınmış ve yorumlanmış bir kitap.Ben bu bölümde Celal Salik’in köşe yazılarının bazıları başta olmak üzere, kitabın geneline bir yorum getirmeye çalışacağım.Amacım, Celal’in Mevlana’dan, Batı Edebiyatına, Hüsn-ü Aşk’tan, Hurufiliğe kadar yaptığı pek çok göndermeyi teker teker saptayıp, ortaya dökmek değil.
Zaten bu tür yorumlar, saptamalar, Kara Kitap Üzerine Yazılar isimli kitapta değerli edebiyat eleştirmenlerince yeterince incelenmiş.
   Bu yüzden benim bu bölümde ortaya koymak istediğim ana yorum ; Celal’in bazı yazılarından yola çıkarak, kendime temel aldığım aşk ve kimlik temaları ile bağlantılı olarak  kitabı incelemeye devam etmek yönünde.  
   Öncelikle kitabın 3  baş karakterinin isimlerinin tesadüfen seçilmiş isimler olmadığını ve her birinin isimleriyle karakterlerinin ya da kitaptaki konumlarının bağlantılı olduğunu belirtmek gerek.Zaten kitabın tümünde her şey bir başka şeye işaret ettiğinden Kara Kitap, bu denli yoruma açık bir yapıt belki de.
   Rüya karakterinin ismiyle bağlantılı olan düşsel anlamının bir tesadüf olmadığını onunla ilgili önceki yazdıklarımdan da çıkarmak mümkün.Kitapta düş ile gerçek arasında bir yerde olan Rüya, isminin anlamının kitapta  yansımasını bulmuş bu anlamda.
   Galip  isminin kelime anlamı  başarılı olan kimsedir ve Galip de başarı denilen o göreceli kavramı, kendi kimliğini yeniden inşa etme sürecinde yakalamıştır bana göre.Galip karakterinin ismi her ne kadar : Hün-ü Aşk’taki Aşk’ı ya da Şeyh Galip’i bize anımsatsa da benim üstünde durduğum Galip’in arayışının sonunda galip gelmesidir.
   Celal ulu, büyük, öfkeli gibi anlamlara geldiği gibi kitapta Mevlana’ya bir gönderme amacı da taşımaktadır.
   Kitabın, kurmaca, üst kurmaca, gerçek bağlantılarını çözümlemekten, Celal’in hikayelerinin temellerinin nerelere uzandığını bulmaktan ya da Orhan Pamuk’a kimlerin esin kaynağı olduğunu deşifre etmektense ; -ki, bir yazarın gördüğü, okuduğu, hatırladığı her şey elbette ona esin kaynağı olabilir hatta olmalıdır – ben Celal’in yazılarının, kitabın ana temaları ve olay örgüsü üzerindeki etkisini anlatmaya çalışacağım.
   Celal’in Boğaz’ın Suları Çekildiği Zaman adlı ilk köşe yazısı, bize, Boğaz’ın suları çekildiğinde nasıl bir manzarayla karşılaşacağımızı dahice yazılmış bir kurguyla anlatılıyor.Fakat,bu dahice  yazılmış cümlelerin içinde  gizlenmiş bir çağrı söz konusu.Celal’in Rüya’ya çağrısı... Bu çağrı belki de, daha Rüya’nın Galip’i terk edeceği bir sonraki bölümü okumadan, okura bu terk edişin atında yatan nedeni veriyor.
   “.... Felaket anlarında ölümü karşılamanın en mutlu yolunun bu olduğunu düşünerek uzak bir sevgiliye acıyla sesleneceğim:Canım, güzelim, kederlim, felaketler zamanı geldi çattı,gel bana, nerde olursan ol gel, ister sigara dumanıyla dolu bir yazıhanede, ister çamaşır kokan bir evin soğanlı mutfağında, ister dağınık mavi bir yatak odasında, nerde olursan ol, vakit tamam, gel bana; yaklaşan korkunç felaketi unutmak için perdeleri çekili yarı karanlık bir odanın sessizliğinde bütün gücümüzle birbirimize sarılarak ölümü beklemenin zamanı geldi artık.” (Pamuk, Orhan, Kara Kitap, İletişim Yay, 10.Yıl Baskısı sayfa: 46)
   Alaaddin’in Dükkanı  isimli köşe yazısında anlattığı bu dükkanın içinde, küçük parmak büyüklüğündeki dolma kalemlerden, oyuncak bebeklere,eski fotoromanlardan, rüya yorumları kitaplarına kadar insanın hayal bile edemeyeceği kadar çok şey vardı ve kurgudan ibaret değillerdi.Çünkü Alaaddin de, onun dükkanı da kitapta verilen başka yerler ya da adreslerin bazıları gibi gerçekti.
