14 Temmuz 2014 Pazartesi

Zihnimizdeki Gerçeklik Algısı

Zihin yaşadıklarını an içerisinde geçmişe dönük sürekli yeniden yapılandırır.Yaşadığı süreç içerisinde gördüğü/şahit olduğu veya bizzat deneyimlediği her olay,öğrendiği her bilgi bu işleme tabi tutulur ve hafızadaki kayıtlı bilgiler yeniden şekil alarak kodlanır.
Ve insan kendisini beyan ederken etkileşimde olduğu kişi ya da kişilerin yaklaşım ve yorumlarına göre de kendisini/yaşadıklarını tekrar tanımlamaya ve anlamlandırmaya başlar.Bu yüzden yaşadıklarımızı paylaşacağımız kimselere dikkat etmeli ve onları özenle seçmeliyiz.İnsan içinde bulunduğu koşullara göre çok çabuk şekil alma özelliğine sahip bir varlık olduğu için(su gibi), yaşadıklarımızın karşımızdaki tarafından hangi düzlemde değerlendirildiği çok büyük önem arz etmektedir.Karşımızdaki kişinin bizi dinlerken sergileyeceği her tutum,jest,mimik,tepki ve söylem bu süreçte çok büyük etkendir.Eğer hassasiyetle ve aktif bir şekilde dinleniyor isek her hangi bir somut çözüm üretilmese bile,sadece anlaşıldığımız bize hissettirildiğinde kendimizi daha objektif değerlendirebilir,ve hayatımızda daha farklı alternatifler geliştirebiliriz.Bunu bizzat kendimiz yapabiliriz çünkü her insanın içerisinde bu potansiyel çözüm vardır.
İnsan anlaşıldığı anda var olur, anlaşıldığını hissettikçe kendini değerli bulur.Anlaşılmak yargılanmadan,sorgulanmadan sadece anlaşılmak.Sorunlarımızın üstesinden gelemeyişimizn de en büyük sebebidir aslında kendi içimizdeki ve dışımızdaki/etrafımızdaki yargıçlar.İç dünyamızda yaşadığımız bir çok şeyi kendi içimizdeki yargıçlardan dolayı dinlemeyiz,kabul etmeyiz ve yok sayarız.Bu da içimizde varolan enerjinin/duygunun bastırılması/yok sayılması anlamına gelir.Örneğin:Çok mutsuzuzdur ancak iyi görünmek zorunda hissederiz kendimizi ve rol yaparız, bu mutluluk rolü bir süre sonra kendi içimizdeki uçurumun derinleşmesine sebep olur ve artık boğulmaya başlarız.Bu sefer dış dünyaya çok garip tepkiler vermeye başlarız öfke patlamaları,gereksiz alınganlıklar,ağlama krizleri,anlamsız gülmeler vb.İşte o zaman bir şeyin alarmı çalmaya başlamıştır artık.Tabii bu sürece somatik tepkiler de eklenir baş ağrısı,mide ağrısı/bulantısı,omuz ağrıları vs. Beden dillenir ve yeter der bize isyan eder.Kendini dinle artık,kaçma kendi gerçeğinden.
Hayattaki en büyük lütuflardan biri gerçekten anlaşıldığımızı bize hissettiren kişilerin varlığıdır.Yargılanmadan birileri tarafından kabul görmek insana kendini değerli hissettirdikçe insan artık negatif olarak gördüğü şeylere bile pozitif anlam yüklemeye başlar.Hele bir de karşımızdaki bu konuda bir profesyonel ise…İnsan varlığı,hayatı ve yaşanmışlığı ne ve nasıl olursa olsun kabullenmeye başlar.İşte o zaman anlamlandırma süreci daha da etkinleşir ve yaşadığı olaylara,insanlara ve en önemlisi ise bizzat kendisine doğru anlam yükledikçe (kedini bildikçe) enginleşir,farklı bakış açıları geliştirir artık hayata dar bir zeminden değil farklı boyutlardan bakabilen bir boyut kazandırabilir.İşte gerçek özgürlük budur,insanın kendi anlam dünyasında oluşturduğu özgürlük.Başka türlü her türlü somut imkanlara sahip olsa da insan asla doymaz ve hep daralır,sığlaşır.Maddi imkan ve rahatlık,konforun hayatımıza huzur getirememesinin sebebi budur.Her şeye sahibiz ama huzura,ruha ve anlama sahip değiliz.Bilgi bombardımanı altındayız ancak anlam dünyasından yoksunuz.Sadece ezberliyoruz ve tekrarlıyoruz.Üretemiyoruz sadece tüketiyoruz.
Zıtlıkların diyalektiğini yaşıyoruz aynı anda ve aynı zeminde.Bu yüzden karmaşığız.Ancak bu karmaşıklık da doğru yapılandırılıp doğru okunduğunda bizi asl a götüren büyük bir fırsata dönüşebilir.Yaşadığımız sürece zihnimizdeki yeniden yapılanma da devam ettiği için hayatımızdaki nitelendirmeler de sürekli değişmektedir.Örneğin:Doğru bildiklerimiz zamanla yanlış gelebilir,negatif olarak değerlendirdiğimiz şeyler zamanla pozitife dönüşebilir ya da hiç hoşlanmadığımız biri zamanla çok sevdiğimiz birine,çok sevdiğimiz kişi ise nefret edeceğimiz birine dönüşebilir.
Ancak insan zihninde an da takılı kalma tuzağı vardır.Sanki o andan hiç çıkmayacakmış gibi algılar hayatı ve doğruları.Sorgulamaz ve tek gerçeklik olarak nitelendirir içerisinde bulunduğu doğruları,duyguları.Buna saplanıp kaldığı için hayatı zehir eder kendine.Hani der ya ayette:'Allah kimseye zulmetmez ancak insan kendi nefsine zulmeder' diye.Bu kesinlikle böyle.Hayatta her şeyinin anlamının zaman içerisinde değişeceğini bile bile takılı kalırız o an ki duygu ve düşüncelerimize.Bu durum ‘Ben değişemem,benim karakterim/huyum bu' diyen kişilerde daha bariz tezahür eder.Bunlar sorumluluk almak istemezler,bu yüzden kendilerini sorgulamazlar bile.Ya çok korkaktırlar,öz güvenleri çok düşüktür ya da narsistirler(kendilerini yüceltirler).Bir insanın kendisine verebileceği en büyük zarar,kötülük bu olsa gerektir.Değişime kapalı olmak.Kendini yeterli görmek,sorgulamamak.'İnsan kendini yeterli gördü mü haddi aşar' der ayette.Demek ki kendini diriltenler,kendini bilenler hadlerini bilenlerdir.Hadlerini bilmeyenler ise cahiller.
Hayatta okunacak çok fazla şey olduğu gibi( insan,olaylar,kitaplar,kainat vs.),çok farklı okuma şekli de vardır.Her söylem kendi gerçekliği üzerinden kendi doğrusunu inşa eder.Tarihsel sürece bakıldığında bu da değişkendir.Paradigmalar vardır,insanlığın zaman içerisinde kabul gördüğü gerçeklikler.Bunların doğruluğu öyle kanıksanır ki artık tabu haline dönüşür ve bunları sorgulayanlar tarihte canlarından bile olmuşlardır(Sokrat vb.).Ancak zamanla paradigmalar değişir ve insanların en çok direnç gösterdikleri şeyler, en çok değişime uğrayan şeylere dönüşür.Gerçekliklerin değişken olması demek değildir ki hayatta kalıcı hakikat yoktur.ASLA!
Hakikat vardır ancak onu herkes kendine has boyutuyla değerlendirmekte,farklı boyutlara/anlama zeminlerine de karşı çıkmaktadır.Burada bize engel olan şey ego larımızdır.Ego her şeyin en doğrusunu hatta tek doğruyu bildiğine kanaat eder.Bu yüzden evren ile insanlık ile bütünleşemez, yalnızlaşır.Daraldıkça daralır.Daralan ego (bireysel ya da toplumsal anlamda) parçalanır,dağılır ve bu da beraberinde yeniden yapılanma oluşturur.
Sözün özü hayatta hiçbir düşünce,doğru kendi başına tek gerçeklik değildir.Hakikat vardır ancak o bizim beyinlerimizin onun bütününü olduğu gibi anlayamayacağı kadar yücedir,aşkındır.Bakii olan hakikat yalnızca Allah'tır.
Hamd/övgü alemlerin Rabbi olan ve yarattığı insanı en iyi bilen,anlayan,tanımlayan gerçek dost Allah'a mahsustur…
Psikolog/Psikoterapist
Fatma ÇAKIR ÇALIŞKAN

