26 Mayıs 2012 Cumartesi

Milliyet Cadde Röportaj 26 Mayıs 2012

Ani bir kararla müziği bırakan Teoman üzerine çok yazılıp çizildi bugüne kadar. O, az konuştu, kendini dinledi daha çok.
Müziği bıraktığından televizyon izlemeyen, gazete okumayan Teoman, 10 ay aradan sonra konuşmak için Milliyet CADDE’yi seçti. Bundan sonra uzun süre röportaj vermeyecek Teoman’la, müziği bırakma kararının sebepleri, 10 aylık tatili nasıl geçirdiği ve bundan sonra yapacakları üzerine konuştuk. Teoman bir de müjde verdi...


Müziği bırakma kararının üzerinden 10 ay geçti. Sebebini daha iyi anladın mı?
Zaman geçtikçe daha iyi anladım. Yavaş yavaş anlıyorum. Kendi kendime soruyorum neden bıraktım müziği diye; hâlâ bilmiyorum aslında. Bu kararın sebebini kendime bile anlatamıyorum. Sonradan fark ettim; bu işte bir sürü parametre var...

Son albüm ‘Aşk ve Gurur’ çıktıktan çok kısa süre sonra aldın bu radikal kararı, neydi o parametreler?Müzik sektörünün durumu belli. Klip çekmediysen bir şarkıya; o şarkı yokmuş gibi... Son albümü yaparken artık kreatif tarafımın da giderek tükendiğini hissettim. İşin tuhaf kısmı son albüm çok beğenildi. Yine de düşüncem değişmedi. Bende kreatif anlamda iş bitmiş.

Konser de vermiyorsun artık...Çalıyorduk, paramızı da kazanıyorduk ama konserlerimde istediğim kaliteye hiçbir zaman ulaşamadım. Bir sürü hayal kırıklığım var. Yaptığımız şey nedir? Albüm yapıyoruz, onun kliplerini yapıyoruz; bir de güzel konserler vermek istiyoruz. İşin albüm satış tarafı zayıflayınca; bir de konserlerde istediğim seviyeyi yakalayamayınca kişisel tatminim çok azaldı.

Böyle diyorsun ama Türkiye’de sponsorlu turne yapabilen 3-5 büyük isimden biriydin...
İstediğim kaliteyi sadece sponsorlu konserlerde sağlayabiliyordum. Ben gişe için yapılan konserlerden söz ediyorum. Kendini geliştirmek, daha iyisini yapmak için uğraşıp didiniyorsun ama bir arpa boyu yol gidemiyorsun. Ben konserlerimden tatmin olmamış ve sinirli bir biçimde çıkmaya başlamıştım. Açıkçası kendimi başarısız da buluyordum.

Son dönem albümlerin için de böyle mi bu?Evet, albümler için de böyle. Tamam; yazılıyor, çiziliyor, beğeniliyor ama halk senin o yeni şarkılarını bilmiyor. Eskiden bilmem kaç yüz bin sattığımız dönemlerde benalbümümün tamamını çalabilirken konserde artık sadece video klibi olan şarkıları çalabiliyordum. O zaman “Bu işi niye yapıyorum, niye yeni şarkı yapıyorum eskilerle idare ediyorsam?” diye düşünmeye başladım.

Bırakma kararını verdiğin günden bugüne ne değişti peki?
Büyük bir boşluk duygusu var içimde. Müzik benim hayatımla çok iç içe bir şeydi. Hep ve sadece müziğin peşinde dolaştım. Ama aynı zamanda bırakma nedenim olan şeylere de geri dönemem artık. Geçmişe baktığımda “Ulan o kadar zaman uğraştın, beceremedin” gibi bir hissim var şu anda. “Daha iyisini yapabilirdim” diye düşünüyorum.

“Beceremedim” çok başka bir sonuç, “Daha iyisini yapabilirdim” çok başka... Bu karar; kendine karşı acımasızlığının ve mükemmeliyetçiliğinin sonucu olabilir mi?Doğru, haklı olabilirsin. Yine de sonradan kendime kızdım. “Şimdi bulunduğum pozisyondan daha iyisi olabilirdi zamanında fark etseydim” diye düşündüm. Daha çok konsantre olsaydım müziğe, daha iyisini yapabilirdim. Şöyle bir örnek vereyim; benim sürekli birlikte çalıştığım bir grubum bile olamadı. Orada da sürekli bir tatminsizlik içindeydim. Sürekli insan değiştiriyordum, ne yapacağıma bir türlü karar veremiyordum. Ekip ruhunu yakalayamadım.

Şebnem’in (Ferah) grubu gibi bir gruptan söz ediyorsun sanıyorum...Evet, ben onu yapamadım. Bir bakışta birbirinin ne yapacağını anlayan, birbirini seven, uzun zamandır birlikte çalan, aynı amaca hizmet eden bir grup oluşturamadım. Çok sinirli olmuştum bu nedenle. Hem sorunları çözemiyor, hem de insanları kırıyordum. Sertleşmiştim, hakaret ediyordum... Böyle bir grubu kurmayı becerseydim, devam ediyor olabilirdim. Bu durum kendimi daha ‘yalnız’ hissetmeme neden oldu. Kendi kendimin karikatürü olmuşum gibi hissettim. “Müzik dünyasında beğenmediğim insanlar var acaba onların yolunda mı gidiyorum” dedim kendime.

Kendi kendinin karikatürü olmak ne demek senin için?

“Acaba...” diyordum “...Bunca zamandır yapıyorum ama hala aynı şeyi mi yapıyorum; ben bunu geliştiremezsem, eskisinin devamı olacak...” Bir iş yapmak için kolumu kaldırırken bile “Acaba bir rolün içinde miyim?” diye düşünüyordum. Daha eskiden; yaptığım işten zevk alırken böyle şeyler hissetmezdim.

Gelecekle ilgili kaygıların nelerdi en çok?
Hem sıkılmıştım hem de gelecekten korkmaya başlamıştım. Hep aynı şarkıları mı yapacağım, söyleyeceğim? Hep aynı istemediğim ortamlarda mı bulunacağım? Bundan daha iyisini yapamayacak mıyım? Her şey gitgide daha mı kötü olacak? ‘The Wrestler/Güreşçi’ filmindeki Mickey Rourke gibi bir herif mi olacağım? Ama yine de bırakma kararını bu kadar rahat verebilme ihtimalim az görünüyordu gözüme. Kendimden beklemiyordum.

Zaten böyle bir karar çok düşünerek verilemez. Ne kadar düşünürsen kararından dönme ihtimalin o kadar artar...

Aynen öyle. O nedenle kararı verdiğim anda açıkladım ben de. Aslında o mektubu da kendi kendime yazdım ki sözümden dönemeyeyim. Şunları da düşündüm tabii; “Hâlâ o istediğim şeyi yapma ihtimalim var mı? İstediğim kaliteyi bir gün tutturursam bu işin bana hala zevk verme ihtimali var mı?”


Var mı?Şöyle bir düşüncem var: Yılda maksimum 10 konser verirsem, o bana istediğim tatmini verebilir. Hatta kendimi iyi hissedersem yaz sonrası bunu deneyeceğim.