   Adres ile neyi kastettiğimi anlayan okurlar, Celal’in Öpüş başlıklı yazısındaki akrostişe gönderme yaptığımı tahmin etmişlerdir.Her bölümün sanki bir sonraki bölümün habercisi olduğu Kara Kitap’ta öpüş bölümü de, bir önceki bölümden devam ediyor gibi gözükmekte.Bu bölümde Celal’in göndermeleri ise Rüya’ya değil de Galip’e adeta.
   Bu yüzden, kitaptaki köşe yazılarının eseri iyice karmaşıklaştırdığı, ana temasından uzaklaştırdığı, bize bambaşka şeyler anlatarak eserin içine girmemizi engellediğini yazan eleştirmenlerimize ne yazık ki pek fazla katılamayacağım.Kitabın, dağınık bir kitap olduğu doğru fakat, olayın geçtiği her bölümden sonra, araya giren bu köşe yazıları her ne kadar aklımızı biraz dağıtsa da bir sonraki bölüme geçen okur, köşe yazılarının  kitapta ne denli bir öneme sahip olduğunu görmelidir.Köşe yazılarının içeriğinin kitabı ana temasından uzaklaştırdığı konusuna gelince; Celal’in köşe yazıları, ya da Galip’in Rüya’yı ve kendini arama serüveni kimi zaman fazla detaylı, ya da konu dışı olaylarla örülmüş gibi gözükse de, bu bizim eserin içine girmemizi engellemiyor tam tersine, eserin paranoyak, hassas, gizemli labirentlerinde bize yol gösteriyor.
   Her şeyin bir başka şeye işaret ettiği Kara Kitap’ta bence kitabın ana temaları olan kimlik ve aşkı çeşitli hikayelerle, farklı zaman ve anlatıcılarda okurun içine iyice işliyor.Orhan Pamuk ile yaptığım görüşmede onun bu konu ile ilgili düşünceleri de beni destekler nitelikte.
    “Her şey aslında aynı hikayeyi  anlatıyor ama onlar o kadar değişik şeyler, değişik tarihler, değişik kişiler, değişik olaylarla sunuluyor ki, yazar sanki kafasına bir şeyi takmış ve belirli bir temayı çeşitlendirerek irdeliyor.O temanın bütün görüntülerini, görüngülerini, bütün konumlarını yer değiştirmelerle tekrar ele alıyor.Bir yandan bunları gene her seferinde çeşit çeşit eğlenceli kılarken, öbür yandan da tekrarlaya tekrarlaya kitabın asıl temasını okurun kafasına kök saldırtıyor.’’ (Bkz Orhan Pamuk ile yaptığım görüşme)
   Yine öpüş bölümüne dönecek olursak ; bölümün ilk paragrafına baktığımızda Celal’in Galip’ten bahsettiğini anlayabiliriz.Celal yazısının devamında, tutulduğu unutma hastalığından ve de bir keresinde bütün ruhunu saran bir öpüşme isteğine kapılmasının boyutlarının onu nerelere götürdüğünden bahsediyor.Celal gizli mesajlar gönderdiği sevgililerine, ya da okurlarına bu köşe yazısının paragraflarının baş harflerinden oluşan akrostişte bir adres veriyor.Teşvikiye Cad Yüz Otuz Beş...
   Bu adres Orhan Pamuk’un son romanı İstanbul’da da bahsettiği Pamuk isimli aile apartmanı ve hala kendisi orda oturmakta.Yani Pamuk’un okuyucularıyla yaptığı bu küçük şakalaşmalardan biri O’nun kendi ev adresi.Kitapta, akrostişin gizlendiği bölümü deşifre eden cümleleri dikkatlice okuyan ve bu adrese giden okur Pamuk apartmanı ile karşılaştığında belki de kendini şu  soruyu soruyor.Bir yazar, kitabına neden kendi adresini gizler?
   Bulunmak için mi,  okurların dikkatini ölçmek için mi ?