http://www.doktorsitesi.com/makale/zihnimizdeki--gerceklik--algisi

6 Temmuz 2014 Pazar

Akıllı insanlar niçin aptalca şeyler yapar?

İnsan dehası ve zekâsı söz konusu olduğunda, aklımıza çoğunlukla en zeki ve en yetenekliler gelir. Bu doğaldır; herkes Einstein’lara, Mozart’lara hayranlık duyar ve onlar gibi olmak ister.
Buna karşılık skalanın diğer ucunda olanlarla pek kimse ilgilenmez. Bu insanları tanımaya çalışmanın hiçbir yararı oladığına inanılır; bunların ancak laboratuvar faresi olarak işe yarayacağı düşünülür.
Oysa aptallık göz ardı edilemeyecek kadar önemli ve ilginç bir konudur; farklı bir açıdan yaklaşıldığında çok şaşırtıcı ve çarpıcı bilgilere ulaşılabilir. Aptallık bilimi, zeka kavramını daha derinlemesine kavramamızı sağlamasının yanı sıra, şu anda dünyayı yönetmekte olan çok sayıda “akıllı” insanın yaptığı aptalca hataların nedenlerini anlamamıza yardımcı olabilir.
APTALLIK DÜŞÜK IQ SONUCU DEĞİL
Mantıksız, saçma, budalaca fikirlerin peşinden gidenlerin hepsi düşük IQ’lu değildir. Böyle bir zekâ, büyük ölçüde rasyonelliğin yakınından bile geçmez. IQ testlerinden yüksek bir puan almanız sizin aptallık yapmayacağınız anlamına gelmez.
Kaldı ki kimse aptalca kararlar almasına yol açan eğilimlere yüzde yüz karşı koyamaz. IQ derecesi veya eğitim yalnızca bir referanstır; tanım olarak aptal olmadığımızı gösterir. Bu da kişisel düzeyde zararlı olabilir: IQ’dan bağımsız olarak, rasyonellik testlerinde başarısız olanların plansız hamilelik veya kumar borcu gibi hatalar yaptığı sıklıkla görülür.
BÜYÜK ÖLÇEKTE APTALLIK
Kişisel sınırları aşıp, geniş kitleleri etkileyen aptallığın zararları da kitleseldir. Örneğin, kasıtlı olmasa da bunu teşvik eden bir iş kültürü, ekonomik krizlere neden olabilir. Gerçekten de bu çok büyük hasar yaratır, çünkü bankalar akıllı insanların mantıklı hareket ettiğini varsarken, aynı zamanda enine boyuna tartılmış mantıklı davranışlar yerine sezgiye dayanan spontan davranışları ödüllendirir. Bir bilim insanı bu eğilimi şöyle açıklıyor: “Bir insan ne kadar zeki ise, aptallığının sonuçları o kadar yıkıcı olur.”
Aynı kural siyasiler için de geçerlidir: Irak’ın istilası, akıllı olduğu varsayılan insanların muazzam boyutlara varan aptallıklar yapabildiği bir kez daha gözler önüne seren önemli bir örnektir.
APTALLIĞIN SINIRI YOK
“Yalnızca iki şey sonsuzdur; evren ve insanların aptallığı. Ancak ilki hakkında kuşkularım var.” Einstein bu sözleriyle aptallığın sınırı olmadığına işaret ederken, Amerikalı yazar Harlan Ellison aptallığın ne kadar yaygın olduğunu şöyle ifade ediyor: “Evrende iki şey çok boldur; hidrojen ve aptallık.”
Einstein ve Ellison’ı bu kadar rahatsız eden aptallığın zekâ derecesiyle – özellikle IQ- hiçbir bağlantısının olmadığı artık biliniyor. Çok zeki bir insan aynı anda çok aptal da olabilir. Akıllı insanların kötü kararlar almasının altında yatan faktörler anlaşıldıkça, ekonomik krizler gibi toplumun karşı karşıya kaldığı büyük felaketlerin anlaşılması ve çözüme kavuşturulmasının da yolu açılacak. Daha da ilginci, aptallık konusunda yapılan araştırmalar, kitleleri derinden etkileyen aptalca kararları engelleyebilecek.
APTALLIK VE ZEKÂ ARASINDAKİ İLİŞKİNİN GEÇMİŞİ
Zekâ ve aptallığın tek bir spektrumun iki zıt ucu olduğu fikri eskilere dayanır. Rönesans döneminin ünlü din bilimcisi Erasmus, Deliliğe Övgü isimli yapıtında, delilik (stultitia), kendi kendisine övgüler düzer; bu arada çocuklukta ve yaşlılıkta, aşkta, evlilikte ve dostlukta, politikada ve savaşta, yazında ve bilimde deliliğin nasıl her zaman egemen olduğu gösterilir. Tüm uğraş alanları, bu arada özellikle din kurumu ve din adamları bu panorama çerçevesinde sergilenir. Deliliği konuşturma kisvesi altında Erasmus, çağının kilisesine ve o kilisenin mensuplarına en acımasız eleştirileri yöneltir. Bu niteliğiyle Deliliğe Övgü çağlar boyunca bağnazlığa karşı kaleme alınmış en yetkin düzeydeki başyapıtlardan biri olmuştur.