Nasıl bir şeyler var kafanda yeni konserlerle ilgili?Yaparsam kesinlikle müzikal kalite üst seviyede olacak. Daha büyük bir ekiple, ince eleyip sık dokuyarak yapacağım. Tüm şarkılarımı değişen müzik zevkim doğrultusunda yeniden düzenleyerek daha akustik bir yaklaşımla yorumlayabilirim. Öyle büyük show’lar peşinde değilim ama istediğim sahne standartına ulaşmam lazım. İnsanlara seni görmek, şarkılarını birlikte söylemek yetiyor belki. Ama bana yetmiyor. “Türkiye’de bu kadar oluyor kardeşim” deyip devam edemiyorum.

Bugün geldiğin noktadan bakacak olursak; sen mi müziği seçmişsin yoksa müzik mi seni seçmiş ve oradan oraya savurmuş?

Müzik benim için tesadüf değildi. Çocukluktan beri kurduğum hayaldi. İnan ben de aynı şeyi düşündüm. Müzikten soğumuştum, “Acaba başka bir şeyler mi yapmalıydım” diye sordum. Ama yok; ben aslında en çok bunu istedim, her zaman... Müziği bırakma kararını almadan az önce bile hayaller kuruyordum müzikle ilgili. Müzik beni seçmedi. Hatta zorlaya zorlaya ben seçtim müziği. İlk albümümü yaptığımda 30’uma yakındım. İlk albüme kadar 13-14 sene süründüm müzik yapmak için. Ama artık eskisi kadar zevk almıyordum orası kesin. Burada yaşanmışlığın rolü var, yıpranma payı var, sektörün daralma payı var...

Diğer faktörlerin bu kararındaki payı yüzde 30’sa, senin kendi üzerindeki etki payın bence yüzde 70. Kendini; senin şarkılarını seven, seni seven insanların gözünden göremiyorsun belki...İstedim ki şarkılarım klasik olsun. Hep dinlensin. Artık albümler “Bu yaz dinlensin” diye yapılıyor. Ben yazın dinlensin diye yapmadım o şarkıları. Çok uğraştım. Hem şarkı yazmayı öğrenmek için hem de yazmak için uğraştım. Öyle bir noktaya geldim ve dedim ki “Benim şarkılarım da öyle geldiler ve geçtiler mi acaba?”

Nasıl bilebilirsin ki zaman geçmeden? Bu da bir önyargı değil mi?Yeni şarkılar yapıyordum ama hep o eski şarkılarla ayakta kalmaktan, onlara sığınmaktan korktum. Yeni bir şarkı yapmak, onu konserde söylemekle ilgili hiçbir heyecanım yok. Ne yazık ki o eski hazzı alarak yazamıyorum şarkıları. İnan çok zor geliyor.



Bu durumda yeniden film çekmen, yönetmenlik yapman mümkün olabilir mi? Öyle bir şeyler gelmişti kulağımıza...Bir tane senaryom var. 5 senedir herkese okutuyorum o senaryoyu. Adı ‘İstenmeyen Tüyler’... Ama şu son kararlarımdan sonra film yapmak da benim için bir hedef değil artık. Müziği bıraktıktan sonra onun hesaplaşmasını da yaptım. Eski aşklarımdan, eski hayallerimden birine kendimi adayabilir miyim, müziğin yerine koyabilir miyim diye düşündüm. Ama meğerse benim o sinema sevdam falan hep müziğin yanındaymış. Aslında ben ‘sinemacı’ olmayı düşünmemişim. Hep müziğin içindeymişim; diğerleri tamamlayıcıymış. Sinema çok zor bir şey; maddi manevi onun altına girmem artık. Film yaptığımda da, bir etki yaratamayacaksam, 23 hafta oynayıp vizyondan kalkacaksa filmim, hiç uğraşamayacağım.


Bu röportajı okuyanlar bana ısrarla soracaklar; Teoman’ın yeni albüm yapma ihtimali hiç mi yok diyecekler, ne cevap vereyim?Tam performansla dönmeyi düşünmüyorum. Ama şunu da anladım ki bu süreçte; ben müzikten başka bir şey yapmak istemiyormuşum. Ben müzisyenim. Başka bir şey olamam. Önce akademik kariyerime devam mı etsem diye düşündüm; baktım o değil istediğim. Spor mu yapayım bu boşluğu doldurmak için dedim, baktım alakam yok. Yoga falan yaptım, hiç benlik değil o işler. Müziğin üretim bölümünü seviyorum. Ama artık kendim için üretmek istemiyorum, yeni şarkı yaparsam başkaları için yapacağım. Eskiden kendimi yeni bir soluk olarak görürdüm; artık eskiyim. Becerebilirsem sonbahardan itibaren konserlerde görüşürüz.


Müziği bıraktığın güne kadar bir ‘rock star’ tavrın vardı. Kimseyi umursamıyor gibi gözüktün. Gerçekten senin hakkında yazılıp çizilenleri umursamıyor muydun? Şöhretli adam gibi davranmadın ve şöhretin marazlarını fena halde yaşadın...

Umursamıyorum sanıyordum ama müziği bıraktıktan sonra anladım ki umursuyormuşum. Şöyle bir sonuca vardım: Görsel ve toplumsal bir figürmüşüm, insanların algısında popüler bir şeymişim ama müzikal tarafım o kadar güçlü değilmiş... Müziğimle etkilemek isterdim insanları ama galiba bir magazin figürü olarak etkiledim. Bu nedenle umursuyormuşum aslında. Son 4-5 senedir bu konularda kendimi iyi hissetmiyordum.


Bu bir paradoks değil mi? Daha çok insana ulaşmak istiyorsun, yeni şarkıların dinlenmedi diye üzülüyorsun ama bir yandan ne kadar popüler olursan da o kadar magazin malzemesi oluyorsun...Aslında daha popüler olmama da gerek kalmamıştı. Geçen gün kırtasiyeden çıkarken röportaj verdim mesela. Ben yaptığımı göstermek istiyorum ama kimse oraya bakmıyor; bambaşka yerlere bakıyorlar benimle ilgili... Müziğime bakanların da tepkilerini göremiyorum. Albümlerimi alan insanların üzerinde etkim var mı göremiyorum. O nedenle doğrudan içime kapanmışım. Dediğin gibi belki de kendime haksızlık ediyordum.


Senin şarkı yazarlığın ‘hikaye anlatıcı’dır, sinematografiktir. Gerçeklerden yola çıksın ya da çıkmasın dinleyene ‘sahici’ bir his geçirir...

Şarkıyı resmetmeyi çok severdim ben. 17 yaşında, Boğaziçi Hazırlık sınıfındayken bir hocamız vardı. Bize ‘listening-comprehension/dinleme-anlama’ dersinde şarkılar verirdi. Bruce Springsteen’in ‘The River’ şarkısının sözlerini çıkarmıştık. O zaman çok etkilenmiştim ve “Ben böyle şarkılar yazmalıyım” demiştim. Çünkü Türkiye’de çok hikaye anlatılmıyor açıkçası... Yapılan şu; ‘Ben seni sevdim, sen beni sevmedin’, hepsinin özeti budur. Çok zor bir yöntemdir gerçekten hikaye anlatmak. Mesela ‘Kupa Kızı Sinek Valesi’ni yazarken ne kadar zorlandığımı ben bilirim...


