31 Ocak 2012 Salı

Yeni Hayat Psikolojik Krolonojisi

    Aynı anda hem bütün aklımı körleştiren, hem de onu pırıl pırıl parlatan bir umut. Bu umutla özüme yeniden döneceğimi düşündüm, bu umutla yoldan çıkacağımı sezdim, bu umutta daha sonra tanıyacağım, yaklaşacağım bir hayatın gölgelerini ve yansımalarını fark ettim. Kulaklarım arasında büyüyen ağrı yüzünden: Patlamak, yayılmak ve unutulmamak istiyorum. Sonra, daha daha derine gitmiş olmalı istek; bütün bir dünya olmalı, yeni bir dünya. Ne olacağını bilmeden, ararken, gözlerim nemlenirken bekliyordum, bekliyordum yeni bir istekle ve neyi beklediğimi bilmeden.

  Aslında bu korkutucu dakikaların sefaleti de değildi aklımdaki: Yalnızlıktan korkuyordum. Benim gibi bir budalanın büyük bir ihtimalle yapacağı gibi, kitabı yanlış anlamış olmaktan, yüzeysel olmaktan ya da olmamaktan, yani herkes gibi olamamaktan, aşktan boğulmaktan ve her şeyin sırrına ramak kala bu sırrı öğrenmeyi hiç mi hiç istemeyenlere bir ömür boyu anlatıp gülünç olmaktan, hapse girmekten, kafadan çatlak gözükmekten, en sonunda dünyanın benim sandığımdan da zalim olduğunu anlamaktan ve samimi insanlara kendimi sevdirememekten korkuyordum. 

  Kendi kendine acıma. Kendi kişiliğinin ve hayatının aslında ne kadar da anlamsız olduğuna sakın inanma. Duyduğun samimiyetin anlaşılmamasından yakınma. Biliyor musun, ben bir zamanlar bir kitap okumuştum, bir pembe dir tutturmuştum, derin bir şeyler yaşamıştım. Beni anlamadılar, kayboldular, acaba ne yapıyorlar?

  Bir adam tanımıştım, benim yaşlarımdaydı, böyle bir sessizlik, üzerimize üzerimize gelip bizi delik deşik eden bütün o şiddetle, kötülükle savaşmaktan daha iyidir demeye getiriyordu. Demeye getiriyordu diyorum, çünkü bunu da diyemiyordu da, sabahtan akşama kadar bir masada oturup bir başkasın kelimelerini bir deftere uslu uslu ve sessizce yazıyordu. Bazen onun bu savaşı 'hâla' kaybetmediğini ve 'hâla' yazmakta olduğunu düşünür, onun sessizliğinin içimde büyüyerek tüyler ürpertici bir dehşet şeklini almasından korkardım.

  Yalnız geçmişi hatırlarken değil, bazen hayatın ta içinde onu yaşarken olur ya, bir an yaşadığım şeyin ve aklımın kalıcı pencerelerinden baktığım sevimsiz serdivan kasabasının gerçek değil de hayalini kurduğum şeyler olduğunu hissettim. Belki de önümde gerçek bir kasaba değil, posta idaresinin çıkardığı memleket dizisindeki pulların üstünde görülenlerden bir kasaba resmi vardı da ona bakıyordum. O pulların üzerindeki küçük kasabalar gibi, şehir meydanı bana kaldırımlarında gezinilecek, birkaç kitap alınacak ve tozlu vitrinlerine bakılacak bir yer değil de, hatıra gibi gözüküyordu.
 
 Hayalşehir, diye düşündüm, Hatıraşehir. Gözlerimin, çok derinden gelen ve kendiliğinden bir hareketle bir daha hiç mi hiç unutulmayacak görsel karşılığını aradığını biliyordum.

  Şimdiye kadar nasıl fark edememiştim ben bu sıradanlığı? Daha birçok şeyi fark edemediğimi düşündüm. Aslında ama ne önemi var ki ? Unut, utan ve anlat ona. Bunca bencillikten ve sevimsizlikten sonra zihinler birbirini özler. Pelerinli adam da kim oluyor? Dayanamayıp, dönüp fotoğraflarına bakarken hatırlıyorum ki, kardeşler, kardeşler, kardeşler! Dışarıda gecenin sessizliğinden faydalanıp dolaplar çeviriyorlar ve bizi bekliyorlar. O sessizliğin içinden sızan bir kitap öğretilerini suna suna eriyor. Hayaller içinde boğuluncaya kadar anlat ona. Bir müzik mi duyuyorum, yoksa aklım dinleyicilerin ve seda nın isteği üzerine 'yatağın boş tarafı' adlı parçayı mı çaldı? {  } Yeni hayat çağrısı yokluğu aslında, benim kafadan kardeşlerimin çok iyi bildiği gibi, karşılık bulamamış sonsuzluk sohbetleri isteklerinin yerine, kör karanlık bir gecede kör karanlık bir sokağa girip, kendim gibi iki-üç umutsuz it bulup, acı acı ulumak, birbirlerine küfür etmek, birbirlerini havaya uçuracak bombaların hazırlıklarını yapmak ve tuğçe anlardı belki, beni bu sevimsiz kuruntulara mahkum eden satırları hazırlayanlar hakkında dedikodu etmektir. Bu dedikoduya 'öğrenemedi' denildiğini sanıyorum.
 
  Şakacı bir elektriklenmenin cesaret verici kışkırtmalarını da duyar gibiydim: Neşelendirici ve umut verici bir filmden çıktıktan sonra benim gibilerin hissettiği hafif o müzik kadar hafif o oyunculuk duygusu içimde bir yerlerde kıpırdanıyordu. Hani olur ya: Filmdeki bütün o zeki şakaları, kahramana kendiliğinden geliveren hoşlukları, akıl almaz hazırcevaplıkları zaten ben hep yaparmışım yanılsaması....

  Benimle güzel şeyler düşler misiniz, demek üzereydim beni hiç mi hiç takmayan tuçi ye ._.

28 Ocak 2012 Cumartesi

Ali Şeriati

Ali Şeriati (Farsça: علی شريعتی‎) (d. 1933, Sabzevar - ö. 1977), İranlı Müslüman sosyologaktivist, düşünür ve yazar; özellikle din sosyoloji ve çağdaş İslam düşüncesi üzerine eserler vermiştir.Marksist düşünceden yaptığı alıntılar ve türetmeler ve bunların kendi zamanındaki İran'a ve çevresine adapte edilmesi ve Marksizm kritiği ile birlikte çağdaş İslam düşüncesi ve devrimcilikaçısından ortaya koyduğu çeşitli sonuçlar ve yarattığı ilgi sebebiyle, gerek önemli çağdaş İslam düşünürleri arasında gerekse İran'daki devrimci İslam'ın babası ve İran İslam Devrimi'nin baş düşünürü olarak anıldığı olmuştur. Düşünceleri genel olarak "İslam'a dönüş" -"öz"e dönüş- başlığı altında toplanabilir ve bilimsel kaynaklara dayanması, sosyoloji vurgusu yapması ve Batı metodolojisini, çeşitli açılardan eleştirmekle birlikte çeşitli açılardan yapıcı bir şekilde kullanması (ki sosyoloji gibi çeşitli bilimler ve Batı düşüncesinde ortaya çıkan çeşitli fikirlerin, örneğin bazı Marksist fikirlerin, İslam'ın özünde de daha farklı bir şekilde ortaya konduğunu da savunur) sebebiyle moderndir ve gelenekçilikten uzak olduğu gibi gelenekçi görüş ve kesimlere eleştirel yaklaşır nitekim bu sebeple eleştirildiği veya çelişki ile suçlandığı olmuştur. Bu tarzından yola çıkarak kendisi hakkında "sosyolojiyi İslamlaştırmaktan" ziyade "İslam'ın sosyolojik" bir okumasını yaptığı da söylenmiştir.