Ancak 18.yüzyılda aptallık vasat bir zekânın sonucu olarak görülmeye başlar. Bunun bir uzantısı olarak, insan yeteneğindeki farklılıkları açıklamak isteyen modern yaklaşımda ise IQ testleri devreye girer ve insanın zihinsel kapasitesini tek bir sayıya indirgeme yolunu seçer. Michigan Üniversitesi’nden psikolog Richard Nisbett bunu şöyle açıklıyor: “Eğer IQ’nuz 120 dolaylarında ise yüksek matematik kolaydır. 100 civarında ise yüksek matematiği öğrenebilirsiniz, ancak bunun için sizin ve öğretmenlerinizin çok büyük gayret göstermesi gerekir. IQ’nuz 70 ise yüksek matematiği öğrenme şansınız sıfırdır. Kısaca bu ölçüm akademik ve profesyonel başarınızı önceden tahmin etmenin bir yoludur.”
ZEKÂ FARKLILIĞININ NEDENLERİ
IQ derecesini belirleyen çeşitli faktörler vardır. Zekâ farklılığının % 30’u, içinde yetiştiğiniz koşullardan, örneğin beslenme ve eğitimden kaynaklanır. Genler ise iki insan arasındaki farkın % 40’ından sorumludur.
Bu farklılıklar beynimizdeki bağlantılarda kendini gösterir. Daha zeki beyinlerde nöronların arasında daha verimli bir ağ bağlantısı olduğu izlenir. University of the West of England’dan Jennie Ferrell, bu bağlantıların bir insanın kısa süreli “faal” belleğinin nasıl kullandığını belirlediğini ileri sürüyor: “Bu nöral bağlantılar, verimli zihinsel bağlantıların kurulmasında biyolojik bir temel oluşturur.”
Zekâ farklılıklarının nedenleri konusunda bugüne dek şu varsayımlar geliştirildi:
*Genetik sürüklenme (genetic drift) evrimsel sürecin temel mekanizmalarından biridir. Doğal seçilimden farklı olarak, bir popülasyon içerisindeki genetik yapının adaptasyon olmadan, tamamen şans eseri olarak değişmesidir. Daha çok küçük popülasyonlarda etkilidir; büyük populasyonlar ise matematiksel olarak etkilenmezler, çünkü tesadüfi olayların etkisi azdır. Bu fikri savunanlardan biri olan Stanford Üniversitesi’nden Gerald Crabtree, zekâmızın sürekli olarak mutasyon geçiren 2000-5000 gene bağlı olduğunu ileri sürüyor. Uzak geçmişimizde zekâları alt düzeylerde seyreden atalarımız, genlerini bir sonraki nesle miras bırakma şansını yakalayamadan aramızdan ayrılmış olabilir, fakat Crabtree’ye göre, insan topluluklarında işbirliğinin gelişmesi sayesinde zekâsı düşük insanlar daha başarılı olanların sırtından geçinerek hayatta kalma şansını elde edebilirler. Bu koşullarda MÖ 1000’li yıllarda yaşamış herhangi biri günümüzün en zeki, en bilgili kişisi olabilir (Trends in Genetics, vol 29, p 1).
*Uzak geçmişimizdeki atalarımızın zekâsı hakkında bir tahmin yürütmek zordur ve aslında ortalama zekâmız yakın geçmişimizde az da olsa artış göstermiştir. Bu fikri savunan University of York’tan psikolog Alan Braddeley, görüşlerini şöyle dile getiriyor: “İnsan düşüncesinin tek boyutu IQ ölçümleri değildir. Aptallık, bilimsel bir terim değildir. Pek çok zeki insanın aynı zamanda aptal olduğunu da görüyoruz .”
HEM ZEKİ HEM DE APTAL İNSANLARIN PARADOKSU
Bir insan hem zeki, hem de aptal olması nasıl açıklanabilir? Bu paradoksu açıklamaya yönelik kuramlardan biri Princeton Üniversitesi’nden bilişim uzmanı Daniel Kahneman’a ait. Kahneman, insan davranışları konusundaki çalışmalarıyla Nobel Ekonomi Ödülü’ne hak kazandı. O güne dek insanların doğuştan rasyonel oldukları varsayılıyordu.
Oysa Kahneman ve meslektaşı Amos Tversky, bunun tam tersini iddia etti. Kahneman ve Tversky’ye göre insanlar bilgiyi işlerken, beyin iki farklı sisteme erişir. IQ testleri bunlardan yalnızca birini ölçer. Bu da sorun- çözümünde bilerek, isteyerek yapılan işlemdir. Oysa günlük yaşamda insanların normal tepkileri sezgilerinin kontrolü altındadır.