O şarkılar, senin müziği bırakmana sebep olan depresyondan mı besleniyordu?Ben eğlenceli şarkılar da yazabilmek istedim. O da büyük bir maharet. İnsanları birden bire iyi hissettirebilecek bir şarkım olsun isterdim. Ama insan mutluyken de depresif şarkılar yazabilir. Eski zamandan çaldığın bir ruh haline bürünürsün ve yazarsın iyi şarkı yazarıysan. Hatta bana o durum daha da büyük bir sanatçılık formu gibi geliyor. Ama depresif bir ruh halinde olmasam da “Hadi bir de mutlu şarkı yazayım” dediğimde hep depresif şarkılar çıktı benden.

“Leonard Cohen, Tom Waits gibi bir şey olacağımı umuyordum ama sonunda Bon Jovi gibi olmaktan korktum” diyorsun. Sence Teoman popüler müzik tarihi içinde nereye oturacak?Elbette Bon Jovi ve benzerleri çok başarılı şarkı yazarları... Ama bu tarz isimler hep bir ‘teenage’ kalıbı içersinde şarkı yazıyorlar. Saydığım diğer adamlara bakarsan; gençken yazdığı şarkı örneğin 78 yaşındaki Cohen’in ağzına yakışıyor hâlâ... “Ben de böyle zamansız şarkılar yazabiliyor muyum” diye kaygılandım. Acaba Türk popüler müzik tarihi diye bir şey var mı? Çoktan yok mu olduk? Dünya değişiyor artık. Belki insanların geçmişe dair bir şeyleri arayacak zamanı olmayacak ileride... Ama ben bütün şarkılarımı sonradan da dinlenilsin diye yaptım. Eğer dinlenmezse asıl büyük hayal kırıklığına o zaman uğrayacağım.

24 Mayıs 2012 Perşembe

Nevrotik Nedir?

Duygu bozukluğu nedeniyle aşırı şefkat isteme, güvensizlik, plan yapamama, odaklanamama, saldırgan ve düşmanca tutumlar, kin, aşırı nefret, anormal sex davranışları ve bunlar gibi kişiyisağlıklı ilişkiler kurmaktan alıkoyan hareketler sergileyen insanlara nevrotik (nevroz), bu davranıslarada nevrotik bozukluklar denir.

Normal ve nevrotik kişilik arasında kesin bir ayrım çizgisi yoktur. Çoğumuzda nevrotik eğilimler olabilir. En basit deyimi ile sinirlilik hali olarak tanımlayabileceğimiz nevrozlar, sürekli bozukluklardan çok yüzeysel psikolojik ve işlevsel belirtiler gösteren durumlardır. Nevrotik davranışların kökeninde kaygı yatar. Hatta nevrotik tepkilerin çoğuna davranış bozuklukları da denir. Kişide kaygı genellikle kuruntu, korku, huzursuzluk durumu olarak belirlenir. Nevrotik insanların çoğu kaygılarının farkındadırlar. bazı durumlarda kaygı öyle şiddetlenir ki dışarıdaki bir kişi tarafından gözlemlenebilir. Kaygıyla başa çıkmada kişilerin kullandığı savunma mekanizmaları vardır. Bu mekanizmalar ya kaygıyı bastırmakta başarısızdırlar ya da abartılmış biçimde kullanılmaları anormal davranışa neden olur.

Nevrotik bozuklukların özellikleri: Nevrotik bozuklukların temelinde endişe yatar. Psikolog Karen Horney, nevrotik bireylerin özelliklerini şu şekilde tanımlıyor:

• Aşırı şefkat isterler ve diğer kişilere bağımlıdırlar:Nevrotik bireyler dikkat ve güven gereksinimi içindedirler. Aynı zamanda bu insanlar diğer kişilere şefkat göstermede zorluk çekerler.
• Güvensizlik duyarlar: Nevrotik bireyler güvensizdir, yabancıların yanında huzursuzluk duyarlar, toplumsal faaliyetlerde hastalık derecesinde rahatsız olurlar. Çoğu zaman çok çekingen olup başkaları tarafından yargılanmaktan çok korkarlar.
• Plan yapamazlar: Çok kötü organizatördürler. Çok temiz ve düzgün olmalarına karşın ileriye dönük plan yapamazlar ve içinde bulundukları zamanın sorunlarıyla uğraşmaktan yorgun düşerler.
• Saldırgan ve düşmanca tutum içindedirler: Çekingen olanların da yanı sıra gayet buyurgan ve dayanılmaz nevrotikler de vardır. Önemli biri gibi görünme ihtiyacı içerisindedirler. Aslında bu kişiler kusur bulan ve düşmanca hislerini bastırma ihtiyacı içerisindedirler. Horney’in dediği gibi kendini kolayca aldatılmış ya da kırılmış hissederler ve tüm dünyanın onların kötülüğü için çalıştığına inanırlar.
• Anormal seks davranışları: Gerçek nevrotik kişilerin ya doyumsuz seks dürtüleri ya da sekse karşı bilinçaltı korkuları vardır. Bu da çoğu zaman nevrotik kişiyi sağlıklı ilişkiler kurmaktan alıkoyar.

Nevroz çeşitleri: Dört çeşit nevroz vardır.
• Kaygı bozuklukları (anxiety disorder)
• Somatoform bozukluklar (somatoform disorder)
• Dissosiatif bozukluklar (dissosiatif disorder)
• Duygusal bozukluklar (mood disorder) şimdi

http://www.toplumdusmani.net/modules/wordbook/entry.php?entryID=1528

23 Mayıs 2012 Çarşamba

Ufolar (uzaylılar) hakkında bilgi verir misiniz?

İnsan, gücünün yetmediği konulara pek meraklı oluyor. Binlerce yıl boyunca üzerinde yaşadığımız dünyanın ne kadar büyük olduğunu, sonuna kadar gitsek ne olacağını merak ettik. O zamanlar yapabildiğimiz en hızlı taşıt yelkenli gemiydi. Bu gemilerin getirdiği sınırlamaları sonuna kadar zorlayıp, biraz da cesaret takviyesiyle, insanlık—yukarılara çıkıp fotoğrafını çekmeden—dünyanın yuvarlak olduğunu anlayabildi. O zamanların uzaylıları yeni ayak basılan karalardaki yerli insan ve hayvanlardı. Aynı dünyada yaşıyor olsak bile, her yeni kültür ve kabile farklı araçlar ve diller geliştirmişlerdi. Meselâ, aerodinamik özelliklerin ve yerçekiminin aynı olduğu bir dünyada Asyalılar av için ok ve yay kullanırken Avustralyalılar bumerang adı verilen bir araç icad etmişlerdi. Dünyanın değişik yerlerinde yaşanılan hayatın tarzındaki bunun gibi pek çok farklılık bize gösterdi ki, insan aklı ve hayali için sınır yoktur.

İşte bu sınırsız hayallerimiz her çağda başka meraklar uyandırmakta bizde. Şimdilerde bilim dünyasının hayalleri, Dünya dışı akıllı hayat arayışında odaklamış durumda. Bir gün birileri çıkıp da başka bir gezegendeki canlılarla iletişim kurduğunu söylerse, gerçekten bu haber dünyanın bugüne kadar karşılaştığı en önemli haberlerden biri olacaktır.

Dünyadaki insanlar bu konuda ikiye ayrılmış durumda. Kimisi Dünya dışı akıllı yaratıklar olsa bile uzaklıklar yüzünden bunlarla iletişim kurulamayacağını söylerken, kimisi de bunun mümkün olacağını söylüyorlar. Hatta bu tip canlıların dünyayı sürekli ziyaret ettiği gibi bir tartışma konusu bile var. UFO meselesi yıllardır insanların aklını kurcalar durur. Bunun ne kadar mümkün olduğunu görmek için bizi muhtemel uzaylılarla ayıran duvarları görelim ve verileri ortaya döküp birlikte inceleyelim.