Hayatı 

Çocukluğu 

Şeriati 1933 yılında MazinanSabzevarİran'da doğdu. Babası ilerici milliyetçi bir öğretmen olan Muhammed Taki'dir. Eğitim yıllarında ilk kez İran'ın daha aşağı sınıflarından insanlarla tanıştı, var olan fakat bilmediği yoksulluk ve zorluklarla tanışması bu dönemde oldu. Ayrıca aynı dönemde Batı felsefi ve siyasi düşüncesiyle de tanışmıştır. Modern sosyoloji ve felsefenin bakış açısı ve bunun geleneksel İslami prensipler ile harmanlanması aracılığıyla Müslüman toplum ve toplulukların karşılaştığı sorunları açıklamaya ve çözümler bulmaya çalışmıştır. ŞeriatiMevlana ve Muhammed İkbal'den büyük ölçüde etkilenmiştir.

Eğitimi 

Lisansını İran'da bitirdikten sonra, Paris Üniversitesi'nde doktorasına başladı. Burada, 1964 yılında Sayfuddin'den "Belh'in Faziletleri Tarihi" isimli bir el yazmasının notlandırılmış bir Farsça çevirisini yaparak Edebiyat dalında doktor olmuştur. Daha sonra İran'a dönmüş, fakat hemen şah yönetimi tarafından tutuklanıp hapsedilmiştir. Yönetim onu Fransa'dayken devleti yıkıcı siyasi aktivitelerde bulunmakla suçlamıştır. Daha sonra 1965'te serbest bırakılmış ve Meşhed Üniversitesi'nde eğitim vermeye başlamıştır.

Ölümü ve etkileri 

Dersleri kısa sürede farklı toplumun farklı kesimlerinden öğrenciler tarafından beğenilmiş ve popülerleşmiştir. Bunun sonucu yönetim Üniversite'yi zorlayarak onun eğitim vermesini engellemiştir. Bunun üzerine Şeriati Tahran'a giderek Hüseyniye-i İrşad Enstitüsü'nde ders vermeye başlamıştır. Yine büyük bir popüleriteye ulaşan dersleri, yine toplumun her kesiminden öğrencileri etkilemiştir. Şeriati'nin görüşlerine ilginin arttığı orta ve yüksek sınıflardan öğrencilerin olması dikkat çekiciydi. Bu ilgi de şah yönetiminin Şeriati ile bazı öğrencilerinin tutkulanması emrini vermesine neden oldu. Gerek yurt içinden gerekse yurt dışından gelen tepkiler üzerine yönetim onu serbest bıraksa da çeşitli şartlarla tahliye edilmişti: kesinlikle herhangi bir eğitim aktivitesinde yer almayacak, hiçbir şey yayımlamayacak ve özel veya genel hiçbir toplantı yapmayacaktı. Ayrıca devletin güvenlik örgütlerinden SAVAK onun yakın çevresini yakın gözetim ve denetim altında tutacaktı. Şeriati bu şartlara karşı çıkarak ülkesini İngiltere'ye gitmek üzere terk etmeye karar verdi. Üç hafta sonra, 19 Haziran 1977'de SAVAK tarafından öldürüldü.
Tahran'ın büyük hastanelerinden birine Şeriati'nin ismi verilmiştir.
Devrim öncesi İran'ın en önemli ve etkili felsefi liderlerinden sayılan Şeriati'nin görüşleri bugün hâlâ İran toplumunda popüler ve etkindir. Özellikle bugünki İslami Cumhuriyet rejiminin biçimi, ruhban sınıfının konumu ve eşitlik anlayışına karşı çıkan kesimler tarafından beğenilmektedir.
Şeriati'nin düşünsel çalışmaları sadece devrim öncesi ve sonrası İran'ı değil, dünya çapında İslamcı topluluk ve düşünceler başta olmak üzere birçok kişi ve grubu etkilemiştir. Çeşitli dini kavramlara yaklaşımı, ruhban sınıfının eleştirisi ve İslamcılık hareketinin içinde kabul edilen çeşitli çıkarımlarıyla ilgi çekmiştir.
Şeriati, ayrıca Martinikli Marksist düşünür ve şair Frantz Fanon'un "Yeryüzünün Lanetlileri" isimli eserini,Jean Paul Sartre'dan "Şiir Nedir" ve Fransız oryantalist ve aynı zamanda katolik papaz olan Louis Massignon'dan "Selman-ı Pak" adlı eserleri Farsçaya çevirmiştir.
Birçok eseri bulunan Ali Şeriati'nin eserlerinin neredeyse tümü Türkçeye çevrilmiştir.

Eserlerinden bazıları 




Öze Dönüş - Ali Şeriati

Toplumun içinde yaşadığı girdapları somutça teşhis edebilmek, toplumsal sorunları derinlemesine ve açıkça incelemek, insanın çelişkilerini ve sorunlarını ele almak, çağını tanımak, ona ait tespitlerde bulunmak ve benzer birçok konuyu ele almak üzere yola çıkan Şeriati'nin Öze Dönüş'ünün ana maddeleri; sömürgecilik, emperyalizm, modernizm, medeniyet ve yabancılaşma diyebiliriz.

Yaşadığı çağı çok iyi tanıyan Ali Şeriati'nin gözlemlediği toplumsal ve bireysel hastalıkları da çok iyi tespit etmiş olduğunu görüyoruz. Üstad 21. yüzyılın temel sorununun ‘özünden uzaklaşmak’ olduğu söyleyerek insanı özünden uzaklaştıran faktörleri analiz ediyor.

Şeriati çok iyi biliyordu ki; "teşhis olmadan tedavi olmaz." Bu yüzden de önce teşhiş ile başlıyor anlatmaya.

Eleştiri hastalığı, bilinsin-bilinmesin çağın tüm insanını etkilemiş bir problem. Modern çağ aydınlarının özellikle Müslüman aydınlarının eleştiri kavramına bakışını irdeleyen Şeriati, bu işin sadece eleştirmekle olmayacağını, somut delil ve teşhislerle desteklenmesi gerektiğini hemen hemen birçok kitabında olduğu gibi Öze Dönüş'te de vurguluyor.

Ali Şeriati kitabının girizgahında "Öze Dönüş" meselesini şu şekilde irdelemiş:

"İslam kültürüne, İslam ideolojisine dönüş" bir gelenek, bir kalıtım ya da toplumda şu anda egemen nizam olarak, İslam'a dönüş değildir. Belki, ideoloji olarak hatta toplumlarda söz konusu mucizeyi gerçekleştiren bir bilgi olarak, bir uyanıklık, bir iman olarak İslam'a dönüştür. "Öze Dönüş" şiarı, bütüncü bir şiardır.

Ayrıca doğu-batı kültür farkına değinen yazar modern çağda, batının dünyaya sunduğu insan olma, medeni olma kültürü sayesinde insanların kendi kültür ve özlerinden uzaklaştıklarını uzun uzun açıklamış.

Kitabın önemli bir bölümünde ise “Siyantizm”e değinilir. Bu vesile ile bilgi için bilgi mantığı İslam'ın ilim mantığıyla karşılaştırmış, müslümanın salt bilgi edinme gayretinde olamayacağını belirterek, bu tavır bir "özden kopuş" olarak yorumlanmıştır. Üstad bu bağlamda aydın ve entelektüel arasındaki farka da değinir. Aydının, insanı bilgi yığınına dönüştüren entelektüellikten uzaklaşarak sorumluluğunun farkında ve halktan uzak değil, halkın içinden olması gerektiğini hatırlatır.

