20 Nisan 2014 Pazar

Analitik Düşünceden Sistem Düşüncesine


Karıncaları tek başlarına veya üç-dört kişilik gruplar halinde yaşarken düşünebilir miyiz? Birkaç arının kovandan ayrılıp kendi başlarına yaşayabileceği ihtimali aklımıza yatar mı? Trilyonlarca hücreden oluşan kompleks bir organizmadan bir veya birkaç hücrenin ayrılıp tek başlarına hayatlarını devam ettirebilmesi mümkün müdür? 
Arılar ve karıncalar izole halde hayatlarını sürdüremezler. Fakat birarada, kalabalık bir cemiyet hâlinde iken, hem fıtrî hayat düzenlerini yaşarlar, hem de tek bir fert iken sahip olduklarına göre daha üstün, kolektif bir zekâ ve kâbiliyet ortaya koyar, kompleks bir organizmanın hücreleri gibi davranır, görevlerini tam olarak yaparlar. Daha doğrusu bu ikisi birbirinin lâzımı ve tamamlayıcısıdır: topluluk (sistem) içinde fonksiyon görebilmek için yaşamak, yaşayabilmek için de topluluk içinde yeralmak ve onun bir parçası olarak fonksiyon görmek. 

Hücreler dokuları, onlar organları, bu sonuncular da bütün bir organizma sistemini oluşturur. İnsan gibi kompleks bir organizmadan parmak gibi bir organeli bile kopardığımızda, bunun tek başına bir mânâ ifade etmediğini ve zâten hayatiyetini sürdüremediğini görürüz. Yani her bir organ, ancak organizmanın bir parçası iken ve organizmanın diğer her bir parçasıyla sağlıklı bir etkileşim hâlindeyken aslî fonksiyonunu yerine getirebilir, dolayısıyla bir mânâ ifade eder. 

Aslında hücre de başlı başına bir sistemdir. Gerek kompleks bir organizma sisteminin bir parçası (alt-sistemi) şeklinde olsun, gerekse protozoa gibi tek hücreli (unicellular) müstakil bir mikroorganizma sistemi şeklinde olsun, hücre kendi içinde birbirleriyle ilişkili alt-sistemlerden oluşan, anlamlı işleyişe (belli gayeye) sahip bir bütündür. Ve her iki durumda da, hücre, hayatını devam ettirebilmek için gerekli madde ve enerjiyi dışarıdan alan açık bir sistemdir. 

Yazımızın başlığına bakarak analitik düşünce metodunun artık geçmişte kaldığı, bunun yerini sistem düşüncesinin aldığı gibi bir hükme varılmamalı. Analitik düşünce metodu, ele aldığımız konu ne olursa olsun, bir şeyi en sağlıklı anlama yoludur, fakat yine de tek başına yeterli değildir; sistem düşüncesinin bir parçası, bir aşaması olmak zorundadır. Çünkü fizikî Kâinat, başta kendisi en büyük sistem olarak, iç-içe sistemlerden oluşur; burada analiz etmek, yani ufak cüzlerine varıncaya kadar ayırıp gerçekliğine en yakın şekilde anlamak istediğimiz her nesne, büyüklüğü ne olursa olsun, bir sistemin parçasıdır ve asla dışarıya kapalı, bağımsız ve izole halde değildir; meselâ, tek başına yaşayabilen bir tek hücreli canlı da, içinde yaşadığı okyanus sisteminin bir parçasıdır. Dolayısıyla bu kâinatta her bir nesneyi yapısı ve fonksiyonuyla doğru anlamak, onun ait olduğu sistemi gözeterek mümkündür. Bu durumda öncelikle analitik ve bunun tamamlayıcısı olarak sistemik düşünce metodunu kullanmak, hatta analitik yaklaşımda bulunurken bile sistem anlayışını elden bırakmamak (sistem içinde analitik olmak) gerekiyor. Aynı şekilde, hiçbir sistemi ve işleyişini de, parçalarını analiz etmeden sağlıklı şekilde anlayamıyoruz. 

Analitik düşünce: tek tek parçaları anlayarak bütünü gör(eme)mek 
Geleneksel analiz metodları, incelenen nesne veya hâdiseyi tek tek müstakil parçalarına ayırmak şeklindeydi. Aslında "analiz" kelimesinin kökü "parçalarına ayırmak" anlamına gelmektedir. Analitik düşünce metodunu Batı'da ilk defa geliştiren René Descartes oldu. Bu, bir bütünün (sistem) işleyişini, onu oluşturan kısımların özelliklerinden yola çıkarak anlamaya dayanıyordu ve bunun için de onu kısımlarına (parçalarına) ayırıyordu. Canlı organizmaları da içine alan maddî kâinat Descartes'e göre en küçük kısımlarıyla analiz edilerek anlaşılabilecek bir makineydi. Descartes'ın bu yaklaşımı şumüllü bir sistem düşüncesi değildi tabii ki. 