Bu konu, yani UFO ve Dünya dışı akıllı hayat konusu oldukça geniştir; ama sınırlayıcı faktörleri bakımından incelenmesi gerekir. Mesele sosyal ve fiziksel şekilde incelendiğinde hemen herkesin anlayacağı boyuta indirgenebilir. İşin başında UFO kelimesinin sanıldığının aksine uzay gemisi değil, “Tanımlanamayan Uçan Cisim” anlamına geldiğini söyleyelim. Zira bu kelime İngilizce’de (Unidentified Flying Object) cümlesinin baş harflerinden türetilmiştir. Yani bu tanıma uçuş halindeki, belki çok kısa bir süre gözüktüğü ve belki de uzaktan görüldüğü için ne olduğu anlaşılamayan herşey girer. Küçük bir çocuğun elinden kaçırdığı bir balon bile, eğer gören kişiler uzaktan ne olduğunu anlamazlarsa, UFO sınıfına girer; çünkü uçtuğu halde görenler ne olduğunu tesbit edememişlerdir.

İddia konusu ziyaretlerin fiziksel boyutlarına bakacak olursak, karşımıza bir kısım aşılması zor engeller çıkar. Normal şartlarda bizi ziyaret edebilecek uzaylı dostlarımızın kendi galaksimiz içinden olduklarını ve bize nisbeten yakın konumda bulunduklarını düşünmek zorundayız. Kendi Güneş sistemimizde Dünya haricinde içinde akıllı hayat barındıran başka bir gezegen bulunmadığına göre, en yakın yıldızlardan işe başlamak makul olacaktır.

Şu ana kadar Güneş haricinde bir yıldız etrafında dolanan başka bir gezegeni bile görsel olarak tesbit edebilmiş değiliz. Bazı çekim etkilerinin yıldızda yaptığı ufak titreşimler neticesinde sadece etrafında gezegen olduğundan şüphelenebiliyoruz, o kadar. Teleskop ya da başka bir araçla başka bir yıldızın etrafındaki bir gezegeni görmemiz şu anda mümkün değildir, çünkü bu aynen şimdi vereceğim örnek gibidir:

Çok uzaklardaki bir arabanın farları bize döndürüldüğünde parlak far ışığını görebilmemize rağmen farın yanında gezinen bir ateşböceğini göremeyiz. Hem ateşböceğinin ışığı uzaklara ulaşacak kadar güçlü değildir, hem de arabanın farları onu kaybedecek kadar parlaktır. Bir gezegenin yansıttığı ışık, çevresinde bulunduğu yıldızın yanında, örnekteki farın yanındaki ateşböceğinden bile düşüktür. Yani, değil başka bir yıldızın çevresindeki bir gezegenin hayata müsait olup olmadığını, orada bir gezegen olduğunu bile tesbit etmek şu anda imkânsızdır. Sözkonusu uzaylıların bunu aşacak bir teknolojileri olduğunu varsayarsak, gördükleri bir gezegendekileri ziyaret için başka verilere sahip olmaları lazımdır—meselâ orada akıllı hayat olup olmadığı gibi. Bunu tesbit etmeleri için bizim burada olduğumuzu belirleyebilecekleri tek veri, yaptığımız televizyon ve radyo benzeri yayınlardır. Radyonun icad edilmesi henüz çok yenidir. Dünya üzerindeki ilk radyo yayınları şu anda en fazla 80 ışıkyıllık bir mesafeye ulaşmıştır. Yani, daha uzaktaki kimse bizim burada olduğumuzun farkında olamaz.

Bizim burada olduğumuzu uzaya kaçan radyo sinyallerinden anlamaktan başka bir yol olmadığı konusunda tüm bilim dünyası hemfikirdir. Bu durumda muhtemel ziyaretçilerimizi 80 ışıkyılından daha uzak mesafeden bekleyemeyiz. Hatta bu mesafe bile onların ilk radyo sinyallerini alıp o anda yola çıkıp 1 saniyede buraya gelmeleri ve bugünlerde dünyaya varmaları halinde geçerlidir. Sahip oldukları düşünülen gemilerin ışık hızında hareket ettiği kabul edilse bile, buraya gelmeleri 80 yıl civarında süreceğinden, asıl mesafeyi 40 ışık yılına çekmek durumundayız. (Ziyaretçilerin 40 ışıkyılı mesafede olduğunu, 40. yılda bizi duyup 40 yıl da seyahat ettiklerini kabul etmemiz gerekiyor!) Ayrıca ilk ve en yoğun UFO gözlemlerinin 1950’li yıllarda olduğu düşünülürse, bu yıllarda ilk radyo sinyallerinin henüz 30 yıllık olması sebebi ile, mesafe daha da azalacaktır. Böylece radyo dalgalarının henüz 30 yıllık mesafeye ulaştığı bu yıllarda 40 da değil 15 ışıkyılı mesafe içindeki yıldızların bir incelemesini yapmak uzaylı ziyaretçilerimiz ile ilgili iddiaları araştırmak için yeterli olacaktır.

Daha eski zamanlardaki meselâ eski Mısır, Kamboçya-Anchor ve Meksika medeniyetlerindeki muhteşem eserlerin ve gökyüzü hesaplarının uzaylılar tarafından öğretildiği veya yapıldığı iddiaları ise, o zamanlar dışarıya herhangi bir yayın yapılmamış olması nedeniyle imkânsızdır. Çünkü o zamanlar öğretmeye gelen bu uzaylıları buraya çekecek hiçbir işaret yoktu.

15 ışıkyılı mesafedeki duruma dönecek olursak, dünyanın 15 ışıkyılı yarıçapındaki küresel uzaklıklarında yaklaşık 50 yıldız bulunur. Bunların en yakını olan Proxima Centauri yaklaşık 4,3 ışıkyılı mesafededir. Dünyada şu anki en hızlı yolcu uçağı olan Concorde bu mesafeyi 2.454.337 (iki milyon dörtyüzellidört bin üçyüzotuzyedi) yılda alabilir. Uzay mekiği ise buraya ulaşmak için en az 175.000 (yüzyetmişbeş bin) yıl son hızla seyahat etmek zorundadır. Uzaylıların çok hızlı (ışık hızı civarında) gemileri olduğunu varsayarak bu zorluğu bertaraf edelim ve konunun diğer yönlerine bakalım. Bahsedilen 15 ışıkyılı mesafedeki 50 kadar yıldızın hayat barındıran gezegen sistemlerine sahip olma ihtimallerini azaltan pek çok engel vardır. Herhangi bir yıldızın hayata müsait bir ortam sağlayabilmesi için belli bazı özelliklerinin olması gerekir. Bunu görmek için yıldız sınıflandırma sistemine göz atmakta fayda var.

Yıldızlar kendi içlerinde 7 sınıfta incelenir. Her yıldız büyüklük ve parlaklığına göre büyükten küçüğe (O,B,A,F,G,K,M) sınıflarından birine girer. Örneğin Güneş G sınıfından bir yıldızdır. Yani, ortalamanın altında sarı-beyaz küçük bir yıldız. Ayrıca her sınıf kendi içinde 10 alt gruba ve 8 parlaklık grubuna ayrılır. Meselâ, yine Güneşi ele alacak olursak, onun G2V şeklinde sınıflandırıldığını, yani G sınıfından bir sarı cüce olduğunu anlarız.