Toplumu ve özünü tanımak isteyenler için de Öze Dönüş "doğru" kitaptır. Zira kitabın son bölümünde Üstad bu konu üzerinde durmuş, bireyi toplumun özü olarak ilan etmiştir. Yani duanın tekamül halkasında en mütekamil varlığın ve yaratıklar arasında şu dört özelliğe sahip tek varlığın insan olduğunu açıklar:
1-Bilgi
2-İrade
3-İdeal
4-Yapabilirlik

İnsanı doğaya egemen kılan gücün bu özellikler olduğunu Şeriati söyler. “Bu dünya görüşünde insanın sorumluluğu, duygusal, zihinsel ve ahlaki değil belki, mantıklı ve özgün bir gerçektir. İnsanın sorumluluğu mutlak irade sahibi olan Allah karşısındadır.”

İnsan Allah’a, insana ve kendine karşı olan sorumluluklarını yerine getirmeli, yüklendiği, ”İlahi emanet” doğrultusunda hareket etmelidir.

Şeriati, tüm kitaplarında değindiği sorunları adeta bu kitabında toplar. "Öze Dönüş" sanki bir ”Şeriati Külliyesi”dir. Diğer kitaplarının hem özeti hem de hepsinde sorguladığı hususları açık bir şekilde ele aldığı bir öz kaynak gibi de diyebiliriz. Modernizm, Marksizm, Siyantizm, Aydın, Sömürgecilk kavramlarına yabancı olanların okuduğunda büyük bir aydınlanmaya muhattab olacakları bir eser.

Hâsılı, insanın kendisine karşı, toplumuna karşı bakışını değiştiren Öze Dönüş, adı ile müsemma olup özünü tanımak isteyenlerin okuyabileceği ilk kitaplardan biri.

Vefatından yıllar geçse de yazılarının canlılığı ve kalıcılığı devam eden, Üstâd, Sosyolog, Şehit Ali Şeriati’ye selam olsun.

http://www.kitaphaber.net/oze-donus-ali-seriati-k360.html

Şeriatî'nin Öze Dönüş Çağrısı



Ali Şeriati "Hangi öze dönelim?" diye sorar ve sıralar; "1- Eğer "ırksal" (Ari/Fars) özümüze dönersek bu faşizm, nasyonalizm, rasizm gibi ulusal ve ırksal cahiliyete düçar olacağımızdan bu dönüş gerici bir dönüş olacaktır. 2- Eğer "geleneksel dini" (İslâm/Şia) özümüze dönersek bu zaten çöküşün, gelenekçiliğin, cehaletin, gericiliğin, şahsa tapıcılığın, tekrarcılığın ana sebebi değil midir?" (Öze Dönüş; s. 40-41)
O halde hangi öze dönülecektir? Hangi dine, hangi mezhebe ve hangi Şia'ya? Ali Şeriati'nin kastettiği "öz" kendi tabiriyle "diri ve yaşayan bir öz"dür. Bir cümlede özetlersek diyor Ali Şeriati "Dayanağımız, İslâmi kültürümüzdür ve bu kültürel öze dönüş de şiarımız olmalıdır." Çünkü Şeriati'ye göre bütün özlerden bize en yakın olan öz budur. Şu anda yaşayan, toplumun bünyesinde bir ruh, bir hayat ve iman olarak yaşayan medeniyet ve kültür budur. Bu toplumda bir şeyler yapmak isteyen aydına hayat ve dinamizm verecek olan öz budur.
Fakat hangi İslâmi özdür bu? Şeriati'ye göre İslâm varolan haliyle çöküşün, gelenekçiliğin, cehaletin, gericiliğin, şahsa tapıcılığın, tekrarcılığın ana sebebi haline getirilmiştir. Oysa hakiki İslâmi öz irfan, edebiyat, astronomi ve matematiksel bilimler ve askeri alanlarda yetişen yetenek ve dehalarla dünyada kabul gören bir kültürel özdür. Ve öyle kültürel bir öz ki rönesans geçirmiş bir Avrupalı'ya karşı "Ben büyük İslâm kültürüne mensubum" diyebileceğimiz bir özdür.
Ali Şeriati, görkemli geçmişe sahip bir uygarlığın mirasçısı olduğunun farkındadır. Tıpkı İkbal gibi "Ey doğu milletleri! Şimdi ne yapmalıyız?" veya Mehmet Akif gibi "Nerede İbni Rüşd, hani Gazzali görelim?", veya Necip Fazıl gibi "Nerede ardından çil çil altınlar serpen ordu, cömert Nil, yeşil Tuna?" diye kendi kendine sormakta, adeta bunun acısıyla kıvranmaktadır; "Bunlar, bu adamlar, bu görüntüler, bu simalar, bu medeni kişilikler, bu doğurgan ve üretken yetenekler, bende ve benim medeniyetimde yaşıyor..."
Ali Şeriati böylesi bir durum karşında suçu "batılılara" yükleyerek işin içinden kolayca sıyrılma kolaycılığına kaçmaz. Tam bir yenilikçi edasıyla önce "içeriyi" sorgulayarak işe başlar: Şu an ki yaşanan din, sorunları, idealleri, düşünceleri çok öncelere, oradan ölüme ve ölüm sonrasına aktaran ve "bu dünyayla" hiç bir işi olmayan bir dindir... Böyle bir dinde insanların tüm işi ahirete yönelmektir. Bu din, ne olgunlukları, ne toplumsal hayatları ve sorumlulukları açısından insanlara, dünyada hiç bir görev duygusu ve sorumluluğu yüklememektedir... Ve öyle bir din ki toplumsal sorumluluk taşıyan her aydın ondan bıkkındır ve ondan kaçmaktadır...
Oysa Şeriati'ye göre İslâm'ı, çöküşün etkenleri olan bilgisiz ve uyuşuk "geleneklerin" tekrarı biçiminden çıkarıp, bilgi veren, ilerici, mücadeleci, uyandırıcı, aydınlatıcı bir "ideoloji" şekline çevirmeliyiz. Çünkü İslâm öze dönmek ve özden başlamak isteyen, ister dinli ister dinsiz aydınlar için, bilgi, bilinç ve sorumluluk verici olmalıdır. Bunun için de toplumda varolan, bizim gerçek insani kişiliğimize ve manevi gerçeklerin derinlerine dayanan, sağlam bir sermaye ve gıdadan beslenen, kendi ayakları üzerinde duran bir "dini öz" yakalamalıyız. Şu halde İslâm'ı toplumsal "gelenek" biçiminden, bir "ideoloji" biçimine, eğitimi yapılan bir "proğram" biçiminden, bizzat bilgi-bilinç-uyanıklık veren bir "iman" biçimine, ahirete yönelik sevap kazanmak için yapılan "ritüel, tören ve gösteriş" biçiminden, insana ölümden önce sorumluluk, hareket ve fedakarlık bağışlayan büyük bir "güç" biçimine sokmak gerekir.
Büyük bir maddeyi patlatan kimliğiyle aydını, toplumuna "aşk ve bilgiyi" geri getirip nesline büyük "Prometeus" mucizesini gerçekleştirecek bir biçim ve çehreye kavuşturmak gerekir. Bu bilgi ve iman ile yüklü mucize açık bir güç olarak ortaya çıkacaktır. Donukluk aniden harekete, cehalet bilgiye dönüşecektir. Şu bir kaç asırlık çöküntü ansızın bir dirilişe, yaşayan bir kıyamete, bir harekete dönüşecektir. Hem böylece aydın , kendi güçlü, yaşayan ve bilgili "özüne" dönerek Batının sömürgeciliğine karşı duracak ve din gücüyle "uyuşturulan" toplumu yeniden din gücüyle "uyandıracak", harekete geçirecektir. Üretken ve anlam yüklü bir insan kitlesi olarak ayakları üstüne dikecektir. Hem kendi kültür, medeniyet ve manevi kişiliğini sürdüren bir nesil oluşacak, hem de Allah'ın nurunu yeryüzüne yansıtan birer "Prometeus" biçiminde bir nesil ortaya çıkacaktır.
Ali Şeriati burada Prometeus'un İslâm'daki karşılığını peygamber olarak görmektedir. Yunan mitolojisinde Prometeus bilgiyi tanrıdan çalarken, İslam'da Allah peygambere eşyanın isimlerini öğretmekte, bilgiyi vahiy olarak bizzat vermekte ve bununla uygarlığın temelini atmaktadır. Şeriati'ye göre Peygamberin yerini ise bugün ona varis olan "aydınlar" yapacaktır. Prometeus mucizesi dediği şey, peygamber varisi aydınların, Allah'ın vahyi ile toplumlarını aydınlatmaları, yeni bir uygarlık için öncülük yapmaları, toplumu bu ilahi bilgilerle harekete geçirmeleridir...

Kaynak: Gerçek Hayat, Sayi: 378

Öze Dönüş

Öze dönüş; fıtrata dönüştür.. Öze/fıtrata dönmek ise Kur'an'a dönmek demektir. Zira Kur'an, Fatır olan Allah'ın fıtratlara uygun kelamıdır.. Fatır olan Allah'dır, fıtratları düzenleyen. Ve yine O'dur, fıtratlara uygun vahiy gönderen...


"Ey Rabbimiz, dediler, biz öz nefislerimize zulmettik. Eğer bizi affetmez, bize acımazsan elbette ki hüsrana uğrayanlardan olacağız." (7 A'raf 23)

Gerçek şu ki Allah, bir toplumun durumunu, onlar kendi nefislerinde olanı değiştirmedikçe, değiştirmez. (13 Ra'd 11)

Görüleceği gibi değişim, dolayısıyla kurtuluşa erişmenin yolu da nefislerde başlamalıdır. Kurtarıcı ve kurtuluşu da dışarıda, dışımızda değil içimizde aramalıyız.

26 Ocak 2012 Perşembe

contorium fikir babasından;

“insan en kolay kendi kendini aldatır, zira doğru olmasını istediği şeyin doğru olduğuna inanır genellikle.”

2007 yılında con isminde klasör açılamadığını farkedip yarattığım elementtir. motivasyonumu sağlayansa saadet partisi'nin seçim vaatlerinde "feomidyum mineralinin çkarılması" maddesinin bulunmasıydı.

süreç:
-2007 yılında metni yazıp("ırak'ın işgal edilmesinden sonra acaba abd nereye yönelecek? şu anda hakkında en çok gizli araştırma yapılan mineral simgesi "con" olan contorium" ile başlayan ilk metin) facebook grubunu açtım, birkaç bin üyesi oldu, forwardlar dolaşmaya başladı.
haftalık bir dergide haber olma ihtimali vardı.
-ama dergi kapatıldı.
-facebook hesabım silindi.
-hesabın silinmesiyle grup da kapandı.
-bir yıl kadar sonra grubu tekrardan açtım, video hazırladım. videoda seslendirme çok kötüydü. ismi "contorium devrimi" idi. bunun dışında başka insanlar da contorium'la ilgili videolar hazırlamaya başladılar.
-tekrar binli üye sayısına çıktım. neredeyse her gün tebrik mailleri alıyorum "vatan sevgim" ve cesaretimden ötürü. videoya mailimi de koymuştum, oradan görüp mesaj yolluyorlardı. bir süre sonra elementin değerinin 23 trilyon dolar değil, 270 katrilyon dolar olduğuna dair bir mail aldım maden mühendisinden. sonra
-1 mayıs 2011'de taraf'a haber oldu:
http://www.taraf.com.tr/...ver-elementi-contorium.htm
sonra türkiye gazetesi'nde, açık radyo'da, yerel haber sitelerinde yer aldı.
-1 gün sonra "gerçeğin 3 aşaması" ile başlayan ve contorium furyasını başlatan videoyu yapıp seslendirdim:
http://www.youtube.com/watch?v=kozxxkmxip8
sosyal medyadaki asıl patlamayı bu videodan sonra gerçekleştirdi contorium.
videodaki görselleri google'dan, zeitgeist'tan ve earthlings'ten aldım.
-"contorium'u cidden sen mi buldun?" diye sorular geliyor. contorium, internete ilk olarak ekşisözlük'teki contorium başlığından ve facebook'taki "contorium mineraline sahip çık" grubundan yayıldı 2007 sonbaharında. altında ortamvirusu@gmail.com imzası vardı, yani ekşi sözlük'te 9 yıldır kullandığım nick ve mail. sonradan nick değişikliği yapıp videolarda canntiersen nickini kullanmaya başladım. contorium'un internete yayıldığı ilk metne baktığınızda ortamvirusu nickini görebilirsiniz. videolarda kendi sesimi kullandım. kitap hazırlama teklifini almadan önce de, medyada yer almadan önce de contorium'u benim yarattığıma dair kanıtlar sunmamı istediler. tüm bunlardan sonra da olayı benden başka kimse sahiplenemedi.

contorium'u neden yarattım?

“insan en kolay kendi kendini aldatır, zira doğru olmasını istediği şeyin doğru olduğuna inanır genellikle.”

contorium’u yaratma amacım aslında çok basitti:
internetteki bilgi kirliliğini ortaya çıkarmak, komplo teorilerinin bir kısmıyla dalga geçmek, kendisine sunulana araştırmadan inanan zihniyeti eleştirmek.
contorium’u yazarken herhangi bir insanın contorium’da ortaya attığım her iddiayı birkaç dakika içinde çürütebilmesine olanak sağladım. contorium metnini çok daha inandırıcı yazabilirdim ama yapmadım.
senaryoyu kurgularken paranoid bir düşünme mekanizmasına sahip biri gibi düşündüm:
birtakım dış mihrakların madenlerimizi ele geçirmek için yakın tarihi yazdığını iddia ettim.
açıkçası contorium’u en iyi tanımlayacak şey ‘olmayan bir madenin viral reklamı’dır.
yanlış anlaşılmasın, yakınlarda piyasaya sürülecek ‘contorium’ isimli pembe bir gofret yok.
sadece contorium’u bir komplo teorisi olacak kadar destekli ‘sallamadım’.
kimsenin contorium’a inanacağını düşünmedim:
-çünkü periyodik cetvelde contorium isimli bir element yoktu.
-çünkü periyodik cetvelde mineraller yer almazdı.
-çünkü erguvan sadece istanbul boğazı’nda çıkmazdı.
-çünkü contorium’da bahsedilen kurumların hiçbiri gerçekte yoktu.
-çünkü ‘con’ isminde klasör açılamamasının sebebi binlerce internet sitesinde açıklanmıştı.
-çünkü dimitri mendeleyev’in babası türk değildi.
-çünkü dünya, periyodik cetvel gibi kullanılamazdı.
-çünkü manisa-istanbul arası mesafe 367 km. değildi.
-çünkü brüksel uluslararası köprü yapım kanunu isminde bir kanun yoktu.
-çünkü 1/x ışını diye bir ışın yoktu vs vs

contorium'u para kazanmak ya da ünlü olmak için yarattığımı iddia edenler oldu.
contorium üzerinden 1 tl bile kazanmadım.
-kitap anlaşmasını kendi isteğimle feshettim.
-contorium videosuna reklam almadım.
-contorium'u tek bir sitede yayınlayıp reklamdan para kazanmadım.
-contorium'un isim hakkını satın almadım. contorium isminde mağaza, şarkı, site vs çıkıyor google'da aratırsanız. hiçbiri bana ait değil.
-taraf gazetesi'nde çıkan haberden sonra teklifler gelmesine rağmen hiçbir gazeteye, radyoya, televizyon kanalına çıkmadım.
-reklamcılık teklifi aldım, değerlendirmedim.

böyle bir meseleden gelecek ünü de, parayı da reddettim.

her yanından tutarsızlık akan bir metni ve videoyu internete yaymamın sebebi bir komplo teorisi üretmek, para kazanmak ya da insanları kandırmak değildi. amacım;
internetteki bilgi kirliliğini ortaya çıkarmak, gerçek tehlikeleri fark etmek yerine her olayı komplo teorileriyle açıklamaya çalışmamızı eleştirmek ve ortalıkta dolaşan bilimsellikten uzak forward maillerle dalga geçmekti.
ama ne yazık ki contorium çok ciddiye alındı.
ve istemeden ortaya çok acı ‘gerçekler’ çıkartmış oldum:
- önümüze sunulan şeylere araştırmadan inanıyoruz.
- inanmak istediğimiz şeyler, bilimsel açıklamalarla çürütülse bile onlara inanmaya devam ediyoruz.
- ülkemiz ve kendimiz için çalışmak-okumak-araştırmak yerine bizi çalışmadan zengin edecek derinlerde gömülü definelerin peşine düşüyoruz.

contorium’un yalan olduğunu gazetede ve sosyal medyada açıklamama rağmen hazırladığım videoyla iktidar partisine yüklenenler oldu.
‘bu çocuğu susturmak için amerika haber yaptırdı ve contorium yalan dedirttiler’ diyenler oldu.
bana ulaşıp destek olmak isteyenler, tehdit edenler, küfür edenler, yürüyüş düzenlemek isteyenler oldu.
sonuç olarak ben contorium’un basit bir eğlenceden bir ‘toplumsal kanaat’ haline evrilişine tanık oldum ve bunun nedenlerini araştırmaya başladım.
içinde elliye yakın gerçekdışı iddia bulunan bir element-mineral nasıl oldu da bir sosyal deneye dönüştü? nasıl oldu da bir ‘inanç’ oldu?

umberto eco şöyle der:
“...insan isterse, her zaman, her yerde, her şeyle her şey arasında bağlantılar bulur; dünya ansızın, her şeyin her şeye yollama yaptığı, her şeyin her şeyi açıkladığı bir akrabalıklar ağına dönüşür.”

bu, komplo teorilerinin ortaya çıkış sebebini özetleyen muhteşem bir tespittir.

peki komplo teorileri neden varlar?
onlara neden inanırız?
komplo teorileri nasıl ve neden ortaya çıkarlar?

1) komplo teorilerine inanmak çok kolaydır. insanoğlu, karmaşık toplumsal olayları ya da devletler arası dengeleri analiz etmek yerine (bunu yapabilmek için okumak ve araştırmak gerekir) her şeyi kontrol eden ve yöneten bazı gizemli güçler olduğuna inanmak ister. hem komplo teorileri çeşit çeşittir. dini ve siyasi görüşüne en uygun komplo teorisini seçen birisi için bu, okumaktan-araştırmaktan-olaylara objektif bakabilmekten çok daha kolaydır, zevklidir.

2) komplo teorileri bizi sorumluluk almaktan kurtarır. komplo teorileri sayesinde tarihi şekillendiren büyük olayları devletlerin, toplumsal sınıfların, sermayenin ve sıradan vatandaşların değil de her şeyi yöneten birtakım karanlık güçlerin çizdiğine inanırız. bu sayede kendimizi önemsiz görürüz ve ne yaparsak yapalım dünyada hiçbir şeyi değiştiremeyeceğimize inanırız. bu, bizi sorumluluk almaktan kurtarır. ülkesinin aslında olması gerektiği noktanın gerisinde olduğunu fark eden birisi, çalışmak ve üretmek yerine çaresiz olduğuna inanmayı daha kolay görebilir.

3) ‘birtakım güçler’in çeşitli aşırı kuşkucu (hatta paranoyak) senaryolar üreterek halka korku vermesi söz konusu olabilir. korku içinde yaşayan insanlar daha kolay yönetilebilir.

4)türkiye’de var olan tüm sorunların arkasında yabancıların ve bize düşman ülkelerin olduğuna inanmak çok sayıda kişinin işine geliyor. ülkemizin sorunlarını çözmek yerine dış güçlerin bu sorunların çözülmesine izin vermediğine inanmak ve inandırmak, bu sorunları çözmeye çalışmaktan çok daha kolay.

contorium, bir komplo teorisi değildir; komplo teorilerinin bir kısmıyla dalga için üretilmiş toplumsal eleştiri içerikli bir metinden-videodan ibarettir.
komplo teorilerinin hepsi yalan değildir ve bu teorilerin çoğu (neredeyse hepsi) bilimsel yollarla çürütülemez. contorium ise ilköğretimde verilen fen bilgisi dersindeki bilgilerle bile çürütülebilir. buna rağmen contorium’un sadece saçmalık olduğunu söylediğim üniversitede kimya okuyan öğrencilerinden bazıları “belki de contorium’u gizlemek için kimya bize yanlış öğretildi” dedi.
contorium’a halen inanılmasının bir diğer sebebi de internetteki bilgi kirliliğidir. güvenilirliğiyle ünlenmiş ansiklopedi sitelerinde bile contorium’un var olduğuna dair yazılar yayınlandı. google’a contorium yazan birisi halen contorium’u yalanlayan siteler ve contorium’u savunan sitelerle karşılaşıyor.
gerçekten samimi ve vatansever duygularla contorium’u paylaşan, arkadaşlarına gönderen kişileri kesinlikle küçümsemiyorum. bu insanlarla dalga geçmek için de contorium’u yaratmadım. contorium sayesinde aslında internette korkunç bir bilgi kirliliği olduğu ortaya çıktı. contorium’a inanan mühendislerin, doktorların, öğretmenlerin olması bize verilen eğitimin niteliğini sorgulamamızı sağladı. kuşkuculuğun toplumsal şizofreniye dönüştüğüne tanık olduk.
sizce bilmem kaç trilyon dolar değerinde bir definenin peşine düşmüş dış mihraklar mı bizler için daha tehlikeli yoksa araştırmadan önüne sürülene inanan/inanmak isteyen bizlerin içinde bulunduğu durum mu daha tehlikeli?
duyarlılık gösterdiğimiz meseleleri araştırmadan savunmaya ve inanmaya devam edersek bir gün önümüze çıkabilecek gerçek tehlikeleri fark edemeyecek kadar meşgul olabiliriz. ya da inandığımız komplo teorilerinin çöküşüne tanık olup bir daha asla memleket meseleleriyle ilgilenmeyebiliriz.
asıl tehlike budur, contorium değil.

contorium sebebiyle gurur duymuyorum ama pişman da değilim.

contorium mitleri

mit 1:
"contorium atom numarası 90, simgesi con, kütle numarası 367,4 olan…"

gerçek:
periyodik cetvelde en ağır elementin kütle numarası 250'lerdedir.
kütle numarası, proton ve nötron sayısının toplanmasıyla bulunur. atom numarası proton sayısına eşittir.
periyodik cetvelde hiçbir elementte nötron sayısı/proton sayısı=3 değildir.
contorium'a bu iddiayı koyma sebebim contorium'un olağanüstü radyoaktif olduğunu iddia etmekti.

mit 2:
"…sadece istanbul boğazı’nın diplerinde bulunan…"

gerçek:
bir element sadece akıntının güçlü olduğu bir kanalda bulunamaz. yıllar içinde akıntının şiddetiyle başka yerlere de (marmara denizi'ne) sürüklenir.
yalıları yabancıların satın alması, boğaz'ın stratejik önemi ve marmaray projesi'ni contorium'da kullanmak için sadece istanbul boğazı'nda bulunduğunu iddia ettim. bilecik'in diplerinde bulunduğunu iddia etseydim bu kadar çarpıcı bir iddia olmayacaktı.

mit 3:
"…faydalı radyasyon yayan…"

gerçek:
radyasyonun faydalısı olmaz. insana zarar veremeyecek düzeyde radyasyona zaten sürekli maruz kalıyoruz (cep telefonları, monitörler vs). düşük şiddette radyasyonun bile kansere yol açabildiği kanıtlanmış bir şey.
radyasyon iki ucu keskin kılıç ama faydalı radyasyon diye bir şey yok.

mit 4:
"abd, ab, bilumum asya ülkeleri, avustralya, antartika ve yeni zelanda’nın, afrika’nın peşinde olduğu…"

gerçek:
antartika'da bilimsel araştırma yapma amacıyla orada bulunan bilim adamları dışında insan yok. bu ülkeleri seçerken alakasız bölgelerden ülkeler seçmeye özen gösterdim.

mit 5:
"sadece honduras basınında hakkında yüzden fazla haber yapılan…"

gerçek:
contorium'u google'da aratınca türkçe olmayan sitelerde yer almadığını görürsünüz. bunun sebebi türkiye'de üretilmiş ulusal bir efsane olmasıdır, "araştırılması yasak" olduğu için değil.

mit 6
"…türkçesi dönergeçli energeç olan "

gerçek:
otobüsü "oturgaçlı götürgeç" diye türkçeye çevirmeye çalışanlara göndermede bulunmak istemiştim ama bu iddiamı erke dönergeci ile bağdaştırdılar.

mit 7:
"bilgisayarınızda con isminde klasör bile açamazsınız..."

gerçek:
iddialardan en ilgi çekici olanı buydu.
windows 3.1 dos üzerinde çalışıyordu. artık dos üzerinde çalışmasalar da şimdiki windows'lar eskilerini destekleyecek şekilde yapıldı.
‘con’, ‘console’ kelimesinin kısaltmasıdır.
‘con’, ‘prn’, ‘aux’, ‘nul’, ‘com1’, ‘com2’, ‘com3’, ‘com4’, ‘com5’, ‘com6’, ‘com7’, ‘com8’, ‘com9’, ‘lpt1’, ‘lpt2’, ‘lpt3’, ‘lpt4’, ‘lpt5’, ‘lpt6’, ‘lpt7’, ‘lpt8’ ve ‘lpt9’ isimlerinde klasör açamazsınız.
çeşitli hilelerle bunları açarsanız bilgisayarın çalışmasında bazı sorunlar ortaya çıkabilir. port isimleriyle klasörlerin isimlerinin çakışması sorun yaratabilir.

con isminde klasör açılmasını yasakladılarsa neden contorium isminde dosya açılabiliyor?
asıl contorium'u yasaklamaları gerekmez miydi?
peki siz contorium hakkında araştırma yapacaksanız illa tüm çalışmalarınızı ‘con’ isimli bir klasörde mi saklamak zorundasınız? böyle bir yasaklama olur mu?

mit 8:
"contorium 367,4 kütle numarasına sahiptir. küsuratlı kütle numarasına sahip olmasının sebebi çekirdeğinin çatlak olmasıdır."

gerçek:
bir element küsuratlı kütle numarasına sahip olabilir, ama bunun sebebi 0,4 nötrona sahip olması değildir.
bir elementin izotoplarının (aynı proton sayısına sahip olan ama nötron sayıları farklı olan) doğada bulunma yüzdelerinin ortalaması alınırsa kütle numarası çok büyük ihtimalle küsuratlı çıkar.
periyodik cetvele bakacak olursanız elementlerin büyük kısmının kütle numarasının tam sayı olmadığını görürsünüz.
çekirdeği çatlak olan bir element zaten parçalanır gider.

ne yazık ki üniversite öğrencilerinin takıldığı forumlarda "küsuratlı kütle numarası mı olurmuş?" diyen bir sürü mühendislik ve temel bilim öğrencisiyle karşılaştım. bu konuda contorium'a inananları aşağılamak için uzun yazılar yazan bu arkadaşlar google'dan birkaç saniye içinde periyodik cetvel bulup küsuratlı kütle numarasına sahip element var mı yok mu diye kontrol edebilirlerdi.

mit 9:
"süper nato topografik araştırma enstitüsü’nün yaptığı incelemelerde…"

gerçek:
süper nato topografik araştırma enstitüsü diye bir kurum yoktur.
topografya, coğrafyayla ilgilenir. kimya ile değil.

mit 10:
"elektrik devrelerine sürüldüğünde bilgisayarın fişe takılmadan yıllarca çalışabilmesini sağlar."

gerçek:
bilgisayarlar, radyasyonu elektriğe çevirebilecek donanıma sahip değildir.
türkiye'de yaraların üzerine yoğurt vb. besinler süren insanlara gönderme yapma amacıyla bu iddiayı ortaya atmıştım.
salça gibi elektronik devrelere sürülebilecek bir madde fikri hoşuma gitmişti.
not: contorium prize sürülürse de elektrik üretmez. zaten contorium diye bir şey yoktur.

mit 11:
"bunun dışında nükleer santrallerin duvarlarını boyamak için kullanılan boyalara katıldığında nükleer sızıntı olmasını engeller çünkü 1/x ışını yayar ve zararlı radyoaktif x ışınlarıyla çarpışıp ortamı nötrler.

1/x . x = 1(nötr)

bu maddenin saatte, cep telefonunda ya da herhangi bir elektrik devresinde kullanılması her türlü zararlı radyasyona bir kalkan vazifesi sağlar. "

gerçek:
x işını: görünür ışık ya da radyo dalgalarına benzeyen elektomagnetik ışınım biçimi. x ışınları gözle görülemez. x ışınlarını 1895'te alman bilim adamı wilhelm röntgen keşfetmiştir. bu sebeple bu ışınlara röntgen ışınları da denir. bu keşfiyle 1901'de ilk nobel fizik ödülü'nü kazanan röntgen bu yeni ve gizemli ışınlara x ışını adını vermiştir.
bilinmeyenlerle dolu olduğunu vurgulamak için x isminin verildiği ışınları 1/x ile çarpıp nötrlemek, sakat eğitim müfredatımızda bile mümkün değildir.
kimya ile matematiğin birleştiği bu iddiamda çarpışma sonucu ortaya çıkan 1'lerin(1/x.x=1 ) nereye gittiklerini ya da neden nötr olduklarını ben de bilmiyorum.
radyoaktif (ama faydalı radyasyon yayan) bir maddeyi cebimizde taşıyıp radyasyondan korunma fikri çok çekici gelmişti.

mit 12:
"tüm faydalarına rağmen yenmesi durumunda mutasyonlara sebep olur. istanbul boğazı’nın diplerinde bulunan contorium'dan yiyen balıklar şu anda kurtuluş atom müzesi’nde sergilenmektedir."

gerçek:
kurtuluş atom müzesi diye bir yer yoktur.
videoda kullandığım "mutasyona uğramış" balıklardan biri hariç hepsi derin su balığıdır. tsunami sonrası karaya vurmuş bu balıklar birkaç bin metre derinde yaşadıklarından bildiğimiz balıklara pek benzemezler. videodaki derin su balığı olmayan balık ise balık bile değildir. bir makettir ve fotoğrafı uzun yıllar internette "korkunç balık karaya vurdu" başlığıyla dolanmıştır.

mit 13:
"her maden bulunduğu toprağın bitki örtüsünü şekillendirir. örneğin dibinde bakır bulunan bir toprağın üzerinde bakıra özel bir bitki örtüsü yetişir. eski çağlarda insanlar madenlerin yerini bu şekilde bulmaktaydı."

gerçek:
buğday yetişen toprakların dibinde altın yoktur.

mit 14:
"peki sadece istanbul boğazı’nda çıkan ağaç nedir?
erguvan.
ikisinin aynı renkte olması sizce tesadüf müdür?"

gerçek:
erguvan dünyanın birçok bölgesinde bulunan bir ağaçtır. google'a sadece erguvan bile yazacak olursanız karşınıza istanbul'da çekilmemiş binlerce fotoğraf çıkar.

mit 15:
"contorium'un bulunduğu noktalardan çıkan erguvan ağaçları sebepli dış güçlerin contorium'un yerini bulması için hiçbir şey yapmasına gerek yoktur."

gerçek:
erguvan ağacının kökü yerin yüzlerce metre dibine uzanmaz. madenler bitki örtüsünü şekillendirmezler.

mit 16:
"en zengin contorium yatakları rumeli hisarı bölgesinde ve boğaziçi üniversitesi güney kampusu’nun diplerinde bulunmaktadır.
çıkarılmayan contorium'u simgelemek amacıyla üstü boş şekilde güney kampusa dikilen ‘meçhul contorium anıtı’ öğrencileri ibretle titretmektedir."

gerçek:
boğaziçi üniversitesi güney kampüs'te üstü boş bir beyaz sütun vardır. modern sanat eseri olduğu söylenen bu sütunun ismi "meçhul contorium anıtı" değildir. ama artık bazı öğrenciler kendisinden "contorium direği" diye bahsediyorlar.

mit 17:
"ilk olarak dimitri mendeleyev tarafından bulunan contorium, rusya’nın sıcak denizlere inme politikasının temellerini oluşturur."

gerçek:
rusya'nın sıcak denizlere inme isteği çok daha eskilere dayanır.

mit 18:
"babası sibirya türklerinden olan dimitri mendeleyev periyodik cetvelde doksan numaralı yeri boş bırakması için baskı görmüştür."

gerçek:
mendeleyev'in babası türk değildir. babasının türk olduğunu öğrendikten sonra türkiye'yi korumak için canını ortaya atacak bir çılgın bilim adamı hikayeye heyecan katar diye düşündüm.

mit 19
" …ancak o günümüzde sebebi anlaşılabilen bir cinlikle oraya toryumu yerleştirip (onun da atom numarası 90) ileride bu mineralle ilgili araştırma yapılabilmesi için geleceğe ışık tutmuştur.
peki nasıl?
toryum, atom numarası 90, atom ağırlığı yaklaşık 232 olan,1700 °c de eriyen, kurşun renginde, havada bozulmaz, atom enerjisi kaynağı olarak kullanılan radyoaktif bir elementtir. türkiye'de manisa-gördes'te çıkarılır.
şimdi türkiye haritasını periyodik cetvel gibi düşünüp kuzeye 367 km. (yani contorium'un kütle numarası kadar) gidince nereye gidiyoruz?
cevap bellidir:
istanbul boğazı.
periyodik cetvelde de aynı grup içerisinde kuzey yönüne gidilince kimyasal özellikler değişmez."

gerçek:
periyodik cetvelde kuzey yönüne gidilince kimyasal özellikler değişmez ama dünya periyodik cetvel değildir.
aynı atom numarasına sahip iki ayrı element olamaz. kimyanın en temel kanunlarından birini hiçe sayarak ortaya attığım bu iddiayı 12 yaşında bir çocuk bile çürütebilir çünkü proton sayılarının elementlerin kimlik numarası olduğu ve asla aynı atom numarasına sahip iki farklı element olamayacağı ilköğretimde fen bilgisi dersinde işlenmektedir.
ne yazık ki benimle görüşmek isteyen bazı kimya bölümü öğrencileri "demek ki bize şu güne kadar kimya yanlış öğretildi" dediler.

mit 20:
"peki daha sonraları contorium'a sahip olma savaşında rusya'ya saldıran kişi kimdir?

"bu büyük ulusta her erkeği, kadını ve çocuğu tehdit eden bir şeytan yaşıyor. iç güvenliğimizi sağlamak ve topraklarımızı korumak için doğru adımlar atmalıyız."
adolf hitler”

gerçek:
contorium olsaydı ve adolf hitler contorium'a sahip olmak isteseydi doğrudan türkiye'ye saldırırdı.

mit 21:
"tüm bu olaylardan sonra türkiye'yi işaretlemek için türkiye'ye uluslararası telefon kodu olarak +90 numara yani contorium atom numarası verilmiştir. tam o tarihlerde milli eğitimimizi düzenlemek isteyen amerikalılar müfredata aynı atom numarasına sahip iki ayrı element olamayacağı gibi bir saçmalığı eklemişler ve contorium'un önünü kesmişlerdir."

gerçek:
contorium'un peşini asla bırakmayacak 'dış mihraplar' varken türkiye'nin uluslararası telefon kodunu değiştirip izini kaybettirmesi mantıken pek mümkün değildir.
"açın türkiye'nin önünü!" sloganıyla siyasete atılan cem uzan'a göndermede bulunmak için contorium'un önünü kestiklerini iddia ettim.
milli eğitimimizi amerikalıların düzenlediğini de ilk olarak bir taksi şoföründen duymuştum.

mit 22:
"türkiye'de contorium'un adı ilk olarak 1993 yılında geçmiştir.
konu ile ilgili açıklama yapmak isteyen bilim dünyasından insanlar susturulmuş ve o sene boğaz yalılarına yabancı bankalarla arap şeyhleri normalin üstünde bir ilgi göstermiştir.
bir sene sonra çıkan windows 95 işletim sisteminde ‘con’ ismi klasör olarak açılamadığı gibi contorium'un izotopları olan ‘com1’ ve ‘com2’ de isim olarak açılamamaktadır."

gerçek:
con isminin klasör olarak açılamaması windows 95'ten öncesine dayanır.
türkiye'de contorium'un adı ilk olarak 2007 yılında ekşisözlük'te ve facebook'ta geçmiştir.
konuyla ilgili açıklama yapmak isteyen bilim dünyasından insanların hepsi de "contorium saçmalıktan ibaret" demişlerdir.
bir elementin izotopu farklı isimde olmaz, hele numarası hiç olmaz. ilköğretim fen bilgisi dersinde bu konu işlenmektedir.

mit 23:
"planlarını gören bill gates vicdan azabına dayanamamış ve ‘con’ isminde klasör açılabilmesi için kurmaylarına emir vermiştir. peki bu emirden sadece birkaç gün sonra ne olmuştur?
con isminde klasör açılabilmesi için yapılan çalışmalar sırasında microsoft merkezi hedef alınarak nasıl şeytani bir bizans eylemi yapılmıştır?
(11 eylül saldırıları)"

gerçek:
sadece ‘con’ isminde klasör açılamasını engellemek için dünya tarihinin en büyük terörist saldırısının gerçekleştirildiğine inanan kimse olmaz diye düşünmüştüm.

mit 24:
"sadece haliç'te ve istanbul boğazı’nda bulunan bir minerali ele geçirmek için bedavaya haliç'i temizleme önerisinde bulunan yabancılar şimdiyse durmadan boğaz’dan yalı satın almaktadır."

gerçek:
haliç'in dibinde altın olduğu ve japonların haliç'i bedavaya temizleme önerisinde bulunduğu ama bunun reddedildiği çok eski bir şehir efsanesidir. daha sonraları bu efsaneye haliç'in dibindeki çamurun çok değerli bir 'seramik çamuru' olduğu iddiası da eklenmiştir. istanbul boğazı çok güzeldir. birkaç yüz yalı da çok pahalıdır. dünyanın en zengin insanları da istanbul boğazı'ndan yalı satın alabilirler, çok doğal.