Belki evet, belki de hayır.Ben evet yanıtının değil de hayır yanıtının nedeni üstünde duracağım.Çünkü Orhan Pamuk okurlarına gizli göndermeler yapmayı,onları şaşırtmayı ve onlarla şakalaşmayı seven bir yazar.Bu da o şakalardan biri kendisine göre.Hem bu adres bir köşe yazısının içine gizlendiğinden bunu Celal’in bir göndermesi ya da şakası olarak algılamak da mümkün.Çünkü gizli sevgilileri var ve O’nun karakterine de uygun bir şey Pamuk’a göre.Ama yine de insan kendi kendine soramadan duramıyor ; bu adres Celal’in gönderdiği bir mesajdan ya da bir şakadan ibaretse neden sıradan bir adres ya da bilinmeyen bir adres yerine O.Pamuk kendi adresini vermekte?
  Onun bu sorulara verdiği cevap ise şöyle:
   “O bir köşe yazısıdır ve Celal’in yaptığı bir  şeydir ve kitaptaki Celal ruhuna da uyuyor.Gizli sevgilileri var ve onlara köşe yazılarıyla haberler yolluyor ve bu onu tamamlayan bir şey.Onlar Celal’in köşe yazıları,Orhan Pamuk’un mesajı değiller.Tabii bir yazarın yazdığı her şey onun mesajıdır diye de okunabilir.”(Bkz Orhan Pamuk ile yaptığım görüşme )
   Şemsi Tebrizi’yi Kim Öldürdü  ismini taşıyan bölüme geldiğimizde bu bölümün Celal’in köşe yazılarından biri olmadığını görmekteyiz.Bu bölümde Galip, Celal’in Mevlana Celaleddin’in hayatında önemli bir yeri olan Şemsi Tebrizi’den  ve aralarındaki ilişkiden uzun uzun bahsetmekte ve Celal’in köşe yazılarında ortaya koyduğu kendi varsayımlarından da söz etmektedir.
   Bu bölüm Kara Kitabın en çok tartışılan ve Orhan Pamuk’a  yapılan saldırıların başında gelen bölümlerden biri.  Ben bu saldırıların haklı ya da haksız olduğuna dair bir şey söylemektense sizlere Mevlana’nın hayatında, kendini oluşturma ve gerçekleştirme sürecinde Tebrizli Şems’in oynadığı rolle, Galip’in kendi olma sorununu çözmesinde Celal’in sahip olduğu rolün benzerliğinden söz etmek niyetindeyim.
   Mevlana, Konya’da babasından devraldığı şeyhlik makamında otururken hem müridlerinin hem de bütün şehrin hayranlık duyduğu ve sevdiği biriydi.Kırk beş yaşlarındayken tanıştığı Şemsi Tebrizi ise şehir şehir gezen bir dervişti.Fakat söylentilere göre ne hayata bakışı, ne de değerleri Mevlana’nın ki ile benzerdi Şems’in.Mevlana etkisinde kaldığı Şemsi Tebrizi ile tanışmasından sonra altı ay boyunca bir hücreye kapanmış ve aralarında ilk tanışmalarında geçen dialog’a benzer diyaloglarını burada sürdürmüşlerdi.Hayatı boyunca kendisini harekete geçirecek bir ‘öteki’ni, kendi yüzünü yansıtacak bir aynayı aramıştı.Bu aynayı bulan Mevlana,artık Şems ne derse onu yapıyor her hareketinde Şems’e uyuyordu.
   Müridlerin gün geçtikçe artan dedikodu ve kıskançlıklarından sonra, 1246 yılının bir kış günü Şems ansızın ortadan kaybolmuştur.  Şems’i aramak için Şam’a giden Mevlana onu Şam’da da bulamamış ve şöyle demişti: “İster O’nu gör, ister beni, ey arayan kişi!Ben O’yum, O da ben!”
   1247 yılının mayıs ayının sekizinci günü dönen Şems, Mevlana’nın evlatlık kızlarından biri olan Kimya ile evlendirilmiştir..1247 yılının aralık ayında ise Şems pusuya düşürülerek öldürülmüştür.( Önder, Mehmet, Gönüller Sultanı Hz.Mevlana, Dönmez Yayınları, 1993, Syf: 36-66)
   Anlaşıldığı gibi Şems’in Mevlana’nın hayatında önemli bir yeri var.Tanışmalarından sonra kapandıkları hücrede artık kimin mürid ya da mürşid olduğu elbette bilinmiyor.Ya da bilgisi ve hayata bakışı kendine benzemeyen bu dervişten Mevlana’yı neyin bu kadar etkilediği de bir bak tartışma konusu.Pusuya düşürülüp öldürülen Şems’i Mevlana’nın öldürttüğü iddiaları olsa da bunlar iddiadan öteye geçmiyor ya da geçirilmiyor.