Çok büyük yıldızlar (özellikle O, B, A ve büyük ölçüde F sınıfı) yakıtlarını çok hızlı tüketip bitirerek öldükleri için çok az bulunurlar ve kısa ömürleri ve kararsız yapılarıyla hayatı beslemeye uygun değillerdir. En küçük ve sönük yıldızlar (M sınıfı ve K sınıfının küçükleri) ise yine hayat ve gezegen sistemi barındırmak adına yetersiz kalırlar. Bu durumda yakınımızda bulunan G ve bir ölçüde K sınıfı yıldızlara bakmamız gerekir. 15 ışıkyılı ve daha yakın mesafede bu gruba giren 3 adet yıldız bulunmaktadır. Bunlar 4,3 ışıkyılı mesafedeki Centauri sistemindeki iki yıldız ve 10 ışıkyılı uzaktaki Epsilon Eridani adlı yıldızlardır. Alpha Centauri sistemindeki iki yıldız bir üçüncü ile birlikte birbirinin etrafında dolanan ve sistemleri paylaşan üçlü bir yıldız sistemi oluşturduklarından, kütleçekim dengesizlikleri sebebiyle, onların bizimki gibi kararlı bir gezegen sistemine sahip olamayacakları hesaplanmıştır. Bu yüzden Güneşin hemen hemen aynısı olan Alpha Centauri A adlı yıldızı ve komşusunu elemek durumunda kalıyoruz. Geriye bir tek Epsilon Eridani kalıyor. Bu yıldız ise 500 milyon yıl civarındaki yaşı ile oldukça genç bir yıldızdır ve etrafında oturmuş bir gezegen sistemi oluşabilmesi için henüz çok zamana ihtiyaç vardır.

Görüldüğü gibi, teknolojik imkânları en sonuna kadar elde etmiş olsalar bile yakın bölgemizde—en azından bizden haberdar olunabilecek kadar yakın bölgemizde—hayat barındırabilecek gezegen sistemleri bulunmamaktadır. Daha uzaklara bakmanın da fazla bir mânâsı yoktur, çünkü kâinatta denizlerdeki kum tanelerinden fazla yıldız ve gezegenin içinde, bizim burada olduğumuzu bilmeden gelip tesadüfen bulacak canlılara inanmak oldukça zor.

Şimdi, uzaylıların var olduğunu kabul ederek, dünyamızı ziyaret etmiş ya da etmemiş olmaları konusunu sosyal yönden ele alalım ve bunun, bizi ayıran ışıkyılı duvarları da dahil, bütün fiziksel engellere rağmen gerçekten olduğunu varsayalım. İlk UFO’ların görülmesinin üstünden neredeyse 50 yıl geçmiştir. Bu tür binlerce gözlemin en azından birinin gerçek uzaylı ziyareti olduğunu düşündüğümüzde aklımıza bir soru geliyor. Bu uzaylılara ait uzay gemisi ve benzeri teknoloji bizde olsa ve biz onlarca ışık yılı mesafeyi katedip onların gezegenlerine gitsek, elimizdeki bu harikulade teçhizat ve yüksek ilmimizle o canlılarla resmî iletişim kurar mıydık, kurmaz mıydık? En azından, “Biz geldik, şurada yaşıyoruz” demez miydik? Ben bu soruya “Yok, biz bu mesafeleri gidip de bir şehrin semalarında birkaç saniye gözüküp sonra geri dönerdik” diyecek bir kişi olacağını zannetmiyorum. Uzaylı ziyaretini ciddiye alan kişilerin başka gezegenleri ziyaret için uzay gemisi yapıp yola çıkan uzaylıların buralara kadar gelip de bir merhaba demeden geri dönmelerine inanmaları çok ilginçtir.

Bu konuda bizi korkutmak istemedikleri ya da biraz daha gelişmemizi bekledikleri gibi iddiaları da ben şahsen biraz şaşırtıcı buluyorum. Uzaylı ziyareti iddiasına, tüm imkânsız görünümüne rağmen, genelde yapıldığı şekilde materyalist felsefe ve tesadüfçülüğe malzeme yapılmadığı sürece, bir fikir, bir düşünce gözüyle bakıp saygı duyuyorum. Bana sorarsanız, aradığımız şey bizden farklı hayat şekilleri ve farklı canlılar ise eğer, onu çok uzaklarda değil, geçemediğimiz boyutlarda, belki kendi kalbimizden daha yakında aramalıyız. Bizi şaşırtan inanılması güç görünen görüntüler ve hikâyeler ile ilgili açıklamalar, kâinatın tüm sırlarının yazılı olduğu Kitabımızda var. Bütün bunlar ile ilgili gerçekleri veya başka akıllı canlıları mı arıyoruz; işte size adres:

Cin Sûresi, âyet-8-9:
(Cinler, dediler ki): “Biz göğe dokunduk, onu kuvvetli bekçiler ve alevlerle dolu bulduk. Doğrusu biz göğün bazı mevkilerinde dinlemek için otururduk. Fakat şimdi her kim dinleyecek olursa kendisini gözetleyen parlak bir alev buluyor.”

Mehmet Akyürek Zafer Dergisi

http://www.sorularlaislamiyet.com/qna/2612/ufolar-uzaylilar-hakkinda-bilgi-verir-misiniz.html

Dünyamız dışında başka alemlerde yaşayan canlılar var mıdır? UFO gerçek midir?


Cenab-ı Hak nurdan, ateşten, ışıktan, zulmetten, havadan, sesten, kokudan, kelimelerden ve elektrik gibi seyyal ve latif maddelerden hayat ve ruh sahibi varlıklar yaratmış ve yaratıyor. Bunlar evrenin her köşesinde bulunuyor.
Dünya dışında da başka varlıklar vardır. Ancak o varlıklar nurani varlıklardır. Kur’ân lisanında onlara melaike ve ruhaniyat denilir.
Kur’ân’da dünya ve yeryüzü “ard” (arz) olarak geçer; başta Âdem Aleyhisselam olmak üzere bütün peygamberlerin yeryüzüne, dünyaya gönderildiği bildirilir.
Bu arada bazı sema katlarında İbrahim, İdris ve İsa Aleyhimüsselâm gibi peygamberlerin makamının bulunduğu da Miraç hadisinde ifade edilir. Yine İsra 44, Talak 12. âyetlerinde yeryüzünün gökyüzü gibi yedi tabaka olduğundan bahsedilir. Ama bu yeryüzü tabakalarının nelerden ibaret olduğu, yeryüzü katmanları mı, yedi kıta mı, yedi iklim mi, neler olduğu kesin olarak belirtilmemiştir.
Ancak bu yaşadığımız dünyadan başka yaşama uygun farklı gezegenler olsa bile, orada insan gibi mükellef ve sorumlu varlıkların yaşadığı konusunda bir ayet veya hadis yoktur.
Dünyadan başka sekiz ve son verilere göre on bir gezegenin daha olduğu varittir, ama oralarda böyle bir varlık türünün yaşadığı hususunda ne dini, ne de bilimsel bir doküman söz konusu değildir.
Bu arada şu gerçeği de gözden uzak tutmamak gerekir: Bu eski gezegen olan dünyamızda bu kadar canlı, ruh sahibi, akıl ve şuur sahibi varlıklar olduğu gibi, diğer gezegen ve yıldızlarda, gök cisimlerinde oraların hayat şartlarına göre, oranın yapısına ve konumuna göre ruhani varlıklar vardır.
Bu meseleye Bediüzzaman Said Nursi şu açıklamayı getirir:
“Şu nihayetsiz feza-yı âlem ve şu muhteşem semâvat, burçlarıyla, yıldızlarıyla, zîşuur (şuur sahibi olan mahlukatlar), zîhayat (hayat sahibi olan mahlukatlar), zîruhlarla (ruhu mahlukatlar ile )doludur."
“Nardan, nurdan, ateşten, ışıktan, zulmetten, havadan, savttan, râyihadan, kelimattan, esirden ve hattâ elektrikten ve sair seyyâlât-ı lâtifeden halk olunan o zîhayat (hayat sahiplerine) ve o zîruhlara (ruh sahiplerine) ve o zîşuurlara (şuur sahiplerine), Şeriat-ı Garrâ-yı Muhammediye (Aleyhissalâtü Vesselâm), Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan, "melâike ve cân ve ruhaniyattır" der, tesmiye eder(isimlendirir).” (Sözler, Yirmi Dokuzuncu Söz, Birinci Maksat, Birinci Esas)
Evrenin her tarafında yaşayan varlıklar vardır. Güneşte, ayda, yıldızlarda, galaksilerde bütün bir evrende çeşitli türden varlıklar yaşıyor.
Koca evrende bir nokta kadar bile zor yer tutan, kâinat haritasında bulunduğu yer dahi belli olmayan dünyamızda milyonlarca tür canlılar mevcut ve yaşıyor.
Yerin üstünde, altında, karada, denizde, havada dünyanın her bir köşesinde canlı varlık bulmak ve görmek mümkün.
Okyanusların binlerce metre derinliklerinde canlılara rastladığımız gibi, bir metre kazdığımızda yer altında da değişik tipte ve türde canlı organizmalara rastlayabiliyoruz. Hatta bir çöplükte o kadar mikroorganizmalar var ki, saymakla bitmez ve tükenmez.
Küçük dünyamız, insanından hayvanına, balığından solucanına ve tek hücreli canlılara varıncaya kadar hayat ve ruh sahibi varlıklarla doludur ki, haddi hesabı yoktur.
Dünyada insandan ve hayvanlardan başka Kur’ân’ın da bildirdiği ve anlattığı gibi, varlıklarını kabul ettiğimiz, fakat gözle görme imkânımız olmayan cinler ve ruhani olarak isimlendirilen diğer canlı türleri ve ruh sahibi varlıklar da bulunuyor.
Dünya gibi küçük bir gezegende bu hayat şartlarına göre canlı türleri ve ruhani varlıklar bulunur da, dünyadan milyonlarca büyüklükteki yıldızlarda, gök cisimlerinde, o ışık huzmesi nurlu âlemlerde oraların şartlarına göre yaşayan varlıkların olmaması mümkün müdür? Vardır ve bulunuyor.

Bizim görmememiz onların olmamasına delil olamaz. 
Bizim bilmememiz onların olmadıklarını göstermez. Çünkü her şey bizim bilgimiz dahilinde değildir, olamaz da.
Bediüzzaman’ın Sözler’de meleklerin varlığını ispat eden bölümde dile getirdiği gibi, Cenab-ı Hak nurdan, ateşten, ışıktan, zulmetten, havadan, sesten, kokudan, kelimelerden ve elektrik gibi seyyal ve latif maddelerden, hayat ve ruh sahibi varlıklar yaratmış ve yaratıyor. Bunlar evrenin her köşesinde bulunuyor.
Dünyamız nasıl insan, hayvan, cin ve meleklerle dolu ise, diğer âlemler ve evren de başta melekler olmak üzere insan ve havyan dışında varlıklarla doludur. O varlıkların insan gibi maddi olarak suya, ekmeğe ve oksijene ihtiyaçları yoktur. Onların gıdası bünyelerine ve yaratılış maddelerine göre tespit edilmiş ve veriliyor.
Bir can ve ruh taşımasına, nefsi, aklı ve duyguları olmasına rağmen nasıl ki, cinler bizim yiyip içtiğimiz gibi yiyip içmiyorlar, hayat tarzları ve şartları bize benzemiyorsa, diğer yıldızlardaki ve gök cisimlerindeki varlıklar da insana ve cinlere benzemez. Oraların hayat şartları farklı olduğu gibi, orada yaşayan varlıklar ve canlılar da ona göre farklıdır.
Yüzlerce ayette semâdan ve semâvattan söz edilir, onların yaratılışına dikkat çekilir, Allah’ın yerin ve semâların Rabbi olduğu gerçeği dile getirilir. Demek ki, kâinatta, evrende ve bu koca âlemde meleksiz ve ruhanisiz bir yer yoktur.
Nasıl melekleri ve cinleri görmediğimiz halde varlıklarını kabul ediyor, inanıyorsak, diğer yıldızlarda ve galaksilerde yaşayan ve o âlemlerin hayat şartlarına göre yaşayan varlıkların var oluşlarını kabul ederiz.

http://www.sorularlaislamiyet.com/article/15771/dunyamiz-disinda-baska-alemlerde-yasayan-canlilar-var-midir-ufo-gercek-midir.html

22 Mayıs 2012 Salı

Placebo Etkisi Nedir?


Plasebo etkisi, hastaların ortada gerçek bir tedavi olmaksızın, ilaç sandıkları, hiçbir etkinliği olmayan şekerli hapları içerek tedavi gördükleri inancıyla iyileşme göstermelerini anlatan bir kavramdır.
Tıp bilimi yeni bir ilacı veya tedavi yöntemini insanlar üzerinde denerken, denekler genellikle iki gruba ayrılır. Bunlardan birisi insanlar üzerindeki etkisi araştırılan ilaç grubu; diğeri ise vücutta herhangi bir etki göstermeyen şeker veya benzeri maddelerin (diğer ilaca benzer görünüm ve miktarda) verildiği plasebo (kontrol) grubu...
Sözgelimi, baş ağrısı için geliştirilmiş yeni bir ilacın etkisi insanlar üzerinde denenirken aynı sorunlardan şikayetçi hastaların yarısına bu ilaç, yarısına ise plasebo (şeker ilaçlar) verilir.
Deneye katılan kişiler ise içtikleri ilacın aslında "etkisiz şeker ilaçları" olduğunu bilmezler.
Denenen bu yeni ilacın baş ağrısını azaltıcı etkisi olduğunu söyleyebilmek için, bu ilaçları içen kişilerin, plasebo alan kişilerden çok daha fazla oranda fayda görmeleri gereklidir. Plasebo kontrolü olmadan,herhangi bir ilaç veya tedavi yönteminin etkinliğinin araştırılması ise tıp biliminde artık itibar görmemektedir.
İşte bu tür plasebo kontrollü çalışmaların yaygınlaşması sonucunda Tıp bilimi yeni bir gerçekle karşı karşıya kalmıştır: Plasebo'nun iyileştirici etkisi!
Profesör Dr Khan ve arkadaşlarının 2000 yılında yayınladıkları çalışmada 1979 ile 1996 yılları arasında yapılan 96 klinik deneyde depresyon ilaçlarının insanlar üzerindeki etkisi incelenmiştir. Bu çalışmalarda depresyon hastalarının bir kısmına anti-depresan ilaçlar , bir kısmına ise vücutta herhangi bir etkisi bulunmayan plasebo ilaçları verilmiş.
Yapılan inceleme sonucunda plasebo ilaçlarını alan kişilerin yüzde 75'inin bu "şeker ilaçları" ndan fayda görerek iyileşme belirtileri gösterdikleri bildirilmiş.
Bu örneklerin daha pek çoğunu saymak mümkündür. Üzerine gıda boyası sürülerek iyileştirilen siğiller, tuzlu su içirilerek iyileştirilen kronik ağrılar ya da yalancı akupunktur iğneleri ile düzelen romatizmal hastalıklar...
Bedenlerinin kendi kendini iyileştireceğine inanmayan pek çok kişi, etkili olduklarını sanarak aldıkları "şekerden ilaçlar" ile iyileşiyorlar. Plasebo, insanın "kendi kendini iyileştirebilme" gücünü ortaya çıkarıyor aslında…
Medyaya yansıyan pek çok mucizevi ilacın ve alternatif tedavi yönteminin esas etkisi de plasebodan farklı değil. Kanser dahil pek çok hastalığın ilaç verilmeksizin hatta plasebo ilaçlar ile değişen derecelerde iyileşebileceği bildirilmektedir. Plasebolar , kişinin kendine ve bedenine duyduğu özgüveni artırmaktadır. Hastalık ile savaşabilmek için kişiyi motive etmektedirler.
Yapılan araştırmalarda plasebo tedavisi gören ve de iyileşme gösteren kişilerde beynin "Prefrontal Korteks" bölgesinin normal kişilere oranla daha fazla çalışmaya başladığı öğrenilmiştir. Beynin alın arkasında kalan bu bölgesi, duygu durumumuzu (ağrı, acı, sinirlilik, problem çözme yetisi) ve kişiliğimizi şekillendirmektedir.

20 Mayıs 2012 Pazar

Titanik


Titanik

14 Nisan 2012 Cumartesi 07:20
Bizim berber Celal çok eğlenceli adamdır, gerçi Başar benim berbere gitmeme hep şaşıyor, “sizden para alan berberi vurmalı” diyor ama Celal zaten vermesen para soracak biri değildir, o “sanatını icra edip” sohbet etmekten hoşlanıyor.
Titanik’le ilgili bir belgesel seyretmiş. Üç yılda inşa edilip, “asla batmaz”diye denize salınan geminin niye battığını araştırıyorlarmış.
Mesele geminin perçinlerindeymiş.
Geminin gövdesindeki sacları birbirine perçinlemek için bir makine yapmışlar, o makine gövdeyi perçinlemiş ama geminin burnuna doğru bir eğim olduğundan makine o eğime oturmamış.
Burun kısmını işçiler elle perçinlemek zorunda kalmışlar.
Onun için geminin ön tarafı, gövdesi kadar sağlam olmamış.
Buzdağı gemiye çarpınca, perçinleri parçalayıp sacları yırtmış.
Geminin ön tarafına su dolmuş, geminin dengesi bozulmuş.

“Nasıl olsa batmaz”
 diye gemiye çok fazla filika koymadıkları için kurtulanların sayısı da çok az olmuş.
İşin en acıklı yanlarından biri ise bütün bu felakete gemi telsizcisinin akılsızlığının yol açması.
Titanik’in çevresinde bulunan bir gemi telsizle “önünüzde bir buzdağı var, dikkat edin” diye uyarı mesajı göndermiş ama Titanik’in telsizcisi, “bizi meşgul etme, görüşmelerimiz var şimdi” deyip bu uyarıyı üstlerine aktarmamış.
Bunları anlattıktan sonra asıl yorumuna geldi.

“Abi, adamlar bu gemiyi 1912’de yapmışlar, biz 1915’te Çanakkale’de savaşırken bizde bir tek Nusret mayın tarama gemisi var, aradaki farka bak, onlar Titanik gibi gemiler yaparken biz gemi yapamamışız.”
Titanik’in Belfast’ta üç yıl süren yapımı sırasında on bir binden fazla tersane işçisi çalışmış.
O sırada Osmanlı’da toplam işçi sayısı kaçtı acaba diye de merak ettim.
Celal’in Titanik yorumu, bazen nasıl ortaklaşa bir körlük içine hapsolduğumuzu gösterdi bana.
Biz hep Çanakkale’yle övünüyoruz, binlerce insanımızın ölümü pahasına İngilizleri orada tutmuş olmaktan duyduğumuz gurur diğer bütün gerçeklerin üstünü örtüyor.
Onca ölü vererek “tuttuğumuz” İngilizlerin daha sonra nasıl İstanbul’u işgal edebildiklerinden pek söz etmiyoruz, sanki savaş Çanakkale’de bitmiş gibi anlatıyoruz bütün hikâyeyi.
Ama tabii daha önemlisi, savaştığımız ülkeyle aramızdaki korkunç“teknoloji” farkı.

“Düşmanınız”
 on bir bin işçiyle gemi yapacak düzeydeyken siz gemi yapamıyorsanız, savaşı kim kazanır?
Daha cesur, daha cengâver, daha kahraman olan mı yoksa üç bin yolcu kapasiteli gemiler yapabilen mi?
Titanik de “modelinin” tek örneği değil, onun gibi iki tane daha yapmışlar o sırada.
Peki, bizim Celal’in bana söylediğini niye hiçbir öğretmen bu ülkedeki çocuklara söylemiyor?
Niye hep kahramanlık, yiğitlik, ölüm öne çıkarılıyor?
Neden bu ülkedeki hiçbir tarih dersinde, bizim “berber sohbeti” düzeyine ulaşabilen yorumlarla anlatılmıyor gerçekler, neden hiçbir öğretmen “biz onlarla savaşıyorduk ama onlar o sırada on bir bin işçiyle üç bin kişilik yolcu gemileri yapabilecek teknolojiye sahiptiler” demiyor?
Çünkü bizim “milli” eğitimin amacı, her an “büyüklerinin emriyle ölüme gidebilecek” askerî birlikler hazırlamak.
1915’teki teknolojik farklılığa hiç vurgu yapmadan sadece Çanakkale kahramanlığını anlatıp durmanın başka hiçbir amacı yok.
Boşuna “biz asker milletiz” deyip durmuyoruz, bu eğitimden “asker kafasından” başka ne çıkabilir?
Titanik hikâyesini dinlerken Selahattin Demirtaş’ın Neşe Düzel’e söylediği bir söz de aklıma geldi.