mit 25:
"sebep sizce de petrolün pabucunu dama atacak olan ve böylece arap şeyhlerinin zenginliğini bitirecek olan contorium'a ulaşmak değil midir? satın alınan yalılara hiçbir türk'ün girememesi ve bu yalılarda tuhaf araştırmalar yapılması sizce tesadüf müdür?"

gerçek:
yalılara hiçbir türk'ün girememesi saçmalıktan ibarettir.

mit 26:
"marmaray projesi ihalesinin türklere verilmemesi de mi tesadüftür? boğaz’ın yüzlerce metre altında ne araştırması yapılmaktadır?"

gerçek:
marmaray projesini üstlenen şirketler arasında türk şirketler de vardır.
marmaray'da demiryolları istanbul boğazı'nın altından batırma tüp tüneller ile birleştirilecektir. dibe gönderilen tünellerin dipte birleştirilmesiyle oluşturulan bir proje söz konusudur, dipte bir araştırma değil.
boğaz'ın en derin yeri yaklaşık 120 metredir. ortalama derinlik 60 metredir. "boğaz'ın yüzlerce metre altı" diye bir şey söz konusu değildir.

mit 27:
"bilindiği gibi istanbul'a üçüncü köprü yapılacak. bu köprünün istanbul'un kuzeyinden geçmesi planlanıyor. istanbul boğazı’nın kuzeyinde zengin contorium yatakları var. brüksel uluslararası köprü yapım anlaşması’nın b bendinin 23. maddesine göre köprü yapım sırasında temelden çıkan madenler ve toprak köprüyü yapan şirketin oluyor.
bu şirket çıkanları çöpe de atabilir başka yerlerde de kullanabilir.
ne yazık ki köprüyü japonların yapacağı söyleniyor.
madenlerimize kanunen sahip olmalarını engellemek için yapılacak tek şey köprü yapım anlaşmasının iptal edilip bu iznin türk bir şirkete verilmesi."

gerçek:
brüksel uluslararası köprü yapım kanunu isminde bir kanun yoktur.

mit 28:
"contorium temas ettiği maddeyle etkileşime girip o maddeyi yapısal olarak taklit eder. maddesel mutasyona girip şekil değiştirebilmesi sayesinde kök-element olarak nano teknolojide boşlukları doldurmak ve üretilmesi zor parçaları çoğaltmak için kullanılabilir.
süper nato topografik araştırma üssü temel bilimler makalesi sayfa 218."

gerçek:
'süper nato topografik araştırma üssü temel bilimler makalesi' isminde bir makale yoktur.
temas ettiği maddeyi taklit edebilen metal terminator 2'de kullanılmıştı.
maddesel mutasyon diye bir şey yoktur.
kök-element'i, kök hücreden esinlenerek uydurdum.

mit 29:
"bu videoyu hazırlayan ve contorium gerçeğini fark ettikten sonra olayı yerinde öğrenmek için boğaziçi kimya bölümüne giren…"

gerçek:
boğaziçi kimya bölümüne girmem boğaziçi matematik bölümüne girememem sebeplidir. olayı yerinde öğrenmek için girmedim. zaten contorium metnini boğaziçi'ne girmeden bir yıl önce yazmıştım. contorium'un boğaziçi üniversitesi ile hiçbir alakası yoktur.

contorium videolarında ve metinde yer alan bilgilerden hiçbiri doğru değildir.

contorium'u yaratan kişi olarak her yerde contorium'u yalanladım ve bu yazı, contorium'la ilgili hazırladığım en kapsamlı yazı. lütfen contorium'u savunan birini görürseniz kendisine bu metni iletin.

gerçeğin üç aşaması ile başlayan videonun sonundaki mail ve twitter adresimden de bana ulaşıp soru sorabilirsiniz.

saygılarımla.

http://www.eksisozluk.com/show.asp?t=contorium

25 Ocak 2012 Çarşamba

Bir sır olsam, akşama beni dünya duyardı. Bir define bulsam içinden bana borç çıkardı. Bir günlüğüne ay olsam ben yamulurudm, güneş olsam güneş tutulurdu :/

23 Ocak 2012 Pazartesi

her şey bu kadar basit olsun istiyorum >_<)

Ayak Tabanı


Ayak tabanınıda Hangi organının Hangi kısmına bağlı olduğunu gösteren tablo asağıdadır resmi büyülterek bakabilirsiniz.

Ayak tabanınıda Bedendeki organlara bağlı tüm sinirlerin burada sonlandığı gerçekten doğrudur.
Bu noktalara her baskı yaptığımızda organlarımız harekete geçer ve düzgün çalışır.
Herhangi bir organınızda Sorununuz varsa o organınızı gösteren bölgeye masaj yada basınç uygularsanız o organı harakete geçirip iyileştirebilirsiniz..

Yinede en iyi çözüm yürümeye ve koşmaya devam etmektir....


21 Ocak 2012 Cumartesi

Bilinmedik bir hüzün var içimde, bir gariplik.
Anladım ki, ya ben fazlayım bu şehirde, ya da biri eksik...
---------
21.01.12 cumartesi 22:19

20 Ocak 2012 Cuma

Tim Burton ve Helena Bohem Carter



Bir düşüneyim dedim dünyanın en mükemmel çiftini. Hani şu Amerikan dergicilik-gazetecilik anlayışıyla hayatımıza giren "yaşayan en seksi yüz kadın." ," en iyi on detoks programı." vari bir durumdu aradığım sanırım çünkü "mükemmel" tanımı nedir en başında? Nee biliyorsun sen bir şeyin mükemmel olduğunu? Olsun gene de hayranlık uyandıran çiftler yok değil şu dünyada.  yok yok kesinlikle Angelina Jolia ve Brad Pitt'den bahsetmiorum. Benim gözde çiftim Tim Burton ve Helena Bohem Carter.


Helena, aslında büyük büyük babası İngiltere başkanı olan soylu bir İngiliz. Ancak bununla anılmayı hiç mi hiç sevmiyor. Gene de The King's Speech'de kralın eşini acnlandırmasında bu soyluluğunun olduğunu da yadsıyamayız sanırım :)

Marla Singer gibi bir karaktere can vermiş ve 00'lerin yalnız kadınlarının idolü haline gelmiş olan Helena, 2001'de canımız yönetmenimiz Tim Burton ile tanışır..

Batman Returns, Edward Scissorhands, Corpse Bride, Sweeney Todd gibi biiir sürü görsel açıdan güzel ve ilginç filmlere imza atan Tim Burton'a da ancak Helena gibi bir kadın yakışırdı doğrusu.

Nedendir bilinmez, Tim Burton bembeyaz tenli ve koyu renk saçlı insnaları tercih ediyor filmlerinde. Gotiklie ve vampirliğie olan sevgisinden olabilir şimdi bak bilemedim
Birçok filmde Tim Burton'ı prodüktör ve yönetmen,Helena ve Johnny Depp'i de başrol oyuncuları olarak görmeye alıştık ancak her seferinde öyle değişik karakterlerle ve öyle değişik kılıklarla çıkıyorlar ki karşımıza;sanırım ölene kadar onların oyunculularını izlesem de doyamam!

2003'te Billy-Ray Burton ve 2007'de Nelly Burton adlı çocukları olan çifte "beni de evlat edinebilir misiniz?" diye sorabilecek binlerce kişi bulabilirim sanıyorum. Ne çatlak, ne tatlı , ne değişik insanlar bunlar yav!


http://aquadiaries.blogspot.com/2011/08/tim-burton-helena-bohem-carter.html