Sistem düşüncesi: parçaları kendi aralarındaki etkileşimlerle anlayarak bütünü görmek 
İncelenen sistemi, en küçük parçalarına kadar ayırarak anlamak yerine, sistem düşüncesi birbirlerine bağlı ve bağımlı olan bu parçalar fonksiyon halindeyken, yani aralarındaki etkileşimleri dikkate alarak sistemi anlamaya çalışır. Çünkü kâinatta her nesne bir sistemin parçası olduğundan, sistem düşüncesi incelenen nesnenin sistemin diğer parçalarıyla nasıl etkileşimde bulunduğu üzerinde odaklanır; zira sistemin davranışı bütün bu etkileşimler sonucunda ortaya çıkar. Sonuçta bu yaklaşım geleneksel analiz şekillerinden oldukça farklı sonuçlar verir; özellikle incelenen nesne dinamik ve kompleks bir karakter arzettiğinde; meselâ Yerküre sistemi gibi. Buna bir başka misâl insanla ilgili olarak verilebilir. İnsan denilen karmaşık sistemin en önemli alt-sistemlerinden olan beynin tam olarak nasıl işlediği, onu insandan ayırıp analiz ederek anlaşılamaz. Ayırmamızla gelen ölüm, beynin canlı haldeyken nasıl işlediğini anlamamıza imkân vermez. Beyin faaliyetteyken üzerinde incelemeler yapan PET (Positron Electron Transmission) gibi teknikler ise onun işleyişini anlamada asla yeterli olamamaktadır. 

Bir büyük sistem: Kâinat 
Kâinat bir büyük sistem. Onun içinde, diğer her bir galaksi gibi Samanyolu da bir (alt)sistem. Onun bir parçası olarak, Güneş ve etrafındaki gezegenlerin oluşturduğu Güneş sistemi de öyle. Yerküre de bir sistem. Onun içinde, onun birer parçası olarak aralarında sürekli etkileşimde bulunan atmosfer, okyanuslar, tabiat vs de birer ayrı alt-sistem. Bir karınca kolonisi veya bir arı kovanı tabiat içinde daha küçük birer alt-sistem. İnsan organizması da başlı başına bir sistem (bize ışık tutan büyüklerin, "insan küçük bir kâinat, kâinat büyük bir insan" sözünü hatırlayalım). 

Fakat Kâinat'ı hariç tutarsak, bunların herbiri açık sistem. Çünkü yapı ve fonksiyonlarıyla varlıklarını devam ettirmeleri, kendilerini de içine alan, bir parçası oldukları daha üst-sistemler içinde görevlerini sağlıklı yapmalarına, başka bir deyişle, diğer alt-sistemlerle olan sağlıklı etkileşimlerine bağlı. Güneş sistemi, benzer birçok yıldız sistemiyle birlikte ve onlarla sağlıklı etkileşimde bulunarak Samanyolu galaksi sistemi içinde varlığını devam ettiriyor. Böylece Samanyolu sistemi arızasız işliyor. Yerküre de Güneş sisteminin bir parçası olarak, bu sistemdeki diğer gezegenlerle hem fizikî çekim ilişkisini devam ettiriyor, hem de yeryüzündeki hayat Güneş'ten gelen ışık ve ısıya bağlı olarak devam ediyor. Sonuçta Dünya çok tipik bir açık sistem. 

Dolayısıyla, bir sistem kapalı olamaz. Kapalı hâle geldiğinde hayatiyetini belli bir süre sonra yitirir. Bütün sistemler açıktır, açık olmak zorundadır. Bunun tek istisnası Kâinat'tır, çünkü onun etkileşime gireceği ve beslenebileceği ikinci bir kâinat göstermedikçe onu açık kabul edemeyiz. İkinci veya daha başka kâinatlardan sözedilecekse, bu takdirde bunların oluşturduğu en büyük Kâinat ne ise (çünkü bir yerde durmamız gerekiyor), o açık olamaz artık. Sebepler açısından diyebiliriz ki, en büyük kâinat en büyük üst-sistemdir, etkileşim kuracağı bir dengi ve bununla birlikte içinde yeralabileceği daha büyük bir üst-sistem yoktur, bu yüzden de kapalıdır. Kapalı olduğu halde, "iç ahengini, düzenini ve hayatiyetini" sebepler üstü ve sebepler Yaratıcısı bir Müsebbib-ûl esbab, bir Hayy u Kayyum ve bir Kadîr-i Mutlak'ın takdiriyle sürdürmektedir. 

Buradan da anlıyoruz ki, sistem olarak vasıflandırılabilecek bir bütün, ancak anlamlı bir iç ahenk ve dayanışmayla varlığını devam ettirebilir ve görevini yerine getirebilir. O halde insan olarak bizler de, kurduğumuz beşerî sistemlerde buna dikkat etmeliyiz. 