ZİHİNSEL KISA YOLLAR
Bu sezgisel mekanizmalar insanlara evrimsel avantaj sağlar. Bilgi çokluğu karşısında karar vermekte zorlanan insanlar bu mekanizmalar yardımıyla kendilerine bir çıkış yolu bulur. Bunlar sıra dışı olayları kalıplara uydurma, doğrulama eğilimi ve belirsizliğe direnme gibi bilişsel eğilimlerden oluşan bir stratejidir. İnsanlar, ilk çözümün, çözümlerin içinde en iyisi olmadığını fark etmiş olsalar dahi, kısa yoldan ilk çözümü kabul etme eğilimindedir.
Evrimsel sınavı başarı ile geçen bu mekanizmaların hepsine toplu olarak “höristik stratejiler-zihinsel kısa yollar” denir. Başka bir deyişle bu, sorunun çözümünde gereksiz detayları elemine ederek kısa yoldan çözüme ulaştıran bir stratejidir. Ancak zihinsel kestirmeler, muhakeme yeteneğimizi tümüyle ele geçirirse, mantık tamamen rayından çıkabilir. Bu nedenle kestirme yollara karşı direnç geliştirmek gereklidir; aksi takdirde aptalca davranışlara zemin hazırlanmış olur. Ferrell bunu şöyle açıklıyor: “Kestirme yollara sapma eğiliminin IQ ile bir ilgisi yoktur. İnsan aptallığını anlamanın bir yolu da bu kestirme yollara sapma eğilimini ölçen testtir.”
İşte Toronto Üniversitesi’nden bilişim uzmanı Keith Stanovich, rasyonellik katsayısı (RQ) adını verdiği bu testi geliştirmeye çalışıyor.
RASYONELLİK KATSAYISI ÖLÇÜMÜ
Doğal olarak yüksek rasyonellik katsayısına sahip olup olmadığınızı belirleyen faktörler nelerdir? Stanovich’e göre RQ, IQ’dan farklı olarak, genlere veya çocukluktan gelen çevresel koşullarına bağlı değildir. Her şeyden önce RQ, insanın kendi bilgisinin doğruluğuna değer biçebilme yeteneğidir. Yüksek RQ’ya sahip insanlar, kendi farkındalıklarını güçlendirmişler ve bu bilgi dağarcığının kendilerini düze çıkartacağına inanmışlardır.
MANTIĞI RAYINDAN ÇIKARTAN ETMENLER
Stanovich farkındalığı güçlendirmeye yönelik en basit yaklaşımlardan birinin, nihai karara varmadan önce sezgisel çözümü, tam karşıtı ile karşılaştırmak olduğunu söylüyor. Böylece bildikleriniz ve bilmediklerinize ilişkin daha net bir farkındalığa sahip olabilirsiniz.
Ferrell ise Stanovich kadar iyimdr değil; doğal olarak yüksek RQ’ya sahip insanların bile kontrolleri dışındaki koşullar altında aptalca kararlar verebileceğini söylüyor.
Aptallığın bir diğer tetikleyicisi de duygusal dalgalanmalardır.Üzüntü ve endişe, aktif belleği bulandırıp fiili durumu değerlendirmede yetersiz kalmasına yol açabiliyor. Bu yetersizliği gidermenin de en yaygın yolu, zihinsel kısa yollardan birini seçmektir. Başka bir deyişle höristik stratejiden medet ummaktır.
YÜKSEK IQ’LU APTALLAR
Aptallığın tarihi konusunda çalışmaları bulunan Hollandalı Matthijs van Boxel, gözlemlerine dayanarak yüksek IQ’lu insanların yaptığı aptallıkların çok yıkıcı olduğunu söylüyor. Bunun nedeni, zeki insanlara daha fazla sorumluluk verilmesidir.
Stanovich yüksek IQ’lu insanların yaptığı aptalca hataların etkisinin en fazla de mali çevrelerde hissedildiğini söylüyor. Şu anda standart bir RQ testi, zihinsel kısa yol tuzağına düşme eğilimi taşıyan kişilerin yönetici olarak seçilmelerini engelleyebilirdi. Ama böyle bir test henüz standardizasyon aşamasını geçemediği için kullanıma hazır değil.
Van Boxel insanların geçmişte yaptıkları aptallıkları gelecekte de tekrarlamamaları için herkesin –özellikle de iktidardakilerin ve en zekilerin- kendi zayıflıklıklarını büyük bir alçak gönüllülükle kabul edip, ne bilip ne bilmedikleri konusunda farkındalıklarını güçlendirmelerini tavsiye ediyor.
Derleyen: Reyhan Oksay
Kaynak: New Scientist, 30 Mart 2013
http://psychology.about.com/od/hindex/g/heuristic.htm
http://www.businessdictionary.com/definition/heuristics.html
http://www.kurtkleiner.com/stories/ut.why.smart.people.do.stupid.things.html