    İşte bu yüzden ben iddiaları çoğaltmak ya da  desteklemek yerine, Galip’in hayatında Celal’in öneminden Mevlana ve Şems’e göndermeler  yaparak bahsetmeye çalışacağım.
   Galip’in Celal’e duyduğu hayranlığından daha önce bahsetmiştim.Galip kendi kimliğinin, kendi olma sorunun, insanın kendisi olabilmesinin mümkün olup olmadığını keşfedene kadar geçen süreçte kim ya da nasıl biri olmak istediğini de anlamaya çalışmıştır ve sonunda da Celal gibi ya da Galip gibi  ya da başka biri gibi olmuştur.Galip’in köşe yazılarına baktığımızda da iyi yazabildiğini, insanı etkileyebildiğini ve Celal’i de aştığını görüyoruz.Mevlana’da Şems’in hayatına girmesiyle, onun hem etkisinde kalmış fakat daha sonra onu geçmiştir.Ne tesadüftür ki, Celal de Şems de sonunda bir cinayete kurban gitmiştir.
   Kara Kitap zamanında bir çok yönde olduğu kadar Mevlana’ya yaptığı göndermelerle de saldırıya uğramış bir eser olsa da ; ben kitapta geçen Mevlana ve Tebrizli Şems ile ilgili anlatıların kitabın geneline, tüm hikayelerine uyan bir kimlik arayışının ve kendi olma sorunun ele alındığı bir bölümden ibaret olduğu kanısındayım.
   Kitapta değinmek istediğim son bölüm Harflerin Esrarı ve Esrarın kaybı ismini taşıyor.Bu bölümde her ne kadar Celal tarafından kaleme alınmış bir bölüm olmasa da, Hurufiliğe dair Celal’in yazdığı köşe yazılarını Galip’in bize anlattıklarından okumaktayız sanki.
   Yüzler ve harflerin sırrı... İkisi de kimi zaman aynı kaderi paylaşıyorlar oysa, ikisini de kimi zaman sadece okuyup kimi zaman da sadece bakıp geçmiyor muyuz? Her yüzün bize yansıttığı anlamlar yok mu kimi zaman etkilendiğimiz, kimi zaman ürktüğümüz, kimi zaman heyecanlandığımız? Ya harflerin sihirli bir şekilde birleşerek ortaya çıkan anlamlara ne demeli? Anlamların sırrı onu anlamlandıranda gizli değil midir hep?
   Bu sorulara cevap aramaktansa Harflerin Esrarı ve Esrarın Kaybı’nda yüzlerin ve harflerin nasıl ele alındığına bakalım.
   Bu bölüm her ne kadar harflerin ve yüzlerin anlamı üstünde dursa da aslında bize Hurufilik mezhebiyle de  ilgili bir takım argümanlar sunmakta.Halk dilinde ‘hurafe’ ya da ‘hurafelik’ olarak da bilinen bu mezhebi biraz anlatmak istiyorum ki Kara Kitap ile olan bağlantısını daha net ortaya koyabileyim.
   Hurufilik Mezhebinin kurucu Fazlallah 1339’da Horasan’da doğmuş, 18 yaşında kendini tasavvufa vermiş, hacca gitmiş ve Şeyh Hasan adlı birinin müridi olmuştur.Fazlalallah da Celal gibi rüya yorumlarıyla ilgili yazılar yazmış ve bir keresinde rüyasında gördüğü bir derviş ile çekildiği bir mağarada ; birlikte baktıkları bir kitabın sayfalarının içindeki harflerde kendi yüzlerini, birbirlerine baktıklarında da yüzlerinin içinde kitaptaki harfleri gördüklerini iddia etmişlerdir.
   Fazlallah için ses, varlık ile yokluk arasındaki ayrım çizgisiydi.Sesin en gelişmiş şekli ise sözdü.Kelime denen sihir ise harflerden oluşmaktaydı.Varlığın özü, anlamı ve Allah’ın yeryüzündeki görünüşü demek olan harfleri ise insan yüzünde açık olarak görmek mümkündü.İnsan yüzünde yedi siyah hat olduğunu söyleyen Hurufilik inancı bu yedi hatı; iki kaş, dört kirpik ve bir saç olarak belirtir.Bu işaretlere burunu da eklersek harflerin toplamı 14 etmekte ve erkekteki iki bıyık, iki sakal iki burun hatlarıyla, çene altındaki hattı ikiye ayırıp iki ayrı harf olarak görmekle sayı 32’ye çıkmaktaydı.