Meselâ bir fabrika, şirket veya herhangi bir hizmet kurumu da birer sistemdir. Sistemi oluşturan parçaların (alt-sistemlerin) ve fertlerin rolleri ve ağırlıkları farklı olabilir. Fakat burada önemli olan husus, bir yandan parçaları temsil eden fertlerin sistem (veya bütün) içindeki yerlerinin bilincinde olması, diğer yandan da, sistemin bütününden sorumlu olanların hem tek tek her parça ve ferdin sistem içindeki fonksiyonunu iyi bilmesi, hem bunların görevlerini hakkıyla yapmasını sağlaması, hem de sisteme yukarıdan kuşbakışı bakabilmesinin gerekliliğidir. 

Sistem olarak vasıflandırılmayı hak etmiş sağlıklı işleyen bir bütünün içindeki parçalar yapı ve fonksiyonlarıyla artık o sistemin ayrılmaz birer parçasıdırlar. Sözgelimi bir büyük şirketin muhasebe bölümünü çıkarıp atamayız. Eğer bu bölümü izole edip dışarıya koyarsak tek başına hiçbir mânâ ifade etmez. Aynı şekilde şirketin de muhasebe bölümü olmaksızın varlığını devam ettirebileceğini düşünemeyiz. Herhangi bir fabrikanın belli bir bölümünü de fabrikadan ayıramayız. Bunu yaparsak, ne o bölüm tek başına bir işe yarar, ne de fabrika sağlıklı üretim yapar. Parçalar bu yüzden çok önemlidir. Fakat parçalar birarada çalışıyor iken anlamlıdırlar ve sistemin gâyesine hizmet ederler. Bir başka önemli nokta, sistemin parçalarını temsil eden veya çalıştıran insanların geçici olduğu hakikatidir. Birbirleriyle uyumlu çalışmaya mahkum olan parçalarla bunların yapı ve fonksiyonları ise kalıcıdır, öyle olmak zorundadır (kalıcı derken statik değil, değişime açık, dinamik bir kalıcılıktan sözediyoruz). Dolayısıyla insanlar da en azından sisteme karşı sorumluluklarının bir gereği olarak birarada ve uyum içinde çalışmayı öğrenmeye mecburdurlar. 

Beşerî bir sistem: toplum 
Toplum da bir sistemdir ve onun sağlıklı işleyişi sonsuz denecek sayıda faktörün kendi aralarındaki karmaşık etkileşimlere bağlıdır. Toplumun varlığını sağlıklı bir şekilde devam ettirmesi herkes tarafından istenir; hem tek tek fertler, hem aileler, hem de bütün bir toplum ister bunu. Fakat toplum çok sayıda, farklı büyüklüklerde ve herbiri neredeyse birer ayrı âlem olan parçalardan meydana gelmiş oldukça dinamik, değişken (sosyoloji biliminin en önemli araştırma konusu toplumsal değişme denilen bu hakikattir), ve belki de en karmaşık beşerî sistem olduğundan burada arıza çıkma ihtimali ve sıklığı daha yüksektir. Kâinat, yerküre veya tabiat ilâhî iradeye boyun eğmiş, dakik işleyen, umumî ahengin rüzgarına uygun hareket eden, ve görevini aksatmadan yerine getiren parçalardan müteşekkil fizikî sistemlerdir. İnsan ve insan toplumları ise, hem Ferd ve Ehad isimlerinin insan için tecellisinin bir gereği olarak farklı düşünüp farklı davranışlar sergileyebildiklerinden, hem de imtihan sırrınca, seçme, tercihte bulunma hatta isyan etme hürriyetine sahip kılınmış sistemler olduklarından bunların arızasız çalışması düşünülemez. 

Bu hikmete binaen, bir toplumda bazı insanlar herhangi bir sebepten dolayı çeşitli sıkıntılarla karşı karşıya kalabilirler. İşte, yukarıda ele almaya çalıştığımız sistem mantığının bir gereği olarak, bu insanların sıkıntısının diğerleri tarafından hissedilmesi ve giderilmesi beklenir ki o sistem sağlıklı işleyişini sürdürsün. Hz. Peygamber'in (sas) yerleştirdiği ve günümüze kadar yaşatılan bu sistem anlayışı insanları bir organizmanın uzuvları gibi kabul eder; uzuvlardan herhangi birisi bir sıkıntıya mâruz kaldığında bunu diğerleri de hisseder. 

Fakat bu düstur bilhassa günümüzde tam anlamıyla hayata geçmiyor. Çünkü insanların, ailelerin ve diğer toplumsal alt-sistemlerin çevreleri, dünya görüşleri, hayattan beklentileri ve niyetleri farklılıklar arzediyor, ayrıca zaman içinde de değişiyor. 