İnsanlar neden ve nasıl aptallaşır?


İnsan neden ve nasıl aptallaşır?
Çocuklarımıza onları yetiştirirken birçok şey öğretiriz ama onlara asla öğretmediğimiz bir şey varsa o da düşünmektir. Siz hiç çocuğuna düşünmeyi öğreten bir anne veya baba gördünüz mü? Göremezsiniz! Çünkü düşünmek öğrenilen veya öğretilen bir eylem değildir. Beynimizin nasıl düşündüğünü biliyor muyuz ki çocuklarımıza öğretelim?

Bakmayın siz “düşünüyorum, o halde varım” gibi hamasi sözlere. Düşünen insan değil, insanın bir organı olan beyindir. Bu nedenle de her çocuğun beyni doğuştan düşünebilir ve bizim çocuklarımıza düşünmeyi öğretmemize gerek kalmaz. Sadece biz insanlar mı? Hayır! Beyni olan her canlı, her hayvan düşünmesini bilir. Çünkü onlarında kendiliğinden düşünebilen bir beyinleri vardır. Tilkilerin, farelerin, yunusların, şempanzelerin, hatta ve hatta kuş beyinli olarak aşağıladığımız kargaların bile düşünebildikleri ve ne kadar akıllı ve zeki hayvanlar oldukları bilinen bir gerçekliktir.

Hayvanlar sadece düşünen, akıllı ve zeki hayvanlar değil aynı zamanda da biz insanlardan çok daha normal, rasyonel eylemler, davranışlar sergileyen canlılardır. Siz hiç aptalca bir eylem yapan, davranış bozukluğu gösteren bir hayvana rastladınız mı? Rastlayamazsınız! Hayvanlar asla ve asla aptalca bir davranış sergilemezler. Hayvanların yaptığı her eylemde amaca yönelik bir rasyonellik daima vardır ve bu kuralın tek bir istisnası bile yoktur.  

İnsanların yaklaşık üçte biri davranış bozukluğu gösterir ve psikolojik tedaviye muhtaçtır ama hayvanların ne psikolojik sorunları vardır, ne de biz insanlar gibi davranış bozuklukları gösterirler. İşin en enteresan tarafı rahmetli Aziz Nesin’in de belirttiği gibi insanların % 60’ı aptallarmış. % 60 oranı üzerinde belki tartışabiliriz ama hepimizin de bildiği gibi insanların bir kısmı akıllı bir kısmı da aptal oldukları konusunda kimsenin bir şüphesi yoktur.

Hayvanlar aleminde akıllı hayvan, aptal hayvan farklılığı yoktur. Siz hiç aptal bir tilkiye, fareye, yunusa, şempanzeye veya kargaya rastladınız mı? Rastlayamazsınız! Çünkü bütün hayvanlar kendi türlerine göre farklı gelişmişlik ve farklı akıl düzeylerine sahip olmalarına rağmen aynı hayvan türünün mensupları arasında akıl ve zekâ açısından en ufak bir farklılık yoktur. Örneğin bir tilki ne kadar akıllıysa bütün tilkilerde o kadar akıllıdır. Peki, nasıl oluyor da hayvanlar arasında kendi türleri içinde akıllı, aptal farklılığı yokken, insanlarda aptallık oldukça yaygın şekilde gözlemlenebiliyor?  

Canlılar nasıl doğuştan beyinleri sayesinde düşünebilme yeteneğine sahiplerse aynı şekilde de doğuştan akıl ile donatılmış olarak dünyaya gelirler.  Zaten ufak çocuklara da bakarsanız onların daha okuma yazmayı filan öğrenmeden cin gibi olduklarını görürüz. Çünkü çocuklarda doğuştan akıllıdırlar ve bu nedenle de aklın öğrenilmesi gerekmeyen bir yeti olduğunu kabul etmemiz gerekir.  

Akıl zamanla geliştirilebilen bir yeti değil, doğuştan sahip olunan bir yetenektir ve zaman içinde aklın gelişmesi, daha üst seviyeye çıkması söz konusu değildir. Benzer bir şekilde görme yeteneği de doğuştan sahip olunan bir yetenektir. Kimse görme yeteneği geliştirerek ileri yaşlarda daha iyi, daha net, daha güzel görmez. Aksine çeşitli etkenlere bağlı olarak zamanla görme becerimizde sorunlar yaşamaya örneğin gözlük kullanmaya başlarız. Aklımızla ilgili olarak da aynı sorunu yaşarız. Biz zaman içinde daha akıllı, daha zeki olmayız, aksine zaman içinde sadece ve sadece aptallaşabiliriz.

Biz zannederiz ki insan okudukça, eğitim gördükçe akıllanır, zekileşir. Oysa bu şimdiye kadar bilimsel olarak hiç araştırılmamış, sorgulanmamış, dolayısıyla da doğrulanmamış  bir varsayım, bir hurafedir. İnsan asla doğduğundan daha akıllı ve zeki olamaz, çünkü bu teorik olarak mümkün değildir. İnsan eğitim sürecinde bilgi edinir ama aklını, zekâsını geliştiremez. Eğitim sürecinde yalan yanlış bilgiler ezberleyen bir insanın doğduğundan daha akıllı ve zeki olması mümkün olabilir mi? Hiç düşündünüz mü okumuş cahiller sözü nereden geliyor? İnanmayacaksınız ama okumuş cahiller vardır çünkü eğitim insanı kolaylıkla aptallaştırabilmektedir.

Akıl okuma ve eğitim yoluyla kazanılan bir meleke olsaydı hiç eğitim almayan, kitap okumayan tilkilerin, kargaların aptal olarak dünyaya gelip yine aptal olarak dünyadan gitmeleri gerekmez miydi? İnsan okuma ve eğitim yoluyla akıl ve zekâ geliştirebiliyor olsaydı daha 2-3 yaşındaki çocukların bile cinliklerinden, şeytani zekâlarından bahsedebilir miydik? Ama okumuş cahillerden bahsedebiliyoruz!

Her canlı gibi insanlarda doğuştan akıllı ve zeki varlıklardır. Ancak ne var insanlar yanlış, dünya gerçekliğini çarpıtan eğitim sonucunda zamanla aptallaşırlar ve doğanın onlara armağan ettiği akıl dediğimiz o değerli yeteneği, beceriyi tamamen olmasa bile büyük ölçüde yitirirler. Hayvanlar ise içinde yaşadıkları doğayı sadece duyu organları vasıtasıyla % 100 gerçekçi bir şekilde duyumsadıkları ve algıladıkları ama yalan yanlış bilgilerle eğitilmedikleri için doğdukları andan sonra daha akıllı veya zeki olamazlar ama asla ve asla aptallaşmazlar. Bu nedenle de insanın doğuştan sahip olduğu aklına mukayyet olup olamaması okumak ve eğitim almakla ilgili bir sorun değil okuduğu ve aldığı eğitimin ne oranda dünyanın gerçekliği ile bağdaşıp bağdaşmaması ile ilgili bir sorundur.

İster inanın, ister inanmayın ama yaşarken aptallaşmak hayvanlar aleminde örneği olmayan, sadece ve sadece biz insanlara has bir özelliktir.

Peki, insanlar eğitim yoluyla nasıl aptallaşır?

Akıl insanın sahip olduğu veya olmadığı bilgi birikimi ile alakalı bir sorun değildir. Akıl canlıların ve insanların doğuştan sahip oldukları olaylara bakarak, sebep sonuç ilişkilerinden faydalanarak içinde yaşadığı dünyanın gerçekliğini ve nedenselliğini anlayabilme yeteneğidir. Bu yetenek doğuştan sahip olunduğu için hayvanlar ve çocuklarda çevrelerinde olan bitenlerin farkına vardıkları ilk andan itibaren işlevini yerine getirir ve onlar olayları takip ederek, sebep sonuç ilişkilerinden yararlanarak neyin neden olduğunu anlamaya başlarlar. Ancak ne var biz eğitim sürecinde çocuklarımıza bir takım gerçekle alakası olmayan varsayımlar, hurafelerde öğretiriz. Bu varsayım ve hurafeleri gerçekmiş gibi öğrenen, koşullanan, şartlandırılan çocuklar o gerçek dışı varsayımları gerçekmiş gibi öğrendiklerinde, hatta ezberlediklerinde doğanın gerçek sebep sonuç ilişkisi ile eğitim yoluyla öğrendikleri sebep sonuç ilişkilerini birbirlerine karıştırmaya başlarlar ve bu durumda da akılları onlara yol gösteren bir araç olmaktan çıkar aptalca ve salakça sebep sonuç ilişkileri kurmaya başlarlar. Sonuçta da akıllarında faydalanamamaya başlar ve aptallaşırlar. Diğer bir ifadeyle de öğrendiği, ezberlediği varsayımlar ve hurafeler doğrultusunda gerçeklik algısını yitiren insanların akli dengeleri bozulmaya başlar.

İnsanın gerçeklik algısı neden bozulur?

Hayvanlar içinde yaşadıkları dış dünyalarını sadece duyu organları vasıtasıyla duyumsar ve algılarlar. İnsanlar ise doğumlarından itibaren büyüklerinden duydukları anlatılar doğrultusunda dünyayı anlarlar. Ancak ne var insanların anlatıları büyük ölçüde gerçeklikle hiçbir alakası olmayan varsayımlara, hurafeler dayalıdır. Bu nedenle de kulaktan dolma bilgilerle dünyayı zihninde anlamlandıran ve kavramlaştıran insan ister istemez dünyanın gerçekliğini görmemeye başlar ve içinde yaşadığı gerçek dünyaya yabancılaşır. Bu sürecin sonunda da olayların arkasında yatan nedensellik örüntüsünü çarpıtmaya başlar.

Siz hiç gerçek yaşamda bir şeyin yoktan var olduğunu gördünüz, şahit oldunuz mu? Hayır, göremezsiniz! Ama dini öğretiler doğrultusunda varoluşu anlamaya başlayan insan kolaylıkla tanrının evreni yoktan var ettiği, çamur karıp insanı yarattığı hurafesine inanır. Sonuçta da o insan hiçbir şeyin yoktan var edilmediği dünyada yaratılış palavrasına inanmaya başlar. Dini öğreti gerçekliği çarpıtmış ve insanın varsayımlara dayalı sebep sonuç ilişkileri kurmasına, dünyayı kendi gerçekliğine aykırı bir şekilde anlamlandırmasına neden olmuş, diğer bir ifadeyle de akli dengesini bozmuştur.

Siz hiç haksızlığa maruz kalan bir insanın kendi kendisine ceza verdiğine şahit oldunuz mu? Olamazsınız, çünkü doğal akla sahip hiçbir insan haksızlığa maruz kaldığında kendi kendisini cezalandırmaz. Bu akla, mantığa aykırı bir davranış olurdu. Ama içinde yaşadığı dünyayı edebi eserlerle anlamaya çalışan bir insan, örneğin Ömer Seyfettin’in “Diyet” isimli hikâyesini okuyan, o hikâyeden etkilenen, onu özümseyen bir insan Koca Ali’nin yaptığı gibi patronu Kasap Mehmet’in yaptığı haksızlıklara, aşağılamalara dayanamayıp kendi kolunu kesip onun yüzüne fırlatabilir. İnsanların kendilerini jiletlemeleri, pire için yorgan yakmaları, inandıkları dava uğruna aptalca mücadeleler vermeleri, yeri geldiğinde canlı bomba olmayı bile kabullenip kendileriyle birlikte bir sürü insanın ölümüne sebebiyet vermeleri akılcı bir davranış mıdır? Hayır, elbette ki değil, ama dünyayı, din, edebiyat, sanat adamlarının anlamlandırmalarıyla anlayan, değerlendiren insanlar bütün bu aptallıkları yaparlar. Oysa onlar o öğretileri hiç okumamış, hiç öğrenmemiş olsalar, cahil ama doğuştan sahip oldukları akılları kirletilmemiş, çarpıtılmamış olsaydı bu saydığım davranış bozukluklarının hiçbirini yapmazlardı. Siz hiç ineği kutsal kabul edip inek avlamayan, inek eti yemeyen bir yırtıcı hayvana rastladınız mı? Hayır rastlayamazsınız! Çünkü hiçbir hayvan ineğin kutsallığı veya domuzun haramlığı gibi akıl dışı, mantık dışı saçmalıklara inanmaz. Bütün yırtıcı hayvanlar doğal akıl ile donatıldıkları için avlayabildikleri her hayvanı afiyetle yerler ve tanrıların öğretilerine itibar etmezler.

İnsanlar dünyayı 4 ana disiplin çerçevesinde anlamlandırır ve bu anlamlandırmalar doğrultusunda dünyayı anladıkları, kavradıkları, algıladıkları gibi birbirlerinin dünyayı algılama biçimlerini belirler ve birbirlerini karşılıklı olarak eğitirler. Bu 4 düşünce disiplinin de

1.       Din,

2.       Edebiyat,

3.       Sanat ve

4.       Bilim

disiplinleri olduğunu biliyoruz.

Dinler insanın dünyanın doğaüstü ve her şeye muktedir tanrılar tarafından yaratıldığını esas olarak kabul eden, tamamen kanıtlanamaz, varsayımlara dayalı öğretilerdir. Dinlere göre tanrı tüm evrenin ve canlıların efendisidir ve hayatı tek başına belirler. Dini öğretilerin sebep sonuç ilişkisi ve mantık kurgusu öylesine çelişkilidir ki o öğretilere inanan bir insanın gerçek yaşamın olayları karşısında akılcı değerlendirmeler yapması neredeyse olanaksızdır.