   Hurufilik inancının esası, insanı Allah’laştırmaya dayanmaktadır.Bu inanca göre insan kainatın göz bebeğidir ; fakat bütün o insanların içinde biri de onların gözbebeğidir.
   Celal’in Hurufilik inancına dair yazdığı yazılardan kendini Fazlallah gibi bir kurtarıcı, bir mehdi olarak gördüğünü anlıyoruz. Kendi ölümünü rüyasında gören Fazlallah,Allah’a değil de, harflere taptığından, kendini Mehdi ilan ettiğinden ve Kuran’ın gerçek ve görünen anlamına değil de gizili, görünmez anlamına inandığı için suçlanarak asılmıştır.
   Tüm o eşyaların, harflerin, hikayelerin arasında Galip Hurufi köylerindeki mutlu ve anlamlı hayatları anlatan yazıları okurken,Rüya ile birlikte geçirdiği kendi çocukluk günlerini  ve mutluluk anlarını hatırlamıştı.Ama o zamanlar yüzler de, anlamlar da şimdikinden farklıydı Galip’ e göre:
   “O zamanlar hikayelerle hayatlar o kadar gerçekti ki, kimsenin aklına, hangisi hayatın aslı, hangisi ise hikayenin aslı diye sormak gelmezdi.O zamanlar, her şey gibi insanların yüzleri de o kadar anlamlıydı ki...” (Pamuk, Orhan, Kara Kitap, İletişim Yay, 10.Yıl Baskısı sayfa: 367)
    Harflerin Esrarı ve Esrarın Kaybı isimli bölümün devamı niteliğinde olan Keşf-ül Esrar bölümüne geçecek olursak ; bu bölümde de Galip’in okuma serüveni devam etmektedir. Bu bölümün Galip’in kendi olma yolculuğunda ise ayrı bir yeri vardır.Çünkü kendi olma sorunu bu bölümde çözümlenmiş ve artık ortadan kalkmıştır.
   Galip Celal için bir metin midir? Galip’in yüzündeki anlamı Celal çoktan okuduğu için mi Galip bu oyunun içindedir? Galip kendi yüzünü okumayı başarabilecek midir?
   Bu bölümden sonra Galip’in hayatında artık yeni bir yolun belirdiğini ve yüzündeki anlamı okuyabilenler için hayatın daha farklı olduğunu görmekteyiz.
   Galip Celal’in yazılarını yıllar yılı özen ve dikkatle okurken  Okumak denen yolculuğun aynı zamanda bir başkasının belleğini   ağır ağır edinmek olduğunu çoktan keşfetmişti belki de. Celal’in belleğini onun yazılarını okuyarak edinen Galip artık kendi yüzüne bir fotoğrafa ya da bir kağıda bakar gibi bakabilmeyi başarmış ve yüzünde yazan anlamı okumuştu.
   Artık başka birisi olduğunu anlayan Galip, bu hayatın ister kendimizin isterse bir başkasının kurduğu bir düş olduğunu kanıtlamanın hiçbir şeyi değiştirmeyeceğini de anlamıştı.  
   Anlatıcıyla kahramanları, köşe yazıları,olaylarıyla dağınıkmış gibi gözüken  Galip ile Rüya’nın  bu hüzünlü serüveninde  size  ezik, kendine güvensiz, kendinden memnun olmayan aşık bir adamın aslında öyle olmasını gerektirecek pek de bir nedenin olmadığını ve bu dünyada kahramanların olabileceğine inanabilseydim eğer  kitaplarda anlatılan kahramanların içinde kendime kahraman olarak neden Galip’i seçtiğimi anlatmaya çalıştım.Galip’i seçtim çünkü Galip kurmaca hatta üst kurmaca olarak nitelendirilen bir yapıtın en gerçekçi kahramanı.Çünkü Galip, paranoyalarıyla, kötücül düşünceleriyle, kendinden memnun olmadığı anlarla, insana özgü olan her yanıyla ve de en çok samimiyetiyle benim yazın dünyasındaki kahramanım.
   Kitabın bizi derinden etkileyen bu hüzünlü arayış serüveninin sonunu sayın Orhan Pamuk nasıl okuyucuların kendi hafızasına bıraktıysa ben de öyle bırakarak yalnızca şunu yeniden hatırlatmak istiyorum :
   ‘Hiçbir şey hayat kadar şaşırtıcı olamaz. Yazı hariç. Yazı hariç. Evet tabii, tek teselli yazı hariç.’
http://dipnotkitap.net/DENEME/Kara_Kitap_Nukhet_Erkmen_Lisans_Tezi.htm

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder