16 Eylül 2011 Cuma

TÜRK SİNEMASINDA BAZI İLKLER

İlk sinema gösterimi Yıldız Sarayı'nda yapıldı. (1896) 

Sürekli film gösterilen ilk salon Beyoğlu'nda Sigmund Weinberg tarafından Cinema Pathe adıyla açıldı (1908). 

İlk Türk filmi Fuat Uzkinay tarafından çekilen 'Ayastefonos'daki Rus Abidesinin Yıkılışı' (1914). 

Afişi basılarak yurdışına satılan ilk Türk filmi Binnaz oldu (1919). 

İlk konulu Türk filmleri Sedat Simavi tarafından çekilen 'Pençe' ve 'Casus' (1917). 

İlk özel yapım şirketleri Kemal Film (1922) ve İpek Film (1928). 

İlk sesli Türk filmi 'İstanbul Sokaklarında' Muhsin Ertuğrul tarafından çekildi (1928). 

İlk sansür yönetmeliği Mussolini'nin sansür yasasından esinlenerek hazırlandı ve yürürlüğe girdi. (1939). 

İlk film festivali 'Yerli Film Yapanlar Cemiyeti' tarafından düzenlendi. 'Unutulan Sır' adlı film en iyi film seçildi. En iyi kadın oyuncu ödülünü Nevin Aypar, en iyi erkek oyuncu ödülünü Kadri Erdoğan aldı (1948). 

Tiyatro etkisinden çıkan ilk film Kanun Namına'yı Ömer Lütfi Akad çekti (1952). 

İlk renkli Türk filmi Halıcı Kız Muhsin Ertuğrul tarafından çekildi (1953). Aynı zamanda Muhsin Ertuğrul'un çektiği son filmdi. 

Metin Erksan'ın 'Aşık Veysel'in Hayatı' adlı filmi Sansür Kurulu tarafından yasaklanan ilk film oldu. 

İlk uluslararası ödülü Metin Erksan'ın yönettiği 'Susuz Yaz' aldı. Film Berlin Film Şenliğinde 'Altın Ayı' büyük ödülünü aldı (1964). 

Köy hayatını işleyen ilk Türk filmi Beyaz Geceler'i Lütfi Akad çekti (1965). 

1970’li yıllardan 1985’ li yıllara kadar Türk sineması TV etkisiyle bir kriz dönemine girer ve erotik Türk sineması ile sex furyası donemi başlar. 1990 ve 2000’li yıllarda ise krizden kurtulma ve gerçek öykülere dayali realist Türk sinemasına doğru adımlar atılır. 

Aslında Türk sineması Türk tiyatrosundan doğarak gelişmiş fakat Türk sinema tarzını ve dilini yaratamamıştır. Bir Fransız ve Rus film tarzından bahsedilebilir. Fakat Türk sinema dili ve tarzından şimdilik bahsetmek mümkün değil. Aynı şekilde Türk sinema platformu ve alanlarında da yetersizlik olduğu bir gerçektir.

http://www.mkutup.gov.tr/menu/80

14 Eylül 2011 Çarşamba

Pink Floyd Üzerine


1983 yılının Mart ayında, dünyanın hemen her tarafı yeni bir haberle çalkalanıyordu. Tanınmış İngiliz Rock topluluğu Pink Foyd'un son albümü «The Final Cut» çıkmıştı piyasaya. Bir önceki albümlerinin piyasaya çıkışının üzerinden dört yıla yakın bir zaman geçmişti ve bu zaman içinde, plağın yankısı halen devam ederken; milyonlarca satımı, filminin çekilmesi ve dünyanın her tarafında izlenmesi; İngiltere'deki muhafazakâr çevrelerin albümlerini tepkilerle karşılaması; topluluğun cok ayrıcalıklı yerlerde ele alınmasına neden oluyordu. Bu ilginin kaçınılmazlığının bir diğer gerekçesi de 1973 yılında çıkan «The Dark Side of the Moon» adlı albümün, 1983 yılının son ayında bile müzik dergilerinin listelerinden hâla inmemesiydi. Gerek topluluk üyelerinin, gerekse müzik anlayışlarını diğerlerinden ayıran ve bu müzik anlayışının temeli olan altyapılarının özellikleri neydi öyleyse? Nasıl bir sürecin ürünüydüler? 17 yıllık müzik tarihlerinde, onları böylesi başarılı bir noktaya getiren anlayışlarının altyapısında neler yatıyordu? 20. yüzyılda kendini aktif olarak ön plana çıkaran Avant-Garde sanat ve müzik akımlarının içindeki yerleri neresiydi? Müziklerinin kaynakları nelerdi ve İngiliz müzik geleneğindeki yerleri neresiydi?

Bu soruların yanıtlarını doğal olarak salt topluluğun müziği algılayış sınırları içinde düşünemeyiz. Bu etkenler, topluluğun ortaya çıkışı ve güncel gelişimi açısından ne kadar önemli, ne kadar ön planda düşünülmesi gereken etkenler olsa bile, bir yandan da rock müziği ve hatta daha önceki diğer yenilikçi sanat hareketlerini ana hatlarıyla çizmenin zorunluluğuna inandık. Bir yandan, dinleyici çoğunluğunun, sanat hareketleri içindeki yerini ve önemini sorgulamaya çalışırken, diğer yandan da aktif üretici konumundaki besteci ve müzikçilerin bu sanata yönelmedeki mantığı araştırmaya çalışacağız. Nasıl ki, Avant-Garde sanatların içinde bilinen gerçekliklere tamamen karşı bir gerçeklik anlayışı kurma yatsa da, bunu öğrenmek, kavrayabilmek ve duyumsayabilmemiz için bilinen gerçeklikle tekrar ilişkilere yönelmemiz gerekecektir. Ancak bu değerlendirmeleri bilimsel önermelere yaslayıp kendimizi kurtarmak yoluna gitmeyeceğiz. Ne tek başına her şeyden soyutlanmış bir müzik dinleyicisi olmak, ne de müzik dinleme ölçütünün 'entellektüelizm' olmasının gerekliliğini savunmak. Bu iki görüş açısından alabildiğine uzaklaştıracağız kendimizi. Cünkü nereden bakarsak bakalım, bir müziğin içinde hem 'yaşanmış'ın, hem de 'yaşanmakta olanlar'ın bileşimini buluruz. Ancak bu bileşimlerin dışavurumuna ve anlatımına geldiğimizde, oldukça yapısal ve sanatçı bireye özgü bir yönelim dikkatimizi çekecektir.

Sanatçının, yaşananlardaki ve dış dünyadaki etkileşimler sonucu ortaya çıkan iç çatışmalarının dışa aktarımı, bir başka deyişle ifadesi oluyor bu. Dışsal etkilenme ve bireyin, özellikle sanatçı bireyin yapısına özgü özellikler birlikte düşünülmeli ki, sanat ürünü istenilen noktalarda algılanabilsin, duyumsanabilsin, kavranabilsin ve en önemlisi değerlendirilebilsin.

İzleyicinin sanat ürünü karşısındaki konumunu genel çizgileriyle saptamaya çalıştık ama bunun da yeterli olmadığı açık. Daha da açıklanması gerek. Her sanat türünün izlenme koşulları değişik. Örneğin müzik, ne edebiyatla, ne plâstik sanatlarla, ne de sanatın diğer dallarıyla aynı biçimde düşünülebilir.

Önce Pink Floyd'un son albümünü oturup dinleyelim.

Daha farklı bir zamanda ise plağın şiir kimlikli sözlerini okuyalım' Sözler her iki durumda da birbirinden hiç farklı değil ama müziğin eşliğinde sanki çok daha zengin bir etkilenme yaratıyor. Sanki yapıtı algılayışımız, çok daha zengin, çok daha çağrışımlı bir havaya bürünmüş. Ancak, sözün hakimiyetinin ön plana çıktığı yapıtlar da söz konusudur, o zaman da müzikal kalitenin tartışılabilir bir duruma girdiğini saptayabiliriz. Yani artık, müzikaliteden çok, sözlerin hakimiyeti dikkati çeker. Nitekim, Pink Floyd'u tanıtırken de toplulukta aynı evrelerin yaşandığını göreceğiz ve sözleri olmayan bir besteyi dinleyişimizde bile, bir öyküyü okuyuşumuzdan çok daha çoğul şeyler algıladığımızın farkına varacağız. Kısacası, her noktada müzik, diğer sanat türlerinden daha geniş, insana daha yakın ve daha dünyasal bir yapıya sahip bir dil kurmuş gibi kendine Bu noktaya geldiğimizde, dinleyici konumundaki bireyi daha da soruşturalım ve soralım: Herkes müziği aynı kulakla mı dinler, tınıları ve ezgileri aynı şekilde mi alır, duyar? Her dinleyici, bir müzik parçasında aynı öğeleri, aynı katmanları mı duyumsar? Bu soruların yanıtları doğallıkla hayırdır.

Bireyin müziği algılayışı öznel bir özelliktir ve öznel bir eğitimi gerektirir. Bireyin kendi anlayışının üzerinde temellenmiş tümüyle öznel bir müzik eğitimi, disiplini. Her kulak, tınıları yapısal özelliğe, iç kulak özelliğine ve müzik eğitimine bağlı olarak alır ve değişik değişik duyumlar hisseder. Bu duyumların sayısı, kolaylıkla tahmin edileceği gibi sonsuzdur. Bir de uluslara yönelik, o toplumsal formasyona özgü ideolojileri, ulus bireylerinin dünya görüşlerini de katarsak işin içine, müzik dinleyen bir insanın diğer insanlardan ayrımı daha da netleşir. Her toplum, varolan ulusal sisteminin mantığı ve özellikleri içinde önerilmiş bir inanç, duyarlılık ve yaşam tarzı bütünlüğü içinde yaşar. Şimdi şunu düşünüyoruz o zaman. Hakim ideolojinin ürettiği dünya görüşleri de dinlediğimiz müziğin türünde, dinleyiş biçiminde etkin bir rol oynar. Nasıl ki Pink Floyd'un müziği İngiliz dinleyiciler için farklı. Fransız dinleyiciler için farklı, bizim için farklı şekillerde algılanıp değerlendiriliyorsa; daha alt kültürlere yani dağınık ve sistemsiz dünya görüşlerine yöneldiğimizde, boyut daha da farklılıklar gösterir. Ancak şunun da yanlış anlaşılmaması gerek: Ayrılıklar ne kadar belirgin de olsa, ayrı kültürel ve duyusal düzeylerde ortak bir etkilenim olayı hiç bir zaman gündem dışı düşünülemez.

Kapitalizm'in bu yüzyıla hızlı adımlarla girmesi ve insani değerlerin gitgide yoksullaşması, toplumlararası, dolayısıyla bireyler arası çatışmaların da yoğunlaşmasına neden oluyordu. Futurism, 1910'lu yıllarda İtalyan sanatçı Marinetti ile başlayıp, Mayakovski'nin de içinde olduğu bir Rus şair grubunu etkileyip silinirken, 1915 yılında Dadaism adında bir sanat akımı ortaya çıkar. Dünya Savaşının yarattığı dehşete karşı anlamsızlığı, akıldışılığı ve alaycılığı ön plana alan bu ekol geleneksel toplum düzenini ve alışılmış kültür değerlerini yıkmayı amaçlıyordu. Zürih ve New York'ta aynı zaman dilimleri içinde çıktılar ortaya. En ilginç kişilikler Tristan Tzara adlı bir şair ve çevresindekiler. Ancak karşı çıkış borusunu ilk öttüren ressamlar oldu. Bu akım, geleneklere karşı çıktığından ötürü yüzyılın ikinci yarısındaki Avant-Garde hareketlerle ortak paydada düşünülmemelidir. Öncelikle seslendikleri alanın darlığı, ardından sistemleşmemiş bir hareket olmaları savaşın hemen ardından tükenmelerine neden oldu ve bu sürede yerini Sürrealist sanat hareketine bıraktı. Onlar da gerçek dünyanın yerine düş dünyasını kurmaya çalıştılar ve buna bağlı olarak da sanatın içeriğinde cinsel dürtülerin ve içgüdülerin geniş yer kaplaması gerektiğini savundular. Umutsuzluk ve kötümserlik Sürrealist sanatçıların yaşamlarının bir parçasıydı ve ürettikleri bütün yapıtlarda bu kapalılık ve iç dünyanın ablukası görülmekteydi. Yazar Andre Breton ve ressam Salvador Dalı, bu hareketin en önemli sanatçıları olarak görülmekteydi.

Diğer bir önemli durum da aynı dönemlerde dünyayı derinden etkileyen Sovyet Devrimi ve izlediği sanat politikasıydı. Bu sanat politikasının sonucu olarak 1930'lu yıllarda Sovyetler'de oldukça mekanik bir sanat anlayışının geliştiğini görürüz. Burada da tek mantık, bütün gerçekliği, bütün yalınlığıyla sanat yapıtına yediriş ve bu yolla insanların değişmesine önayak olmak. Bu sanat politikasının da geçersizliği daha sonraki yıllarda kendini apaçık gösterecektir.

II. Dünya Savaşıyla birlikte, A.B.D.'nde ve Avrupa'da yaygınlaşan bir dizi sanat hareketi ilk aşamada belki toplumun değil ama özelde bireylerin alışılmış yaşayışları yadsımasına ve değişik çapta aykırı alanlar kurmasına destek olabilmiştir. İnsanlığın belki de en büyük soykırımının yaşandığı 1940'lı yılların sonlarında, edebiyatta odaklaşan bir grup genç yazar, hiç bir altyapı kaygısı gütmeden pratik yaşamlarında izledikleri bütün çirkinlikleri yapıtlarına taşımaktaydı ve toplumlarını kıyasıya eleştirmekteydi. Bu yazarlarda, cinsel konulara tanıdıkları sınırsız özgürlükten kaynaklanan düşünceler ve uyuşturucuya yönelim olayı en dikkati çeken özellikler olarak belirmekte. Bir açıdan, bilinçsiz de olsa düşünceye yapılan baskılara da karşı koyan bu gençler, edebiyat tarihindeki yerlerini «Beat Generation» adı altında aldılar. Özellikle A.B.D.'nde yaygınlık kazanmış olan bu akımın en ünlü temsilcisi Ailen Ginsberg, 1956'da yayınladığı 'Howl' (Çığlık) isimli şiiriyle kuşağının, akımın ve yandaşlarının sözcülüğünü yapan bir şair olarak dikkati çekti. Yanısıra, Beat hareketinin önemli isimlerinden Jack Kerouac'ta özellikle 'On the Road' isimli romanında olayın felsefi boyutlarını ortaya seren isim olarak görünmekte. The Black Mountain okulunun diğer isimleri de. (Ferlinghetti, Corso, Kesey. Wolfe) süreci etkileyen diğer isimler olarak ortaya çıktılar. Bu süreç, bu aykırı yaşam biçimi içinde en çok etkilendikleri doğunun gizemli kültürleri oldu ve özellikle Zen Budizm, bu sanatçıları fazlasıyla etkiledi, çünkü, maddeci ve kişiliğini yitirmiş Amerikan toplumuna karşı çıkarak, mutluluğu ve özgürlüğü doğu gizemciliğinde aradılar. Ürünlerinde bu etkilenimi açıkça görebilmemiz olası.

(Aynı gizemli etkilenme, müzikte 1960'lı yılların başından itibaren önce Beatles'da, daha sonra da Pink Floyd'da görüldü.)



Bu arada, A.B.D.'nde aynı dönemlerde hakim olan müzik türünün 'Blues' olduğunu görüyoruz. Rock müziğinin kökeni diyebileceğimiz bu müzik türü Amerika'lı zenci kölelerin 'spiritual'larından doğmuştur. İş ve hapishane şarkılarının da spirituallarla içice girmesi yeni bir tür olan 'Blues'u doğurmuş, bu müzik türü ise, baskı ve yoksulluk içinde yaşayan zenci işçilerin ve kölelerin hüzünlü yaşamlarını yansıtmakta etkili bir araç olmuştur. Ancak Blues'da, bu karamsar havanın içinde çoğu kez kendini öneçıkaran komik öğelerin ve yoğun cinsel temaların da varlığını hissederiz. Şarkıların söylenişinde çoğu zaman, normal yakınıyı da aşan iniltilerin varlığı hissedilir, yani sözlere yönelme olayı neredeyse söz konusu olamamakta, dinleyici söylenenlerden kopmuş, ruhani bir evren içine sokulmaktadır.

Bir tarafta Rock müziğinin kökeni diyebileceğimiz hareketler ve müzik toplulukları, diğer taraftan ise Avrupa'da hâlâ uzantıları görülebilen 'çekirdek faşist' eğilimli gençlik grupları. Bu ikinci grubun, insancıl, eğilimlere sahip olan Rock'n Roll hareketinin içinden çıktığını kavramak belki zor ama Hard-Rock topluluğu Kiss'in bile kaynaklarını Rock'n Roll'dan aldığını söylersek, konunun karmaşıklığı gözler önüne serilir.
(KISS grubu, konser afişlerinde, KISS logosunu KI-'SS' şeklinde yazdığından ötürü, Avrupa'daki ilerici gençlik grupları uzunca bir süre gençleri KISS'in konserlerini protesto etmeye çağırmıştı.)

Bu süreç içinde ortaya, bir ucuyla Hippy felsefesi, diğer ucuyla da Protest müzik hareketi çıktı. Hippy'lerin de Rock'n Roll hareketinin içinden çıktığını söyleyebiliriz. Hippy hareketinin en belirgin ayırıcı özelliği pasif bir karşı çıkışa yönelmesindeydi, ancak Hippy'lerin de ilke olarak dayandıkları kavramlar aşk ve barıştı gene. Yaşamlarını müzik ve kitaba vermiş, döküntü giysiler içindeki uzun saç ve sakallı bu gençler, radyo ve TV gibi popüler aygıtları tümüyle red ediyorlar, obalar halinde hayatlarını sürdürüyorlardı. Klasik kent yaşamı ya da herhangi bir yerleşiklik tümüyle reddedilen olgulardı. Kitap okuma hayatlarının bir parçası olmasına karşın, hiç bir zaman kendilerini 'entellektüel kavramının içine sokamadılar. Müzik, bu geniş insan grubunun en önemli ilgi alanıydı ve o dönemlerde Anglo-Amerikan ülkelerinde yeni yeni gruplar ve müzisyenler türemekteydi.

A.B.D.'nde, Bob Dylan ve Joan Baez'in önderliğinde 'protest pop' diye isimlendirebileceğimiz yeni bir müzik türü insanları peşinden sürüklemeye başladı. İnsanları uyandırıcı, savaşı yeren ve savaşın yerine sevgiyi, aşkı getiren ve tutarlı bir politik çizgiyi tutturan bu ekol, savaş sonrası gençliğin en önemli dayanağı olma durumundaydı. Blues ve country türlerinin etkilerinin fazlasıyla göründüğü bu türde, sanatçılar müzikaliteyi bozmadan belirli toplumsal sorunların eleştirisine gidiyorlardı. Sözlere belirgin bir işlevin yüklendiği bu şarkılarda, politik, toplumsal ve dünyasal temalar ön plandaydı. Yapılan müzik, tek gitarlı, orkestrasız ve oldukça yalın bir müzikti. Anlatım kaygısı egemen olduğundan, çokseslilik olumsuz bir unsur gibi görünmekteydi bu sanatçılara. Ancak bu hareketin de ömrü uzun olmadı. Bob Dylan, hareketin daha sonraki yıllarında Rock müziğine doğru kaydı. O politik çizgi, politik bilinç gitgide çözülüyor, bunun yerini Rock'n Roll'da görülen, gençliğin güncel sorunları alıyordu. Ancak her şeye karşın bu değişimi birbirinden farklı yaklaşımlar olarak görmemek gerekir. Sanatçıların orkestrayla müzik yapma istekleri, 1965'lerde oldukça aktif bir tür olan Rock'a ayak uydurma isteğinden kaynaklanıyordu.

Rock'n Roll ve Protest Pop türü müziklerin, 1950'li yılların başlarında İngiltereye de sıçradığını görüyoruz. Bu ülkede de azımsanmayacak sayıda zencinin olması, Blues formlarının ülkenin kültürünün, özellikle müzik kültürünün, bir parçası olması için yeterli nedendi. İşte bu süreç içinde daha çok Rock'n Roll eğilimli bir takım gruplar, geleneksel İngiliz baladlarıyla Amerikan Blues'unun karışımı bir müziği geliştirmeye yöneliyorlardı. Bu anlayış bugün bir anlamda, Rock diye nitelendirdiğimiz müzik türüne kaynak oluyordu. 1960'lı yılların başında bu türün en özgün grupları olarak 'Beatles', 'Animals' ve 'Rolling Stones'u görmekteyiz. Özellikle Beatles, 10 yıldan fazla sürmüş üretkenlikleriyle, popüler müziğin yeni boyutlar kazanmasında ve dünyanın her yanını kuşatmasında en büyük etken oldu.

Beatles'ın müziğine orta sınıf ve işçi sınıfının da duyarlılığı taşınmıştı. İlahi kavram yine sevgiydi. Besteledikleri ilk yapıtlarda İşledikleri tek konu buydu. Müzikleri, bu konuyla birlikte gençler ve orta yaşlılar arasında bir köprü kurmaya yöneliyordu. Bununla birlikte birtakım yapıtlarında uyuşturucu kültürünün de etkileri sezinlenmeye başlandı ve Beatles'ın etkisiyle yüzbinlerce genç yaşayış tarzlarını, giyimlerini ve saçlarını yavaş yavaş değiştirme yoluna gitti. Sevgi ve barış kavramları o dönem Anglo-Amerikan gençliğinin simge kavramları olmuştu. 1961 yılında A.B.D.'nde verdikleri ve TV'de de yayınlanmış bir konserlerinde, ilk kez gençler tarafından hiç bir suç işlenmiyordu. Bir yandan İngiliz iktidarının onayını aldıkları halde, hiç bir zaman o katmanla ilişkileri olmamıştı, dahası, sürekli olarak toplumun tutucu kültürünü değiştirme yolunda eylemlerde bulunuyorlardı. 1963 yılında, Kraliçe dahil tüm saray erkanının hazır bulunduğu bir konserlerinde, grubun belki de en entellektüel üyesi olan John Lennon, izleyicilere şunları söylemekteydi: 'Arka sıralarda ucuz yerlerde oturanlar alkışlayabilir. Siz öndekiler! mücevherlerinizi şakırdatmakla yetinin.» Bu soylu sınıfa karşı müzik dünyasından gelen ilk ciddi tepkiydi. Beatles, 1967'lerde ortaya çıkan Flower Power' (Çiçek Gücü) hareketine de şarkılarıyla öncülük etmekteydi. 'All you need is love'. Bu şarkıyla birlikte, Scott McKanzy adında bir adam tüm gençleri saçlarına çiçekler takarak San Fransisko'ya çağırmaktaydı. Bu ise, 1960'lı yıllarda ortaya çıkmış Hippy hareketinin bir uzantısıydı. Amaçları kapitalist ilişkilerden bağımsız, yepyeni bir alt kültür yaratmak olan bu insanları, Beatnik ve uzantısı olan sanatçılar da destekledi.
Hippy'ler Beatnik'lerden çok daha bilinçli bir hareketin içindeydiler, ancak özellikle uyuşturucu kullanmada oldukça aşırı bir eylemlilikleri söz konusuydu. 'Psychodelic' bilince bağlı kalabilmek amacıyla, eroin ve LSD gibi uyuşturucular yaşamlarının ayrılmaz bir parçası olmuştu. Az sonra tanıtımda daha da açılacağı gibi bu 'Psychodelic' bilinç anlayışı, Pink Floyd'un müziğini kurma da en aktif rol oynayan özellik olarak karşımıza çıkmakta. Ancak bu dozda uyuşturucu kullanımı, Hippy felsefesinin bir anlamda da çözülmesine neden olmuştu.

Hippy hareketi, yeraltı (underground) uğraşlarla da bu yeni kültürü yerleştirebilmek için çokça didindi. Yer yer komün tipi yaşayan gruplar çoğaldı. Amaçları iktidarın ürettiği aygıtlarla tümüyle ilişkileri kopartmaktı. Buna karşın göremedikleri bir hataları vardı ki, o da pasif ve siyaset dışı bir yapıya sahip olmalarıydı. Ancak, reel anlamda politikayı dışlayabilmek için yeni bir politik tavır arayışına yönelmeleri gerekirdi ve bu da egemen yaşayış biçimlerinin göremeyeceği bir incelikti. Bir anlamda kendiliğinden dönüşüm'ü özlüyordu bu insanlar. Nitekim, bu hareket 1970'leri bulmadan çözüldü. Bu dönemde, Beatles'in mistisizme yöneldiğini, Hindistan'a gidip Hint felsefesi ve meditasyonla ilgilendiklerini ama kısa süre sonra ülkelerine geri döndüklerini görüyoruz. (Çünkü, herşeyden önce birer İngiliz'di onlar; kıramadıkları, üstelik göremedikleri ve hiç bir zaman da göremeyecekleri, ulusal karakterin getirdiği kurallarla çevriliydiler.)

Son dönemlerinde ise John Lennon, karısı Yoko Ono ile birlikte, Vietnam savaşını protesto gibi büyük çaplı eylemlerin yöneticisi durumuna gelmişlerdi. 1969 yılında Kraliçe'nin verdiği asalet (sir) unvanını John Lennon, Vietnam olaylarını gerekçe göstererek reddediyordu.

İşte Pink Floyd elemanlarının hepsi de 1940'lı yıllarda doğan kuşağın içinden çıktı ortaya bilinçli bir şekilde olduğu söylenemezse de, bu gençlerin çabaları, duygularını, iç çatışmalarını yaptıkları müzikle yoğurup geniş kitlelere sanat yoluyla sunmaktı. Davulcuları Nick Mason kendisiyle yapılan bir söyleşide, 'yapmak istediğimiz şey insanları gerçekten şaşırtmak..' diyerek bu tür düşünceleri neredeyse destekliyordu. Artık müzikçiler, elektronik olanakların, yeni ses arayışlarının peşindeydiler. Özgür formlar, kulakları ve duyuları farklı yönelimlere, farklı dinlemelere ve artistik, emprovize müzik deneylerine itiyordu. İşte Pink Floyd'da 1965'lerde; ismini o dönemin iki blues ustası olan Pink Anderson ve Floyd Council'dan alarak kuruldu. George Roger Waters (bas, vokal), Richard William Wright (tuşlu çalgılar, vokal). Nicholas Berkeley Mason (davul) ve Roger Keith Barrett (gitar, vokal). Bu dört müzikçinin aletlerini çalmadaki özel becerileri, kısa bir süre sonra müzik çevrelerindeki diğer gruplardan kendini ayırır bir görünüm koydu ortaya, ancak büyük ayrıcalıklarla grup içinden sıyrılan bir eleman yoktu. Ancak, şu da bir gerçek ki grubun gizli bir beyni vardı. Şarkı sözlerinin yazımını ve besteleri, ilk iki yıl Syd Barrett, daha sonraki yıllarda da (günümüze dek) Roger Waters üstlenmiş gibi görünüyor.

Bu kişileri daha da tanıtmaya yönelip, popüler bilgiler verelim.

Roger Waters, her ne kadar grubun progressive, araştırmaya yönelik ve yüksek dozlu müziğinin kurucularından biri olsa da blues'a olan eğilimi tartışılmaz. Öyle ki, o günden bu güne 18 yıl geçtiği halde, blues'un ayrılmaz bir parçası gibi düşünülmesi olası ağıtları, en özgün ve günümüze uygun yapılar içinde kuruyor ve besteliyordu. (Bir anlamda blues'un yeniden üretilişi söz konusu.) 'The Final Cut' albümü böyle bir çalışmanın, ürünü olarak belirmekte. Bestelenmesindeki amacı ve ithaf edilen insanların konumları da düşünülünce, en uygun seçimi yapmış Waters.

Çalışkan, hareketli ve yaratıcı bir özelliğe sahip olan Waters, arkadaşları arasında da en bilgili, en çok okuyan ve araştıran olarak bilinir. Grubun diğerlerinden ayrılan 'Entelektüel' yönlerinin en önemli temsilcisi. Bu sanatçı, popüler müziğin dışındaki alanlara hiç yönelmediğinden söz eder, ancak 'Atom Heart Mother' albümü kendini haksız çıkaracak nitelikte. Zor anlaşılır bir adam olduğunu düşünür ve bundan gizli bir sevinç duyar. Arabalarla ve mekanikle çok ilgilidir, tümüyle işlemez bir durumda olan beyaz renkli, 1950 model Lotus Süper Seven marka otomobiliyle övünür.

Syd Barrett, grubun belki de en gizemli elemanı. Uç yaşayışların hepsini destekleyen bir yapıya sahip olan Barrett'ı bir yazar, 'çingene yürekli' olarak betimliyordu. Barrett'ın en önemli özelliği, gitardaki yetkinliğinin yanı sıra resim ve felsefeyle de ilgilenmesiydi. Tüm insanlara yönelik özel bir sempati eğilimine de sahip ki, bu özelliğin tüm gerçek sanatçılarda rastlanan ortak bir kimlik olarak görülmesi olası değil. Yaşamının her dilimi sanatla donanmış Barrett'ın. Sanatını en çok etkilemiş müzikçi ve gruplar ise, Beatles, Rolling Stones, Donovan ve Bob Dylan gibi ayrıcalıklı müzikçiler. Giyim kuşamına fazlasıyla önem verirken, bu önemin içinde yatan resmi koşullara karşı isyandır ve bunun kendi de bilincindedir. Edebe aykırı, çirkin, kural dışı giysileri giymek ve özgürlüğü herşeyiyle bir bütün olarak algılamak ve yaşamının her boyutunda özgürlüğüyle birlikte olmak isterdi. Başkalarının uğraşlarını engellemekten, eleştirmekten ve eleştirilmekten nefret ederdi. Hiçbir tedirginliği olmayan ve hep yaşadığı ana hesap veren bir kişiliğe sahipti, Tek amacı büyük bir müzisyen ve ressam olmaktı. 1968'de gruptan ayrıldığı halde, grubu her an, en çok etkileyen müzikçi oldu. 1974 yılında öldüğünde, Pink Floyd en önemli albümlerinden birini eski arkadaşları için çıkardı ortaya. Merkezi.Londra'da olan 'Syd Barrett Appreciation Society' adlı dernek, eski dostlarının ve müzikçilerin minnet ve sevgi hisleriyle kurdukları bir dernektir ve tanınmış birçok ünlü sanatçı ve müzikçi bu derneğin üyesidir. 'Terrapin' isimli aylık dernek bülteni günümüzde de yayınlanmaktadır.

Grubun emektarı ve en sempatik üyesi Nick Mason, kişiliğince hümanist bir yapının her zaman ön planda olduğunu söyler. İnsanlara karşı olan her türlü eylemi şiddetle olumsuzlayan Mason'a en gülünç gelen şey de insanların kendisinden ürkmesi. 1965'li yılların en popüler gruplarından olan Cream'in davulcusu Ginger Baker'ın hayranıdır ve tekniğinde en çok o sanatçının etkisi sezilir. Yavaş, duygusal, az gerilimli, zaman zaman kendisinin de şaştığı başarılı ataklarla donanmış bir tekniktir Mason'unki, Gündelik yaşamında neredeyse hiçbir şeyi umursamayan ve hatta grubun başarısını bile önemsemeyen, kendine Özgü bir kişiliğe sahiptir. Ancak herşeye rağmen, ünlü olma dürtüsünü de hiç bir zaman inkâr etmez. Bir diğer uğraşı da asla uygulanamayacak nitelikte olan film senaryoları yazmaktır.

Pink Floyd'un ortaya çıkışında sonuncu kişi ise tuşlu çalgıları çalan Rick Wright'tır. Tek ve en önemli ilgi alanının müzik olduğu biliniyor, ancak grubun en karamsar kişisi de olduğu bir gerçek. Kötü çaldığını hissettiği anlar herşeyi yarım bırakıp gidebiliyor. Bir zamanlar en büyük amacı bir Mellotron satın alıp, müzik deneylerine girişmekti. Sonradan bu amacına erişti. Gole Porter gibi şarkı sözleri yazmak diğer bir önemli amacıdır. Grubun en müşkülpesent müzikçisi de olan Wright, yüzlerce şarkı sözü yazmış, bir o kadar da, beste yapmıştır, ancak tümünü yaptıktan sonra çekmeceye atar, değersiz olduklarını düşünür hep.

İşte bu dörtlü, 1966'nın sonlarında yoğun bir çalışmaya yönelir. 1960'Iardan 66'lara doğru uzanan blues kökenli rock müziğine yeni şeyler katmaktır amaçları. Yeni yeni ses, ışık ve efekt oyunları uygularlar. Bu uygulamalar dinleyicilere daha farklı bir müzik algılamalarını sağlar ve yeni olanın özgün kullanılınca ne kadar önemli katkılar getirebileceğini anlamalarına yol açar. Gerçi o dönemde gençliği olduğu gibi kuşatan uyuşturucu ve mistik hiç'e yönelimli yaşayışları bir noktada değişik uyarılarla ve çağrışımlarla zenginleşmiştir, ancak bunu daha da zenginleştirmek için ellerinde önemli bir kozları vardır: Pink Floyd'un kendine özgülüğe doğru hızla yol alan 'sound'u.

Bunu artık yeni bestelerin içine işleyerek, hatta besteyi de yeni eserlerin ortaya çıkmasıyla iç içe üreterek oldukça farklı armonilere ulaşmaktadırlar. Yani, akor oluşturan bir kaç sesin içinde artık elektronik sesler de vardır ve tüm aletlerin olağanüstü uyumundan çıkmaktadır besteler.

1967'nin başlarında 'Games for May' (Mayıs Oyunları) adıyla başladıkları konser dizisinde de ilk olarak 'quadrophonic-sound'u denerler. Rock müziğine getirdikleri bu katkıdan öte, 1970 yılındaki 'Atom Heart Mother' albümünde de müziklerine klasik orkestra ve koroyu eklemektedirler. Yani 1970 yılında küçük isteklerini (!) başarıyla gerçekleştirmişlerdir. Küçük istekler diye yorumladığımız uğraşın mantığını zirveye çıkmayı arzulamak şeklinde yorumlamak da zor.
Mantıklarını en iyi Mason açıklıyor: 'Tepeye çıkmayı çok istedik ama biz bunu kendi müzik türümüzle gerçekleştireceğiz, imtiyazla değil.'

1970 sonlarındaki ciddi adıma ulaşmadan önce, Waters ilk girdiği yüksek okuldan ayrılıp 'Cambridge Regent Street Polytechnic School' da mimarlık eğitimine yönelmek istiyordu.Wright ve Mason'da o süreç içinde 'Sigma 6' isimli bir grupta birlikte çalıyorlardı. Her ikisi de müzik eğitimi görmekteydiler. İşte bu üçlü ilk kez, 'Poly' isimli okul grubunda birlikte gözüktüler. Sonra 'Abdabs' diye bir grupta birlikte çaldılar. Bu grupta gitarı sonradan en ünlü caz gitaristlerinden biri olacak Bob Close çalıyordu. Bob Close'dan ayrılan bu üçlüye sonradan büyük kente sanat öğrenimi yapmak amacıyla gelen Syd Barrett'da katılınca, Pink Floyd ilk şeklini almış oldu. Bob Close'u hiç bir zaman bir Pink Floyd üyesi olarak düşünemeyiz, çünkü çok kısa bir sürenin içine sığdırılmış bir beraberlikleri vardı.

İlk ortak çalışmalar Barrett besteleridir. Belli bir perspektife yönelik egzotik bestelerdir Barrett besteleri. Barrett'ın o dönemlerde 'Rolling Stones' ve 'Bob Diddley'den etkilendiği söylenebilir.

Öncü elektronik müziğin mimarı Peter Jenner isimli bir sosyologdur. Jenner büyük çabalar sonucu ortaya çıkardığı yeni sound makinalarını kullanabilecek gruplar aramaktadır. Aralarında Lou Reed'in de bulunduğu bir grup müzikçiye yaptığı önerilerden olumlu bir sonuç alamaz Jenner. O dönemlerde aynı uğraşları sürdüren ve elektronik olanaklarla ilgilenen gruplar vardır. Who, Yardbirds. Manfred Mann, Jenner'ın önerilerini dikkate almaz. Jenner ikinci önerisini Pink Floyd'a yapar ve grup elemanlarının zaten aradıkları uğraş olan Jenner'in yaratılan, ilk önemli hareketliliğin adımı olur.

Jenner, ürettiklerinin değerini Pink Floyd'un bestelerinde fazlasıyla buluyor ve yavaş yavaş grubun en büyük destekçisi oluyordu. Ona göre Floyd diğer gruplardan sıyrılmak ve kendine özgülüğünü geliştirmek zorundaydı. Jenner'ın grupta en çok tuttuğu eleman, Syd Barrett'dı. Onun için; 'duygularını serbestçe dışa vurabilen, yaratıcı bir kişilik ,inanılmaz bir insan' demekteydi. Jenner, bu yeni olanaklarla alışılmış müzik ve blues kalıplarının olduğu gibi değiştirilmesini ve olayın 'Revolutionary New Music'e dönüştürülmesini istiyordu.

Ancak tek başına elektronik olanaklarla müzik yapmak, o dönemlerde oldukça uç bir anlayıştı ve bu öncü hareketin karşısında umulmadık insanları da görmek olasıydı. (Lou Reed'i ve diğerlerini anımsayın), Grup elemanları da klasik blues'un egemenliğine karşıydı ve istedikleri daha çok ortaya bir birleşim çıkartmaktı. Elektronik olanaklarla blues'un birleşimi. Ancak ilk çıkarttıkları albümlerde atomal sound'un ağırlığı daha fazlaydı ve bu değişik ses bileşimleri 'psychodelic' müzik denilen yeni bir türü doğurdu. Yoğun bir şekilde içli dışlı olunduğunda, dinleyici de anormal bilinç durumları yaratan bir tür. Bu duyguların olağanüstü zenginleşmesine önayaktı.

Müzikteki bu yenilik doğallıkla plak şirketlerinin dikkatini çekmeye başladı ve 'Morison Agency' Pink Floyd'a plak teklifinde bulundu. Grubun düşünmeden kabul ettiği bu önerinin ürünü olan plağın prodüktörü Jenner'dır. Mühendis John Wood'un eşliğinde, 1967 yılının Şubat ayında Pink Floyd'un ilk plağı piyasaya çıktı. 45 devirli olan bu plakta iki Barrett bestesi, 'Arnold Layne' ve 'Candy and o Currant Bun' seslendirilmişti. Bunun bir anlamı da, grubun artık profesyonel müzik piyasasının içine girmesidir. 45 devirli bu plak umulanın üzerinde ilgi topladı ve grup anlaşmayı bozup, bir öneri üzerine 'EMI-Harvest' plak şirketiyle anlaşma imzaladı. Çalışmalarını, günümüze dek de bu firmayla sürdürdü. Bu 45'liğin peşinden aynı yıl 'See Emily Play' isimli plak çıktı ve bu iki plak Pink Floyd'u İngilterenin en başarılı grupları arasına soktu. Pink Floyd, sounduna ilk adımlardır bu plaklar. Bestelerin bir ucunda mistik bir hava sezinlenirken diğer uçta melodiye yeni renkler ve çağrışımlar katan değişik ses ve efektler hissedilir. Bunların uyumlu bir ürünüdür bu çalışmalar. Yadsınamayacak bir etkinin kaynağı da Beatles'dır. özellikle ritm ve vokal anlayışında sezilen bu etki, dönemin doğal bir sonucudur.

Ve 1967'nin Mayıs ayında, daha önce sözünü ettiğimiz 'Games for May' konserlerine başlarlar. Bu konserlerde grubun tüm elemanları, dinleyicilere tek tek kendi Özel becerilerini de gösteriyorlardı. İlk bolümde sade ve klasik blues besteleri çalan grup, ikinci bölümde yeni ve hiç görülmemiş elektronik aletleriyle öncü bir müzik sunuyorlardı dinleyicilere. Efektlere ve ışık düzenine verdikleri önem, dikkati çekmiş ve müzik çevrelerinden olumlu eleştiriler almaya başlamışlardı.

Tüm bu eylemler, yeni bir tür müziğin kendini kanıtlamasıydı. Artık deneysel müziğe iyiden iyiye sıvanmışlar, bir arayışı ve bu arayışın ürünü olan aykırı bir sesi oldukça başarılı bir biçimde sunmuşlardı dinleyicilere. Pink Floyd'un öncü olduğu bu deneyci çizgi, 1970-76 arası rock müziğinin en özgün yapıtlarının sunulmasına, yepyeni grupların ortaya çıkmasına neden olmuştu. Değişik alt müzik türleri denenmeye başlanmıştı: soft-rock, hard-rock, jazz-rock, symphonic rock, v.s. O yıl yani 1967 yılında The Moody Blues, yeni bir deneye yöneliyor ve senfoni orkestrası eşliğinde bir albüm çıkarıyordu. 'The Days of the Future Passed.'

Pink Floyd, bunların yanısıra orta sınıfın dinleyici alanını daha da genişletmekteydi ancak egemen kültürün müdahalesi de hemen kendini gösterdi. BBC-II. programı onları filme alıyor, grubu kültürel arenada onaylıyor ve yaygınlaşmasını sağlıyordu. 'The Observer'ın müzik yazarı Tony Paimer ise grup üstüne yazdığı yazılarda, gruba Avrupa'da bir prestij ve konum sağlıyordu. Ancak Peter Murray gibi bazı tutucu basın üyeleri ise, grubun uğraşını sürekli olumsuz bir açıdan eleştiriyordu. Tutucu bir kimliğe sahip İngiliz toplumunda yeni arayışlara yönelmek kolay değildi elbet. Mason bu muhalif yazar için, 'Biz ahlaka zararlı isteklerle dolu bir tür saçmalıklar dizisi üretiyoruz o'na göre,' diyerek alaya alıyordu kendilerini yerenleri.

Grup, 1967'nin sonlarında ilk albümünü çıkarttı: 'The Piper at the Gates of Dawn». En cok satan albümler listesinde 7 hafta ilk 10un içinde yeralmış bu albüm, birçok eleştirmen tarafından olumlu karşılanmıştır. Melody Maker yazarı Mick Jones, bu albüme ilişkin şunları söylemişti: 'Floyd'un müziğinin ne denli özgün olduğu tartışılmaz bir gerçek, ancak bilinçten yoksunlar henüz. Bu bilincin ise zamanla oluşacağına inanıyorum.

Bu albümün ardından 'Apples and Oranges' adlı bir 45'lik daha çıkarttılar, ancak bu plağa ilgi az oldu. Aynı dönemde, bir dizi grupla birlikte konser turlarına çıktılar ve Floyd bu konserlerin en ilgi çeken grubu oldu.
'Apples and Oranges'a gösterilen ilgisizliğin nedenleri ise önemliydi. Syd Barrett'tn alışılmış beste randımanı gittikçe düşmekteydi ve kullandığı aşın uyuşturucu yüzünden dengesini tamamen yitirme durumundaydı. 1967'nin sonlarında, grubun işlevsiz bir elemanıydı artık ve arkadaşları bu sevdikleri insanın gruptan ayrılmasına seyirci kalacaklardı. Gruba 18 Şubat 1968'de yeni bir gitarcı katıldı. Pink Floyd, iki ay gibi kısa bir süre için 5 kişilik bir kadroya sahip oldu. Barrett'in boşluğunu doldurmak için gruba katılan bu yeni eleman ise David Jon Gilmour'du. Barrett, bu olay üzerine 6 Nisan 1968 günü gruptan tümüyle ayrılarak evine kapanmayı tercih etti.

Müzik çevrelerinin fazlasıyla onayladıkları' bir kişilik olan Barrett, hâlâ İngiltere'nin en büyük pop müzikçilerinden biri sayılır ve daha önce de belirttiğimiz gibi, anısını yaşatmak için kurulmuş olan 'Syd Barrett Appreciation Society', 'Terrapin' isimli aylık bir bülten yayınlar. Barrett'in bestelerini yorumlamak gibi bir işlevi de yüklenmiştir bu dergi. Tüm müzik otoriteleri onun, 'yüzde yüz ve eksiksiz bir yeteneğe sahip olduğunu' belirtirler. Eleştirmen Pete Brown, Barrett için 'tipik bir Rimbaud figürü' demekle, şaşılası bir benzetmeyi de yapabilmektedir. Yakaladığı bu ortaklığın ana nedeni, sanatçı kişiliğiyle resmi değerlere açtığı savaştan olsa gerek. Rimboud, bu tavrını şiirinde özelleştirmiştir. Barrett ise müzikte somutlamıştır bu tavrını. Konuşmalarından birinde Barrett, 'Ben her zaman böyle içe dönük olmam,' der. 'Galiba genç insanların çoğunun sevinecek fazlasıyla şeyi var. Fakat ben herhangi bir tane bulabileceğimi sanmıyorum.' Ölmeden öncesine kadar 4 plağı çıkar Barrett'in. Bu plakların çıkmasında en büyük katkıyı yine eski arkadaşları yapmıştır ve arkadaşlarına ölene dek destek olmuşlardır.

Tekrar 1968'in başlarına gelirsek, Gilmour'lu yeni kadro 'İt Would Be So Nice' ve 'Julia Dream' adlı iki yeni 45'lik çıkartır, ancak Barrett'siz geçen iki ay grubu oldukça pasifleştirmiştir.
Başarı temposu gittikçe azalmaktadır. Eleştirmenler bu yeni kadrodan oldukça umutsuzdur.

Haziran 1968'de Pink Floyd ikinci albümünü piyasaya sunar. 'A Saucerful of Secrets' şimdiye kadarki çalışmalarından oldukça değişik motifler içermekteydi ve bunun sonucu olarak plakta yeni bir sound dinleyicinin karşısına çıkmaktaydı. Bu plağın ardından bir ABD turnesine çıkarlar ve oldukça büyük bir başarı kazanarak, o günlerin popüler grupları olan Cream, Fleetwood Mac ve Ten Years After'ı ardlarında bırakırlar. Eleştirmenler tarafından, progressive blues türü müzik yapan bu grupların dışında değerlendirilirler. Bu ilgi kaçınılmaz olarak Avrupa'ya da sıçrar ve Pink Floyd'un etkisiyle kıtanın her yanında yeni 'psychodelic-rock' grupları görülür.

Pink Floyd, bu türün tartışılmaz yaratıcısıdır ama grup elemanları bunu kabullenmezler. Sadece alışılmış müzik formlarına yanaşmadıklarını söylerler. 'Ne istersek onu yaparız' düşüncesi ana ilkeleridir. Ancak, şu önemli bir noktadır ki grup elemanları, rock müziğine getirdikleri katkının kesinlikle farkında değillerdir. Gilmour: 'Yaptıklarımız hakkında hiç bir bilgimiz yok.' derken onaylamakta bu tesbiti. Sanki bütün bu olumlu çabalar sanatçıların sezgilerinin ürünüymüş gibi görünür ve bunun sonucu olarak yaptıkları herşey sıradan ve doğalmış gibi gelir onlara. Bu belki de, 1950'li ve 60'lı yıllarda yoğun bir biçimde yaşanmış olan 'anti-entellektüelizm' hareketinin kaçınılmaz sonucudur.

1969 yılları da yoğun konser ve albüm çalışmalarıyla geçer. Temmuz ayında 'More' adlı bir film müziği yaparlar ve albüm olarak çıkartırlar. Bu plak da listelerde başarı kazanır. Peşisıra, 'Ummagumma' adını taşıyan ikili bir albüm sürerler piyasaya ve bu albüm de tahminlerin üzerinde ilgi toplar. Ummagumma, 4 elemanın da sanatçılıklarını ayrı ayrı kabul ettirdikleri bir çalışmalar toplamıdır. Bu albümle birlikte 'sound' özgün bir konum almıştır. Hiç bir grubun deneyemediklerini, Pink Floyd deneye deneye en olumlu yerlere getirmeyi başarmıştır. Plak iki albümden oluşur ve ilk albüm bir konser kaydıdır, ikinci albüm ise, her bir elemanın kendi bestelerinden oluşmaktadır.

1970 yılı başında ünlü İtalyan film yönetmeni Michelangelo Antonioni, 'Zabriskie Point' adlı filminin müziği için Pink Floyd'dan destek bekler. Grup bir süre için, film müziklerini hazırlamak üzere Roma'da kalır ve uzun çabalardan sonra film müziklerini hazırlarlar. Plak, 1970 yılında içinde diğer gruplardan besteler de olduğu halde piyasaya çıkar. Floyd'un bu albümde, tümü filmde kullanılmış 4 bestesi yer alır. 70 yılında tekrar bir ABD turnesine çıkarlar ancak turne esnasında tüm aletleri çalındığından ülkelerine geri dönerler.

İşte bu sıralarda diğerlerinden çok farklı bir albüm üzerine çalışmaktadırlar. 'Atom Heart Mother' isimli 1970 yılı yapımı bu plak, gerçekten son derece özgün bir sound içermektedir. Progressive türün içine yerleştirilmiş klasik formlar, orkestra ve gençlik korosunun olağanüstü uyumu bambaşka bir ürün çıkartır ortaya. Pink Floyd'un 2. döneminin başlangıcındadır bu yapıt. İlk yüzü kaplayan 6 bölümlük Atom Heart Mother adlı parçada zengin bir orkestranın ve 40 kişilik bir gençlik korosunun yaşattığı olağanüstü zengin bir sound yer alır. Vokalin kullanılmadığı bu parçada belli belirsiz bir savaş aleyhtarlığının izlerini görmemek olanaksız. Şimdiye dek yapılmış deneysel rock çalışmalarının en başarılı örneklerinden birini oluşturan bu albümde teknik olanakların sınırsız bir kullanımını da görmekteyiz. En dikkat çekici bölümler ise, Waters'ın daha sonra birlikte ikili bir albüm yapacağı Ron Geesin'in viola partisyonları olarak gözümüze çarpar. İkinci yüzde ise, 'If' 'Summer 68', 'Fat Old Sun' isimli bestelerle birlikte ilginç bir besteye rastlamaktayız. 'Alan's Psychedelic Breakfasf' Bir anlamda, psychedelic sözcüğünü ilk olarak kullandıklarından, grubun manifestosu olarak yorumlanması da olası. Bu parçada adı geçen Alan, uzun bir süredir grubun ses mühendisliğini yapan Alan Parsons'dan başkası değildir. Alan Parsons daha sonra, Alan Parsons Project isimli kendi grubunu kuracak ve müzik dünyasına, yenilikçi müziğe katkıda bulunacak bir sanatçı olarak günümüzde de anılacaktır.

Mason, Atom Heart Mother ismini nereden aldıklarını soran bir gazeteciye şu yanıtı vermekte: 'Sadece bir gazete başlığı. Bizi çok etkiledi. Atomsal birtakım işlemlerle hamile kalmış bir kadınla ilgiliydi haber.'

Aynı yıl, grup elemanları değişik kişilerle plak uğraşlarına girdiler ve değişik çalışmalar yaptılar. Gilmour ve Wright, Barrett'ın iki solo albümünün prodüktörlüğünü üstlendi. Mason, B.B.King'in solo albümünde davul çaldı. Waters ise, Atom Heart Mother'ın unutulmaz violacısı Ron Geesin ile birlikte 'The Body' isimli bir filmin müziğini yaptı ve müzikler albüm olarak piyasaya çıktı.

Bu yılın ilginç olayları arasında bir de film müziği var. Filmin konusu, Proust'un ünlü 'Yitik Zaman Ardında' adlı yapıtından esinlenerek yazılmış. Doğal olarak bu yapıt okunmak zorunda. Daha doğrusu, onlara göre bu yapıtı okumak gibi bir dert var başlarında. Hepsi hızlı bir okuma sürecine giriyorlar ancak kısa bir süre sonra ürünün ağırlığından ötürü, bu sürece son veriliyor. Waters, 2,ci ciltte pes ederek en uzun okuyan unvanını alıyor. Gilmour en istikrarlıları (!) çünkü 18. sayfada bırakıveriyor kitabı bir köşeye. Doğal olarak 'yitik zaman ardında' projesi 'yitiyor'.

Floyd'un 5. yılında ortaya koyduğu yapıtlar, grubun geleceği üzerine de olumlu beklentileri beraberinde getiriyordu. Artık çabalar daha da progrezsive bir çizgi izleyecekti doğal olarak. Nitekim, Atom Heart Mother'da elektronik efektlerin yanısıra, doğal efektlerin de büyük bir başarıyla kullanıldığını görüyoruz. Bu da dinleyicilerle kurdukları duyusal birlikteliğe yeni yeni boyutlar getiriyordu.

Ancak, 70 sonu ve 71 başlarında biraz durulmaya başlayan bu uğraşlar, 'Relics' adlı eski parçalardan toplama bir albümün sunulmasını zorunlu kılmıştı. Belki de 'See Emily Play' ya da 'Arnond Layne' aranmaktaydı hâlâ.

Bu pasif sürecin sonunda, ellerinde oldukça uzun ve ilginç bir beste vardı. 'Return of the Sun of Nothing'. Bu yapıtta, daha önce hiç kullanmadıkları sound-efekt'ler kullanmışlardı. Piyano'dan çıkartılan su damlaması sesi ve elektronik çığlıklar ve kuş sesleriyle birlikte yeni bir müzik. İlginçliğin zirvesinde bir yapıttı bu, gizemli yanının yanısıra melodik özgünlük de rahatsız edici güzellikteydi.

Yıl sonuna doğru ABD ve ilk kez bir Uzak Doğu turnesinden dönüşte yeni albüm piyasaya çıktı. 'Meddle'. Bu plağm ikinci yüzü daha önce adını andığımız yeni çalışmayı içeriyordu ancak adı değişikti. 'Echoes'. İlk yüzde ise oldukça popüler niteliğe sahip parçalar bu popülerliklerine karşın yeni bir sound'u beraberlerinde getiriyorlardı. İlk yüzdeki parçalardan biri olan 'Fearless' ve Liverpool taraftarlarının efekti unutulmaz bölümler olarak yazılacaktı pop müziğin tarihine.

Melody Maker anketlerinde yılın en başarılı grupları listesinde, ELP'dan sonra Pink Floyd'u görmekteyiz. Bu dönemde, yani 70'li yıllarda alt-türlerin özgün grupların önemli yapıtlar ortaya koymaktaydı ve yavaş yavaş bir rock geleneği kendine özgü yerine oturma yolundaydı. Pink Floyd, bu bir dizi grup arasından sıyrılıp değerini kanıtlamasını biliyordu.

1972 yılının ortalarına gelindiğinde grubun hazır olan bir albümü daha vardı ve bu albüm 'The Valley' filmi için hazırlanmış film müziklerini içeren .Obscured by Clouds' adlı albümdü. Haziran ayında piyasaya sürülen bu plağın içindeki 10 besteden çoğu başarılı parçalar olarak göze çarpmaktaydı ve lirik, hafif çocuksu bir anlatım tarzı özellikle dikkat çekmekteydi. Albüm, klasik Rock motiflerinin dışına çıkmasa da, Gilmour'un gitarını ve tekniğini belirginleştirdiği albüm olarak önem taşır. Artık Barrett özlemi ve etkisi yitmiştir ve Gilmour onun becerilerine sahip bir müzikçi olduğunu kanıtlama yolundadır.

Pink Floyd'un 4 albümlük 2. devresini kapatan bu albümden sonra, 1973 başlarında çok önemli bir olay gündemdedir artık. Gerek Avrupa'da gerek. ABD konserlerinde başarıyla icra ettikleri 'The Dark Side of the Moon' albümü çıkmıştır piyasaya. Sezinlediğimiz, bambaşka bir arayış bambaşka bir duyarlılıktır. Efekt kullanımının ayrıcalığıyla birlikte ortaya şarkı sözlerinin farklılığı da girmeye başlar ve 'Dark Side' bestelerinde artık söz'e çıplak bir yaklaşımı gözlemler dinleyiciler. Sanki diğer albümlerinde müzikle anlatmaya çalıştıkları, artık sözel anlatıma dönüştürülmüş durumdadır. Resmi değerlere karşı olan isyanlarını açıkça dışavururlar, her şey son derece belirgindir artık. Pink Floyd, şiir kimlikli sözlere yaslanmaya başlamıştır ve bunda da en büyük pay kuşkusuz söz yazarı Roger Waters'ındır. Plak olağanüstü bir İlgi toplamıştır. Tüm dergilerde birincilik koltuğundan inmez. Bestelerdeki özgünlük, sözlerdeki şiirsellik, ses mühendisi Ala Parsons'un anlamlı ve özgün efektleri plağın tartışılmaz kalitesini ortaya koyar. Vokalist Clare Torry ve saksofoncu Dick Perry'nin olağanüstü katkıları bambaşka bir güzelliğe sokmuştur yapıtları. İlk yüzdeki Time'da, gelecek üzerine hiçbir kaygıları olmayan ve değişimleri hep dışarıdan bekleyen pasif insan kümelerine zamanın değeri anlatılmaya çalışılır. Anlatmaktan da öte açık bir eleştiridir bu İngiltere'ye ve insanlarına. Onlara göre, toplumlarının insanları yaşamıyordur, daha ötesi zamanın içinde kaybolup gitmiş kullardır her biri. 2. yüzdeki Money, bir anlamda paranın egemenliğini ve kapitalist ilişkileri lanetler. Çünkü para bu ilişkilerin tartışılmaz yönlendiricisidir, tüm insani değerlerin üzerinde bir yapıya sahiptir. Eclipse adlı son parça ise, insanların ellerinde tuttuğu, sahip oldukları her şey sergilendikten sonra plağı şu dizelerle bitirirler 'Uyum içinde güneşin altındaki her şey/Fakat gölgede bırakılıyor ay tarafından güneş.' Yani güneşle sigmeledikleri maneviyatın, tutuculuğun yarattığı bakarkörlüğün, insan ve insanoğlunun somut yaşayışlarını simgeleyen ay tarafından nasıl kuşatılmış olduğunu söylemek amaçları. Bu alegorinin getirdiği gerçekliği parça bittikten sonra fısıltılarla tamamlıyorlar ve karamsarlığın zirvesinde bir yorumu mırıldanıyorlar bize: 'Ayın karanlık yüzü yoktur,' deyip hemen peşinden ekliyorlar, 'aslına bakarsanız tamamı karanlıktır.'

Roger Waters'm plak üzerine söylediklerini aktarmadan geçemeyeceğiz. (Bu plakta hem bestelerin hem de sözlerin büyük bir çoğunluğu,onun imzasını taşımaktadır.) 'Daha önce yaptıklarımızdan çok farklı. Anlaşılması çok daha kolay. Kısacası, kötü bir plak değil galiba, ya da bize öyle geliyor.' Grubun en başarılı yapıtlarından biri olan (belki de en başarılı yapıtı) bu plak hakkında Waters'ın söyledikleri bunlar. Plak, 1983 yılının son haftasına, Bill board ve Melody Maker listelerindeki 500. haftasını da geride bırakarak girdi.

Daha sonraki bir A.B.D. turnesinden sonra grup tekrar inzivaya çekilir ve bir süre farklı çalışmalarda bulunurlar. Gilmour, 'Unicom' adlı bir grubun prodüktörlüğünü yapar ve grup Gilmour'un katkılarıyla 'Blue Pine Trees' isimli bir albüm çıkarır. Kate Bush'la olan müziksel işbirliği de bu dönemde başlar.

Temmuz ayında üç günlük bir Fransa turnesinden sonra ülkelerinde 20 konserlik bir diziye başlarlar. Bu konserlerde üç yeni şarkı daha kendini göstermektedir. 'Raving and Droling', 'Gotta Be Crazy' ve 'Shine on you Crazy Diamond'. 1974'ün başında çok daha değişik şeyler beklenir Floyd'dan ve piyasaya sunulacağı belirtilen 'Household Objects' albümünü bekler hayranları. Çok değişik deneylerin ve 'non-musical instruments'lerin yer alacağı bu albüm, ne yazık ki gerçekleşememiştir.

1974'de 'Dark Side' değerini korurken onun paralelinde çok sayıda kaliteli çalışmanın sunulduğunu görmekteyiz İngiltere'de. Led Zeppelin'in 'Physical Graffiti'si, Rick Wakeman'ın 'Journey to the Centre of the Earth'ı, Yes'in 'Relayer'ı. Her biri yenilikçi müziğin gelişmesine önemli katkılarda bulunmuş çalışmalardı. Caz-Rock türünde ise 'The Mahavishnu Orchestra' adında1 bir grup müzik çevrelerinde tüm dikkatleri üzerine toplamıştı ve birbirinden başarılı ürünler sunmaktaydı müzik dünyasına.

1975 yılına gelindiğinde ise grup 'Shine on You Crazy Diamond'ın da içinde yeraldığı 'Wish You Were Here' albümünü hazırlıyordu. Bu plağın stüdyo kayıtları 6 ay gibi kısa bir zaman içinde bitirilmiştir ve tüm sözleri gene Waters tarafından yazılmıştır. Besteler ortakdır ve albüm tümüyle eski arkadaşları Syd Barrett'a atfedilmiştir. Aynı İlgiyi bu albümde toplar ve milyonlarca satar.

Bu süreç içinde biraz da grup üyelerinin özel hayatlarına değinmek istedik. Bunun nedeni, bu ayrıcalıklı insanların çok kere olgun, aklıselim bir yaşam biçimini seçmiş olmaları. Rock yıldızlarının neredeyse simgeleri olmuş dağınıklık, çılgınlık bu insanlarda hemen hemen hiç görülmüyor. Fotoğraflarının bile çekilmesine karşı çıkmaktalar çoğu kez. Tüm bunlar daha ayrıcalıklı bir beğeni de kazandırır dinleyici çoğunluğuna. Dünya çapında isim yapmış ve plakları milyonlarca satan bu insanlar aslında alçak gönüllü bir yaşamın sahipleridir. Turnelerde sempatik şakalar ve gezintilerle vakit geçiren grup elemanları günlerini monopol, futbol, yüzme, kriket, yelken sporlarıyla geçirir satranç oynarlar ve bizler gibi çokça da bunalırlar. Menajerleri Mick Kluczynski ise çalışmalarında aşırı hassas ve dikkatli olduklarından, günde yaklaşık sekiz saat çalıştıklarından söz eder. (Galiba salt çalışma konusunda biraz İngiliz gibiler.) Kluczynski grubun tartışılmaz liderinin Waters olduğunu belirtir ve bunun, herkesin genel kanısı olduğunu söyler. Ancak bu konu aralarında hiç bir zaman tartışmalara yol açmaz çünkü grubu bütün kılan tümünün ortak katkılarıdır. Bu ayrıcalığı Waters'da kabullenmediği için gül gibi geçinip giderler.

Tüm bunları açıklamamızın nedeni artık popüler müzik alanının iki ayrı gruba ayrılıp değerlendirilmesinin gerekliliğindendir. Pink Floyd'un da içinde bulunduğu birinci gruptaki topluluklar gerçekten üstün bir müzik bilgisine sahip insanlar tarafından yönlendirilmiştir ve içlerinde Keith Emerson, Justin Hayward gibi gerçek bir klasik müzik eğitiminden geçmiş insanlar, müzikçiler bulunmaktadır. Bir yanda bu gruplar, yani araştırmacı müziğin öncüleri, diğer yanda başını alıp gitmiş lümpen kültürün simgeleri olabilecek müzik toplulukları. Bu ayrım şüphesiz dinleyici tiplerinde de farklı alt-kültürler oluşmasına neden olur.

Tekrar 'Wish You Were Here'a dönersek, Gilmour'un 'Shine on You'daki gitar yorumları, Dick Perry'nin anlamlı saksofonu ve hüzün dolu besteler, Barrett'a karşı bir özlemi dile getiriyordu. Bununla birlikte 'Welcome to the Machine' adlı parçada o dönemin çıkar üzerine kurulmuş müzik piyasasına yöneltmiş eleştirileri görürüz. Bu sövgünün bu plakta işlenmesinin nedeni belki de Barrett'ın dengesizliğinin içinde yaşamış olduğu bu piyasadan kaynaklandığını düşündüklerindendir. 'Have a Cigar' isimli parçada ise şirketlerin temel amaçlarının sadece ve sadece kâr olduğu belirtilerek kapitalist ilişkiler yeniden eleştiriliyordu. Çıkarılan albümlerle, yapıt sahiplerinin aslında hiçbir bağlarının olmadığı belirtiliyor ve bu noktada piyasa koşullarına ayak uydurmanın nedenleri soruşturuluyordu. Bu soruşturma iki yönlüydü; hem kendilerini, hem de dış dünyayı soruşturuyorlar ve çözümsüz gibi görünen bu görünümün sonucu oluşan yetkin yabancılaşmaya da sahip çıkıyorlardı.

2 yıllık bir aradan sonra grup 'Animals' adlı yeni bir albüm daha çıkartır. Sürdürdükleri anlayışta, resmi ve kuraldışı olana tepki de bir farklılık yoktur ancak müzikalitenin düşüklüğü hemen dikkati çeker. İşlenen konu oldukça ilginçtir. İnsanoğlunun kişiliklerine göre bir sınıflandırmaya tâbi tutulduğu bu albümde insanlar; köpekler, domuzlar ve koyunlar olarak üç kategoriye ayrılmıştır. Köpekler, orta sınıfların ürettiği kaypak kişiliklerin bir simgesidir. Yapıları gereği tutarsız olmalarından ötürü, çıkarı doğrultusunda kolayca kimlik değiştirebilen insan tipini simgelemektedirler. Ancak bu tespitlere ulaşmadan çıkış noktalarının salt gözlem olması ve sözlerin oturmuş bir arka plana dayanmaması, grupta herşeye rağmen duygusal yönelimlerin ağır bastığının bir kanıtıdır. Domuzlar da üç ayrı kişilik görmekteyiz. İlk çizilen tipi, yaşamını soylu sınıflara yaranarak geçiren insanlara, ikinci tipi duygularını her zaman bastıran, akılcı yönelimleri gelişmiş ve gerektiğinde zor kullanmaktan kaçınmayan sinsi kişilere benzettik. Son grupta ise, yönetici ve egemen sınıfların domuzlukları yerilir.

Bu yaklaşım ne kadar düzeysiz gibi görünse de ilk aşamada, toplumlarına karşı gerçekleşmiş yabancılaşma duygusunu saf müzikle sunmanın yetersizliğini anlayıp daha dolaysız bir anlatımcılığı seçmeleri, bu aşamada grubun diğerlerinden ayrılan en önemli özelliği olarak karşımıza çıkabilir. Üçüncü insan tipi ise koyunlardır. Bunlar, son derece pasif, toplum değer yargılarına körü körüne sahip çıkan sorunsuz insanlardır. Floyd, bu insanların din tarafından yoğun bir şekilde kuşatılmış olmalarına isyan eder, yaşamlarını daha da körelttikleri için acımasızca eleştirir onları. İncil'in üçüncü kitabı olan 'New Testament'in 23. Psalm'ını, büyük bir değişikliğe uğratarak plaklarına katarlar ve Tanrının liderliğiyle baskıcı liderler arasında ironik bir ilişki kurmaya yönelirler.

Bu plağın ortaya çıkmasından hemen sonra Waters. yeni bir konu arayışına ve müzik çalışmasına girdi. 1977'lerde bir banta kaydettiği bestelerini 1978'de arkadaşlarına sunuyordu. Bu besteler şimdiye kadarki bestelerinin oldukça dışındaydı. Müziğe, kendilerine özgü efektlere ve geliştirdikleri tekniklere bir de şiir-öykü karışımı bir sözel anlatımı da ekliyorlardı. İşte bugün Rock klasikleri arasında belki de en önemli yeri tutacak olan 'The Wall' dı gündemdeki. Grup elemanları 1979'un hemen başlarında yoğun bir stüdyo çalışmasına girdiler ve 9 ayı bulan yoğun uğraşın sonucunda, dışı duvar'la donatılmış kapağıyla çiftli bir albüm sundular müzik dünyasına. Şarkı sözleri, 3. dönem Pink Floyd albümlerinin tümünde olduğu gibi anlatımcı bir kimliğe sahipti. Ama ayırıcı bir özellik de getiriyordu aynı zamanda. Şarkıların konuları birbirini tamamlıyordu ve sonuçta ortaya çıkan yapıtta, bundan öncekilerde kaba çizgileriyle yapılmış bireysel-toplumsal eleştiriler fazlasıyla tutarlı ve kendini gösterir nitelikteydi. Müziğe yöneldiğimizde belki 'Dark Side' kalitesini bulmak mümkün değildi ancak özgün besteler oldukça fazlaydı. Plağın son kısımlarında alışılmışın dışında bir 'theatral' anlatım etkinliği görmekteydik. ('Trial' adlı parça) Parça aralarındaki doğal efektler de kusursuzdu ve değişik motiflerdeydi. Ancak, az önce de belirttiğimiz gibi en çok dikkati çeken nokta müzik eşliğindeki temaydı. Bu temada öylesine bir toplumsal bilincin varlığı seziliyordu ki, bir ucuyla kapitalist ve kültürel formasyonu açısından muhafazakâr bir İngiltere'nin ürettiği insan tipleri ayrıntılarıyla çiziliyor, diğer uçta ise Waters'ın Pink adıyla konuya yerleştirdiği kahramanın söz ettiğimiz yapılara karşı değişikliklerini, bizler reel değerlerin dışında da düşünebiliyor ve yaşayabiliyorduk.

Pink adlı kahraman yaşamını plakta değişik evrelerle okul, evlilik ve aile kurumlarına karşı sert ve kendi içinde tutarsız (daha sonraları da şizofrenik) tepkilerle sürdürmektedir. Hayatının ilk aşamasında Pink'in annesiyle yaşadığını ve buram buram baba özlemi duyduğunu görürüz. Bu babasızlık Pink'Ie annesi arasında inanılmaz bir yakınlık kurmuş olmalı ki, Pink bir noktadan sonra ona göre kuru ve kurumsal olan bu bağı dışlamaya yönelmektedir. Okul yaşamı da Pink'in aykırı bir kimliğe bürünmesine en önemli nedendir ve Pink içinde yaşadığı bu sevgisiz ortama değişik biçimlerde sert tepkiler sunmaktadır. Bundan sonra evliliği ve eşiyle olan anlaşmazlığı gitgide dağınık ve katı bir iç dünyasının oluşmasına neden olur ve psikolojik bir yıkım başlar. Yıkılmaz duvarlar olarak simgelenen kurumlara karşı kendi içinde devamlı dengesiz tepkilerde bulunur ve daha da katılaşarak 'çekirdek faşist ideolojinin' bir savunucusu olma durumuna gelir. Kendisinin özgürlük diye nitelediklerinin duvarların içinde çırpınmalar olduğunun farkına varınca esas amacının bu kurumlara yönelik olmasının gerekliliğini anlayacak ve bir iç duruşmayla (Trial) kendini duvarın içinde yeni bir alana sokmaya çalışacaktır. Ancak onun adına üzülen insanlar da vardır ve bu insanların tavırları 'Outside the Wall' isimli final parçasında belirtilmektedir.

Panoraması çizilen bu konu, yaratıcısı Waters'ın hayatıyla tamamen olmasa bile yakından ilintilidir. Waters'da kendisiyle yapılan bir konuşmada gençliğinde okuduğu okullardaki izlenimlerini ve en önemlisi babasının ikinci büyük savaştaki ölümünü hiçbir zaman unutamadığını söyleyecekti. (Babasının ikinci büyük savaştaki ölümü, tümüyle 'The Final Cut'un ana temasını oluşturmaktadır.) Plaktaki önemli atılımın özeti ise, sadece ikili ilişkilere dayalı çözümsüz bir gerçeklik algılanışının kırılıp, tepkinin daha değişik alanlara kanalize edilmesinin gerekliliğini getiriyordu.

Bu ciddiyette bir tema, radikal bir son, başından sonuna dek ayrıntılarıyla verilmiş toplumsal bir eleştiri, özelde Pink Floyd'da, genelde ise Rock tarihinde ilk kez görülüyordu. İlgi plak sınırlarında da kalmıyor, Alan Parker (Midnight Express'in yönetmeni) yönetiminde 85 dakikalık bir filme dönüştürülüyor ve Cannes film festivaline yarışma dışı katılarak ilgiyi dünya çapında üzerine topluyordu.

80'li ve 81'li yıllarda süregelen bu gelişmeleri, 1983 yılının Mart ayında piyasaya çıkan yeni bir plak daha takip etti. Bu yapıt bir anlamda 'The Wall'ın devamı olarak da nitelendirilebilecek olan 'Final Cut'dır. Ancak bu yapıtta, The Wall'dan daha olumlu özellikler yakalamamız mümkün. Waters'ın babasının savaşta ölümü ve 2. büyük savaşın sinsi kimliği gündeme getiriliyor ve bunun vanısıra büyük savaşların bugün en büyük sorumluları olarak addedebileceğimiz Reagen. Begin, Brejnev ve Thatcher gibi liderler yeriliyordu. Afganistan, Lübnan ve Latin Amerika olaylarına simgesel yaklaşımlar söz konusu oluyor ve bu çatışmalar sövülürken, önlenmesinin kaçınılmazlığı da vurgulanıyordu. Kendi toplumlarında ürkütücü hasarlara neden olan ruhsal çöküntüler ve ölümler üreten acımasızlığı lanetleyen Floyd, savaşsız ve dostluk dolu bir dünya tasarımını öne sürüyordu. Kendilerinin her zaman pasif yaşayıp soğuk ve dinsel olanın etkileriyle yaşamlarını yönlendirdiklerini, insani değerlerin böylesi insanlar tarafından öğretilmesi yerine kendilerinin üretmesinin zorunluluğunu ekleyerek sözü bitiriyorlardı.

Müziği dinleyip sözleri de birlikte izlediğimizde müzikalitenin (The Wall'ın yer yer etkisi olsa bile) daha düzeyli ve oturmuş olduğunun farkına varıyoruz. Efektlerin kullanımıyla şarkı söyleyişteki uyum bazı bölümlerde birbirini tamamlayan bir yapı görünümünde. Saksofonun yer yer aktif bir anlatım öğesi olarak kullanımı 'Dark Side'ı anımsatır çağrışımları getiriyor bizlere. Plakta Rick Wright'ın ilk olarak, yer almadığını görmekteyiz. Ancak, herşeye rağmen büyük bir boşluk olarak da değerlendiremiyoruz bu olayı çünkü Wright'ı aratmayan müzikçilerin varlığını sezebiliyoruz.

Bu plağın da ne kadar popüler olduğunu söylememiz anlamsız. Daha 8. ayı henüz bittiği halde milyonlarca sattığından söz ediliyor. Ancak bizim arzumuz yine de bu grubu, 'Pink Floyd hayranı olarak dinlemekten' farklı bir şeyler yapalım artık. O yapıtlara yönelmemizin, gündelik hayatımıza getireceği anlamları değişimleri sağlayabilmek, düşünebilmek en önemlisi.

Pink Floyd'un kısa tarihini anlatıp yazımızın sonuna geldiğimizde söylenmesi gerekli bir sürü şeyin olabileceğini sanıyoruz. Ancak bizim bu ürünü ortaya çıkarışımızdaki mantık, tek başına bir Pink Floyd tanıtımı olarak da düşünülsün istemiyoruz. Çünkü, müzikten gerçek hazzı duyabilmek için çok daha farklı arayışlarla donatılmamız gerek diyoruz. Nesnel dünyanın gerçeklikleri zihnimizden hiçbir zaman kopamıyor ve bu yüzden nesnel dünya her türden arayışımıza ( kendisi istemese de ) ket vurma yanlısı. Müzik dinleme konusunda da dolaysız olmasa bile dolaylı etkiler getiriyor gündelik hayatımıza ve şunun farkına varıyoruz ki bir müzik türü insanların kulak ve diğer duyusal duygusal ihtiyaçlarını karşılayamıyor. Gitgide karmaşıklaşan yaşama biçimleri ise hergün yepyeni alt -kültürlerin oluşmasına neden oluyor. Bu kültürlerin çoğunun da sahip çıktığı özel müzisyenler, özel topluluklar söz konusu. İşte bu ilişkide, söz konusu olan bilinç dışı belirlemeleri yadsımıyoruz. Yani sahibi oldukları ideolojilerin uzantılarıyla üretilmiş bir müzik dinleme biçimi bu.

Ama yadırgatıcı olanın bu belirlenmenin dışına çıkamamak olduğunu saptıyoruz. Çünkü müzik dinlemek 'saplantı değil, çok boyutluluktur' diyoruz.

Birtakım insanların ve çoğunlukla gençlerin, zengin bir yelpaze içinde müzikle ilgilenmelerinin zorunluluğuna inanıyoruz. Klasik Türk Müziği, Türk Halk Müziği, Caz Müziği, Klasik Batı Müziği, Rock Müziği gibi işlevsel ve düşündürücü nitelikteki türlerle olan ilinti, hepsinin her zaman dinlenebileceği şeklinde yorumlanmamalı. Ne kadar eğilimimiz olan bir tek tür olsa da, bize göre özgün olanın niteliğini sezinleyebilmek için diğer türlerle olan ilişkileri kurmak gereklidir diyoruz. Örneğin, Blues kulağı olmayan bir kişi, rock'la nasıl ilgilenebilir ki.

Bu noktada Pink Floyd'un bizim açımızdan özel önemi tartışılamaz. Ama bizim diye bahsettiğimiz kimliğe çok boyutlu anlamlar da yüklüyoruz. Yergiler, görüldüğü ve izlendiği gibi artık bütün özgün sanat ürünlerinin içine sinmiş ve sinecekte. Yaşayışın bir parçası bunlar ama kendisi değil. Kendisi olması düşüne boğulmayıp yaşadıklarımızdan, yaşananlardan sanattan üretebilmek, dünyayı algılayışımıza getirilebilecek en olumlu anlamdır bizce.

Tekrar Pink Floyd'a döndüğümüzde şunu gördük ki Rock'ın Roll'un veya Protest Pop'un yok olmasının en büyük nedeni pasif ve üretimsiz (bir anlamda vasıfsız) dinleyiciyse, Pink Floyd'un olası sonuna da neden yine aynı neden olacak. Dünyada değiştirilen hiçbir şey yok ve insanlar 'Müzik Dinliyorlar'. Dünyayı anlamak için! 

Orhan Kâhyaoğlu                                                     
Metronom - 12 Mayıs 1986

8 Eylül 2011 Perşembe

İlginç Olsa Gerek !

 

Amerika’nın ünlü doğa parkı Yellowstone National Park’da çıkan bir yangın sonrası görevliler hasar tesbit çalışmaları için ormanda geziyorlardı. Görevlilerden biri bir ağacın dibinde küller içinde neredeyse kömürden bir heykele dönüşmüş bir kuş gördü. Görevli elindeki çubukla hafifçe dokundu kömürleşmiş kuşa. Dokunur dokunmaz kuşun kanatları altından üç küçük kuş yavrusunun cıvıldayarak çıktığını gördü. Anne kuş gelen tehlikeyi farkederek, yavrularını bir ağacın arkasına getirmiş, kendisinin yanacağını bile bile onları kanatlarının altında saklamıştı. Yangın yayılmadan, çok rahatlıkla uçup oradan uzaklaşması mümkün iken, yavrularının yanında kalmayı tercih etmişti. Alevler bulunduğu yere varıp küçücük bedenini kavurmaya başladığında, hiç kıpırdamadan kalmıştı. Bedeni yanıp kavrulmuştu ama geriye hiç ölmeyecek bir “anne” heykeli bırakmıştı.

3 Eylül 2011 Cumartesi

Gökhan Semiz Biyografi


  Gokhan Semiz 12 Ocak1969'da Istanbul'da dogdu. Ilk muzik calismalarini bes yasinda evlerindeki kirkbesliklerde Baris Manco'ya karouke yaparak basladi. Zaten cok gecmeden, cocuk yaslarinda eline ilk gitarini aldi. Bari Manco'larin Cem Karaca'larin Erkin Koray'larin muzigiyle genclik yilllarini gecirirken Heavy Metal muzigi kesfetti. Iron Maiden ve Metallica'yla baslayan yolculugunda, Judas Priest ve Dio'nun fanatigi haline geldi. Lise caglarinda mahallesinden arkadaslariyla ilk ciddi grublarinin kurulmasi da bu donemdedir. Blasphemous adli gruplariyla cover calismalarina basladilar ve kendi sarkilarini yapmaya basladiklarinda artik Gulhane konserlerinde bas gosteriyorlardi. Ara sira dugunlerde calarak pratik ve para yapmaya basladilar. Derken lise bitiyor ve universite icin secim yapmasi gerekiyordu. Kararini verdi ve konservatuara gidip sinav belgelerini aldi. Ailesi onu seviyor ve destekliyordu. Tabii ki sinavi kazandi...
   Universite yillarinda muzik calismalarinin yaninda, cok sevdigi tiyatrocu arkadasi Ugur Uludag ile beraber komik oyun senaryolari yazmaya basladilar. Bunlar kagit uzerinde komik bir kac satirdan ibaretti. Gokhan'in notlarinda Mcdonald's menulerinin uzerinde "Tukurur Kacarim" oyununun ilk calismalari gorulmektedir. (Daha ileride, Tukurur Kacarim oyunu icin yazdigi sarkiyi Grup Vitamin adli ikinci albumune koydu) Bu masa uzeri geyik muhabbeti olarak baslayan oyunlar Ugur'un yonetmenliginde Gokhan ve arkadaslariyla beraber sahneye dokuldu. Tiyatro grubunun adi Gokhan ve Ugur'dan yani grubun kurucularindan geldi. E.S.E.K. Yani Espri Standartlari Enstitusu Kurumu. Gokhan Semiz'li ESEK grubu "Tukurur Kacarim"(1990), "Bizi Baglamaz"(1995) oyunlarini yazdilar ve oynadilar. Tarzlari hala ayni olan E.S.E.K. ve Ugur Uludag, Gokhan'a olan bagliliklarini ve vefalarini hala gosteriyor, her sene Gokhan'i anan organizasyonlar duzenliyor ve hala onun adini oyunlarina koyarak yollarina basarili bir sekilde devam ediyorlar.
   Inanilmaz esprili bir yapisi olan Gokhan, Konservatuarda arkadaslariyla muhabbetlerinde yazdiklarindan bahsetmeye basladi. Oyunlar disinda sarkilar not aliyordu ve mizah yetenegini muzikte de gosteriyordu. Derslerden kalan vakitlerinde yazdigi komik sozlere melodiler vermeye basladi. Bunlari tek basina calisiyordu. Ufak bir elektro ritm enstrumani aldi ve gitar esliginde kendi yaptigi sarkilari amatorce kaydetti. "Vitamin", "Rap beni Ramizem" , "Dokundur" gibi ilk albumlerde olacak sarkilar o basit kayitla ortaya cikti. Bu kaydi arkadaslarina dinlettiginde amaci sadece eglenmekti. Arkadaslariyla eglenceleri, bir fikirle ciddi bir proje asamasina geldi. Ya bunlari gercek bir album seklinde kaydederlerse?
   Bu eglenceli calismanin satma olasiliginin olmadigina karar verdiler ama yapmaktan bir sey kaybedilmeyecegini, egeleneceklerini dusunerek ilk albume giristiler. "Bol Vitamin" adli album piyasaya ciktiginda yuz binlerce satti ve 90'li yillara damgasini vurdu. Tabii ki boyle bir beklentileri olmadiklari icin album icin ciddi bir anlasma yapmamislardi ve ellerine iyi bir para gecmedi. Ama tum Turkiye bir anda Vitamin adindan bahsetmeye basladi. Her yerde sarkilari soyleniyor. Insanlar guluyorlar, egleniyorlar, keyif aliyorlardi. Konserlere basladiklarinda piyasaya elliden fazla degisik Vitamin kaseti cikti. Daha insanlar gercek Grup Vitamini taniymamisken patlayan Cok Vitamin, Az Vitamin, Super Vitamin, Yuzde Yuz Vitamin gibi albumler isportalarda, sokaklarda satilmaya basladi.
   Basin konuyla ilgilendi ve her yerde bu adamlarin nasil boyle her seyle dalga gectikleri, nasil kulturleri, dogu kokenli insanlari sarkilara espri yaptigiyla ilgili tartismalar basladi. Sokaklarda boyle sakalar yapan adamlar bir anda bunlarin sarkilara konu olamayacagini bagirmaya basladilar. Ortaya cikip abuk sabuk konusan insanlar mizah yapmayi ne anladi ne de anlamaya calisti. Ama tabii bunlar her zaman olurdu Turkiye'de. Cem Yilmaz'in dedigi gibi Hamam filminden sonra Hamamcilar Dernegi Baskani cikip aciklama yapmadi mi? Tabii ki Magandalik kavramindan bahsedilince de Magandalar soylecek seyleri olduklarina inandilar. Fakat tum bunlar eridi gitti. Vitamin albumlerini cikarmaya devam etti. Hep sevildi, hep esprileri ile insanlari guldurdu. Bu arada grup elemanlari arasinda sorunlar cikti.
   Ilk albumdeki Gokhan, Sertac, Selcuk, Emrah, Izel, Ufuk ve Ercan grubu bir sabah programina Ufuk ve Ercan'in diger arkadaslarindan habersiz, albumdeki Gokhan'in soyledigi bir sarkiya playback yaparak programa katilmalari ve Vitamin'den kisisel albumleri seklinde bahsetmelerinden dolayi ipler koptu. Geri kalan elemanlar Gokhan, Selcuk, Emrah ve Sertac arkadaslarinin bu yaptiklarina inanamadilar fakat gidenler gider fakat yol bitmezdi. Vitamin grubu devam etmeliydi ve etti. "Yandik Desene" albumunden sonra artik sadece GokhanSelcuk ve Emrah kalmisti. Ayrilmayacaklarini her yerde dile getiren uc arkadas yollarina birbirinden guzel albumlerle devam ettiler ve sozlerini tuttular. Vitmanin albumleri arasinda Gokhan ayni tarzda Mikrop adli bir solo album cikardi. Cok yanki yapmayan bu albumden sonra ardi ardina Vitamin albumleri gelmeye devam etti. Arkadaslariyla yaptigi son album Deli Dolu'dan sonar, hep istedigi, rock muzige daha bir yatkin bir solo album olan Inan ki Teksin'i cikardi. Inan ki Teksin onun icin cok ozel yeri olan bir albumdu. Bu solo albumle birlikte Vitamin grubunun dagildigi soylentileri yayildi, fakat Gokhan ve arkadaslari bu haberleri yalanladilar ve Vitamin'in asla dagilmadigini, dagilmayacagini soylediler, ta ki yol bitene kadar... Yol bittiginde ise vefali dostlari Selcuk ve Emrah, Vitamin'in son albumu olan ve Gokhan'in yazdigi son sarkilarin oldugu Iyi Gunler Turkiye adli albumu Gokhan'in anisina cikardilar.
   Gokhan yazdigi tiyatro oyunlari, yaptigi albumler, yazdigi sarkilar ve televizyon reklamlari ile yogun, renkli, eglenceli ve de onun tarziyla 'cok baba' anilar birakti bize. EfesPilsen'i. Camel'i, Orumcek logosunu, Bakirkoy'u, Taksim'i, Kofte-Patates'i, Kemanci'yi, yazmayi, uretmeyi, sarki soylemeyi sevmekten vazgecmedi. Ailesiyle yasadi, onlara cok bagliydi. Guler yuzlu olmak ve insanlari guldurmek hayatinin anlami gibiydi.
   Bazi insanlari anarken insan gulumser, kahkahalar atar ya, iste boyle bir sey Gokhan'i animsamak. Burada olmadigina inanmiyoruz ve inanmayacagiz. O yuzden onunla gulmeye devam ediyoruz. Aklimiza geldikce bizi gulumseten, umut veren, guzel insana...
   Bitimsiz sevgilerimizle...
http://www.gokhansemiz.net/biyografi.htm