“PKK IRA değil, biz de Sinn Fein değiliz”
 demişti.
Hiçbirimizin aklına da “niye” diye sormak gelmemişti.
1912’de İrlanda’nın Belfast tersanelerinde Titanik inşa edilebiliyormuş.
Yıl 2012.
Diyarbakır’da bir Titanik inşa edebilecek teknolojik düzeye ulaşabildik mi?
Diyarbakır’da yapılan “modern siteler” bizde hâlâ haber olma özelliği taşıyor.
Orada yapılan binalarla övünüyoruz.
Bu açıdan baktığınızda, Demirtaş’ın “Erdoğan da Tony Blair değil” lafı cuk diye gediğine oturuyor.
1912’de Belfast’ta üç bin kişilik gemiler yapabilen bir ülkenin hiçbir gerçeği, hâlâ öyle bir gemiyi yapamayacak olan bir ülkenin gerçeklerine benzemiyor.
O zaman ne Kürtlerden bir Gary Adams çıkıyor, ne Türklerden bir Tony Blair.
Neticede, biz hepimiz, Kürt’üyle Türk’üyle “Çanakkale Savaşları”nın çocuklarıyız, hâlâ savaşlarla, kahramanlıklarla övünüyoruz, hâlâ “o dönemde onlar ne üretiyordu, biz ne üretiyorduk” kıyaslamasını yapabilecek dersler okutulmuyor bu ülkede.
İngilizlerle İrlandalıların bir seferde “üç Titanik” yapabildikleri günden tam yüz yıl sonra biz hâlâ darbecilerle, cuntacılarla uğraşmak zorunda kalıyoruz.
PKK IRA değil, BDP Sinn Fein değil, Erdoğan Blair değil, ordu da İngiliz ordusu değil.
Arada neden bu kadar büyük bir fark olduğu net bir şekilde görülmüyor mu?
Bunca yıldır yazı yazıyorum, bir kere bile yüz yıl önceki İngiltere ile Osmanlı’yı kıyaslayıp bugünle ilgili gerçeklerin köklerine bakmak aklıma gelmedi.
Bundan sonra diyorum yazıları Celal’e yazdırayım.
Ya da o hangi belgeselleri seyrediyorsa ben de onları seyredeyim.

http://www.ilkehaber.com/yazi/titanik--4321.htm
ALAK 19. Hayır! Ona uyma! Allah’a secde et ve (yalnızca O’na) yaklaş!

19 Mayıs 2012 Cumartesi

Allah isterse kendinden bir tane daha yaratabilir mi? (Hâşâ)


“Allah isterse kendinden bir tane daha yaratabilir mi?” diyenlere verilecek cevap nedir? 
Cevap: 
•Yaratıcıya “yaratıcı” dedirten bütün ezelî ve ebedî sıfatlar, bu sıfatlara sahip başka bir varlığı reddeder.
YARATICI, yaratılmamış olandır. Yaratılmış bir şey yaratan olamaz! Allah (cc), vücudu kendinden olandır. Allah (cc)yaratılmamıştır ki, yaratılan bir şeyin Allaholabileceği düşünülebilsin.
•Allah (cc)EHAD’dir. Sıfatlarından biri de Ehad (tek) olan Allah’ın (cc), bir noktada bitip o noktadan sonra ikinci bir varlığın başlaması nasıl düşünülebilir?
•Allah (cc)KADÎR’dir. O'nun (cc)gücü her şeye yeter. Hiçbir şekilde yardımcılara ihtiyacı yoktur. Bu durumda; her şeye gücü yeten ve hiçbir şeye muhtaç olmayan Allah’ın (cc)ikinci bir Allah’ı yaratması gibi bir abesiyetin sorulması oldukça mantıksız olacaktır.
•Allah (cc)HAKÎM’dir. O (cc), abes iş yapmaz.

http://www.sorusorcevapbul.com/soru-cevap/allah/allah-kendinden-bir-tane-daha-yaratabilir-mi

Kainatın Yaratılmasında Altı Gün Gerekli miydi?


Kainatın altı günde yaratılmasının hikmeti nedir? Bu Allah’ın (cc) kudretine (haşa) bir acz veriyormuş gibi görünmüyor mu?
Pek çok âlime göre, kainatın 6 günde yaratılmasından kastedilen “6 vakit içerisinde tedricen yani aşama aşama yaratılışın devam etmesi”dir.
Allah'ın (cc)kudretini göstermesinde; bir anda (def’aten) yaratma, aşama aşama (tedricen) yaratmaya üstün değildir. Çünkü “tedricen” yaratmada zaten her an ve defalarca “def’aten” yaratma vardır.
Fakat zatenAllah’ın (cc) kudreti için kolay ya da zor kavramları yoktur. Allah'ın (cc)birliği, zaman, mekân ve maddeden bağımsızlığı sırrıyla çiçeği yaratmakla cenneti yaratmak O'nun için aynıdır. Yaratmak için istemesi ve “Ol!” demesi yeterlidir.
Bilindiği gibi kainat esir maddesi denilen zerrelerden oluşmaktadır. En küçük yapıtaşı olan zerre kendinden daha küçük parçalara ayrılamayacağına göre aşama aşama yaratılması söz konusu olamaz. Yani kainatın muhteşem sistemini içinde taşıyan bir zerre, bir anda yaratılır. Ayrıca Allah (cc) birçok zerreyi de "bir anda" ve "aynı anda" yaratabilir ve yaratıyor. YaniAllah (cc) kainatı bir anda yaratma kudretine sahip olduğu gibi aşama aşama yani “tedricen” yaratma kudretine de sahiptir.
Anne rahmine düşen bir çocuk, birden bire yetişkin bir hale gelmemesi ve bir çekirdek toprağa bırakılır bırakılmaz meyvedar bir koca ağaç olmaması bize hiç de tuhaf gelmez. Çünkü Allah (cc) bu şekilde yani aşama aşama yaratmasıyla insanların görerek daha kolay idrak edebilmesini dilemektedir. Allah’ın (cc)kainatı tedricen yaratmasında pek çok hikmetler bulunur:
Kainat bir anda yaratılmış olup hal değiştirme, üreme, mevsimlerin değişmesi gibi oluşumlar olmasaydı dünkü âlem olmaz, su buhara dönüşmez, insandan insan doğmazdı. Yani dünya üzerindeki gelmiş ve gelecek her şey bir anda yaratılacağından; yaratılan hiçbir şey "yaratma" olayına şahitlik edemeyecekti. Böylece kainat adeta kadim yani başlangıcı olmayan bir tabiat zannedilecekti.
Kainat bir anda yaratılmış olup tedricilik olmasaydı, Allah’ın (cc)hâkimiyeti yani kainat üzerindeki idare ve terbiye ediciliği görünmeyecekti. Çünkü kâinat içindeki bütün oluşumlar Allah’ı (cc)bize tanıttıran birer vasıtadır.
Kainat bir anda yaratılmış olup tedricilik olmasaydı, Allah'ın (cc)Müdebbir (idare eden), Mürettib (mertebe mertebe yaratan), Mürebbi (terbiye eden), Hakîm (hikmetle yaratan) gibi isimleri görünemeyecekti.
Allah'ın (cc) iki çeşit yaratması vardır. Biri ibda' yani yoktan bir anda var etme, diğeri ise inşa' yani birkaç şeyi bir araya getirerek yaratmasıdır. Kainat bir anda yaratılmış olup tedricilik olmasaydı “inşa”nın hiçbir delili gözükmeyecekti.
Her kışın arkasından bahar, her geceden sonra gündüzün gelmesi “haşrin” yani yeniden dirilişin apaçık delillerindendir. Kainat bir anda yaratılmış olup tedricilik olmasaydı “ikinci yaratılış” imkânsız zannedilecekti. 

18 Mayıs 2012 Cuma

Bakıyorum da bu kadar kısa zamanda çok şey değişti. Ve aklıma geldi:

''All the world astounds me and I think I understand 
 Tüm dünya beni şaşkına çeviriyor ve sanırım anlıyorum
 That we’re going to keep growing, wait and see.
 Büyümeye, beklemeye ve görmeye devam edeceğimizi. ''
The Moody Blues - Melancholy Man