Edebiyat ve sanat ise aslında öğreti değillerdir. Bu disiplinler tamamen yazarın ve sanatçının kendi kişisel dünya anlayışına dayalı his, duygu ve düşünceleriyle oluşturulan kurgulardır. Edebiyatçı ve sanatçı kendi sübjektif bakış açısı doğrultusunda dünyayı, yaşamı anlamlandırır ve onların gerçekçi olmak gibi bir kaygıları da yoktur. Onlar aslında kendilerini anlatıyorlardır. Ancak ne var anlatıları başarılı olduğu ölçüde okuru etkiler ve onun dünya anlayışını da büyük ölçüde belirler.  Vatanları, milletleri, kahramanlıkları yücelten, savaşlara methiyeler düzen bir yazar her ne kadar kendi duygu ve düşüncelerini dile getiriyor olsa da etkilenen okurun da bu duygu ve düşünceleri benimsemesi, özümsemesi doğal bir sonuçtur. Edebiyatçı “bayrakları bayrak yapan kandır, toprak eğer uğrunda ölen varsa vatandır” dediği zaman kendince bir bayrak ve vatan tanımı yapmış ve vatan uğrunda ölmeyi de okuruna büyük bir meziyetmiş gibi önermiş olur. “Vatan için ölmek” veya “varlığını Türk varlığına armağan etmek” gibi akla, mantığa, insanlık onuruna aykırı fikir ve duygulara empoze edilerek kişiliğine kavuşan insanın aklını geliştiremeyeceği, aksine var olanın da yitirileceği sanırım ortadadır. Edebiyatçı ve sanatçı objektif olmak zorunda değildir ama sübjektif düşünceleri, fikirleri, değer yargıları en az dinler kadar insanın kişiliğinin inşasında etkili olduğu düşünülecek olursa onların okurlarına herhangi bir şey kazandırmayacağı aksine var olan aklını da başından alıp gideceği muhakkaktır. Koca Ali’nin uğradığı haksızlık karşısında kendi kolunu kesip atması ancak bir edebiyatçının kurguladığı dünyada yaşanabilecek türden bir saçmalık değil midir?

Her gün seyrettiğimiz TV dizileri de muhakkak ki sanat eserleridir. Bu dizileri dikkatle takip ederseniz hemen hepsinin senaryosunda akıl almaz çelişkilerin ve saçmalıkların olduğunu ve onlara dayalı yaşamların sabah akşam izleyicilere sanki gerçekmiş gibi servis edildiğini görmemek mümkün değildir. Bu akıl dışı, çoğu zaman da şiddet içerikli kurguların insanları etkilemediği ve onların kişisel gelişimleri üzerinde olumsuz rol oynamadıklarını ileri sürmek sanırım mümkün değildir. İnsanların bu dizileri zaman zaman gözyaşları içinde seyrettikleri, kötü karakter canlandıran sanatçıların halk tarafından sevilmemesi TV dizilerinin izleyicilerin kişilik yapısı üzerinde ne kadar etkin bir rol oynadığını kanıtlamaz mı?  

İnsanın aklının gerçeklik bilinciyle işlevselliğine kavuşacağı ortadayken sürrealist, gerçeklik dışı kurguların, sanat eserlerinin insanın gelişmesine katkısı olacağı varsayımı bence kanıtlanmadığı müddetçe bir varsayım ve hurafe olmaktan ileri gidemez. Bir şeyin insana veya insanlığa bir yararı dokunuyorsa bu yararın da kanıtlanabilir bir yarar olması gerekmez mi? Sanat ve edebiyat insana zevk verebilen, onun hoş vakit geçirmesini mümkün kılan disiplinlerdir ancak ne var sanat ve edebiyat insana somut, gerçek bilgiler vermez. Bu nedenle de sanat ve edebiyatın insanlığın gelişmesine vesile olduğu varsayımı kocaman bir yalandan başka bir şey değildir. Bu disiplinler elbette ki insana zevk verir, hoşça vakit geçirmelerine olanak sağlar ama yaşanan gerçekliğe aykırı mesajlar vermesi halinde de insanı geliştirmeyeceği aksine aptallaştıracağı muhakkaktır.

İnsana ve insanlığa somut olarak sayısız yararı dokunan bir düşünce disiplini varsa o da muhakkak ki bilimlerdir. Çünkü insanlık din, edebiyat ve sanat yoluyla en ufak bir gelişme sağlayamamış ama bugün gündelik yaşamımızda kullandığımız, faydalandığımız, yararlandığımız her şey bilimler sayesinde keşfedilmiş, icat edilmiş ve geliştirilmiştir.

Bilimsel bilgiler kanıtlanabildikleri, deney yoluyla doğrulabildiği, uygulama yoluyla nesnelleştirilebildikleri için dünyanın gerçeğinden yola çıkarak kazanılmış bilgilerdir. Bu nedenle bilimsel bilgiler insanın içinde yaşadığı gerçekliği kavrayabilmesi açısından güvenilebilecek yegâne bilgi kaynağıdır.  Bilimler insanı muhakkak ki olduğundan daha akıllı, daha zeki kılmaz ve buna da zaten gerek yoktur. Ancak ne var bilimsel bilgiler insanın içinde yaşadığı gerçekliği çarpıtmayan yegâne bilgi türü oldukları için onu hiçbir şekilde aptallaştırmaz. Önemli olanda zaten budur.  Çünkü doğa insanı zaten tüm canlılar gibi akıllı bir varlık olarak var etmiştir ve onun iletişim veya eğitim yoluyla aptallaşmasının önüne geçebilirsek insanlığın tüm sosyal sorunlarını da çözmek önünde en ufak bir engelin kalmayacağı muhakkaktır. Aptallığın kökünün kurutulduğu bir dünyada nasıl hayvanlar milyonlarca yıldır koklaşa koklaşa anlaşabiliyorlarsa insanlar da tarihlerinde ilk defa konuşa konuşa anlaşabilecek ve günümüzde var olan bütün sosyal sorunları kolaylıkla çözeceklerdir.

Mustafa Atilla

http://blog.milliyet.com.tr/insan-neden-ve-nasil-aptallasir-/Blog/?BlogNo=338160