Dolayısıyla, pratik işleyişte mutlak denge veya sağlık hâli olmaz. Teorik denge hâli etrafında gidip gelmeler olur ve bunlar belli sınırı geçmedikçe, sistemin genel işleyişini etkilemez, arada eritilir ve sistemin tolerans yeteneğiyle telâfi edilir; böylece biz durumu dengeli veya sağlıklı hâl olarak nitelendiririz. 

Ne zaman ki problem büyür, meselâ toplumun bazı kesimlerinde hem sıkıntılı insanların sayısı artar, hem de bizzat sıkıntılar ağırlaşır ve belli bir sınırı aşar, bu durumda sistemin sözkonusu parçasındaki ârıza belirginleşir ve diğer parçaları, sonuçta da bütün sistemi tehdit eder hâle gelir. Bu durumda sistemin tolerans yeteneği bunu telâfi etmekte zorlanır (eğer problemi çözmek istiyorsa yine de başarabilir). Fakat sistemi oluşturan diğer alt-sistemler ve genel olarak sistemin kendisi sözkonusu probleme karşı duyarsız kalırlarsa, zaman içinde problemli alt-sistemde kangrenleşme başlar ve sonuçta ya kangrenleşmiş uzuv kesilmek zorunda kalınır, ya da, eğer çok geç kalınmışsa bütün bir sistem çöker, hayatiyetini yitirir. Kangrenleşmiş uzvu kesmek de problemin çözülmesi anlamına gelmez. Karşımızda artık sakat kalmış, normal işleyişini yitirmiş bir sistem vardır ve buna sistem demek ne kadar doğrudur, bu da ayrı bir bahistir. 

Burada, klasik analiz metodlarının toplumu anlamada yetersiz kalacağını da belirtmeliyiz. Tek tek fertleri inceleyerek toplumu anlamaya çalışmak hem kolay hem de sağlıklı değildir. Çünkü fertler gerçek anlamda ancak toplumdaki diğer fertlerle ilişki halindeyken, yani toplum hayatı içinde (sistemin işleyişi sırasında) tanınabilirler. Böyle, istenmeyen bir belirsizlikle karşılaşmamak mümkündür. Onları güzel ahlâka, analitik ve sistemik düşünce yapısına sahip fertler olarak geleceğe hazırladığımız takdirde, sağlıklı işleyen, kendisiyle barışık bir toplumla karşılaşacağımızı tahmin etmek zor olmasa gerek. Aksine, toplumsal ilişkiler zorlaştığında ise, toplumu anlamak ve toplum olarak dönüşmek de zorlaşmaktadır. 

Bugün insanlık olarak, karşımızdaki en önemli meselelerden biri, beşerî sistemlerin, en başta da toplumların genellikle sağlıklı işlemediği gerçeğidir. Çünkü toplum sistemini meydana getiren tek tek fertlerin çok büyük kısmı sistem düşüncesi kavramını en azından teknik bir gerçek olarak göremediklerinden, birbirlerinin uzvu gibi davranamamaktadırlar. Çözüm ise, insan ve sistem hakikatini en kâmil mânâda temsil ve Kâinat sistemini şerh eden Peygamberlerle gelen mesajdadır. Çünkü Kâinat'ta tecelli eden ve dünya üzerinde hiçkimsenin kayıtsız kalamayacağı sistem hakikati Tevhid'in ta kendisidir. 

Bediüzzamanda Sistem Düşüncesi 
Bediüzzaman, Yirmiikinci Söz'ün Yedinci Lem'a'sında hem sistem düşüncesine ait mânâyı, hem de Kainat'ta sistemlerin içiçeliğini yaklaşık bir asır önce çok veciz şekilde ifade etmektedir: 

"Bakınız! Göklerde ve Yer sahifeleri üstünde Ehadiyet mührü göründüğü gibi, bütün bir kâinatın büyük sahifesi üzerinde de pek açık bir sûrette Tevhid mührü görünmektedir. 

Evet, bu âlem pek muhteşem bir saray veya muntazam bir fabrika veya mükemmel bir şehirdir. Bu kâinat fabrikasının parçaları, ferdleri ve envâı, âlat ve edevatı arasında hakîmâne bir muarefe ve tanışmak ve dostâne bir mükâleme ve konuşmak ve pek kerîmâne bir muavenet ve yardımlaşmak vardır ki, çok sür'atli bir şekilde pek uzun mesafelerden birbirinin sesini işitir ve ihtiyacını görür gibi derhal imdadına yetişir, ihtiyacını defeder. Evet, semadaki gökcisimleri ve yıldızların birbirine ve Arz'a verdikleri ışık, ısı, bilhassa Arz'a yaptıkları sair yardımlarını görüyorsunuz. Ve kezâ, bulut ile Arz arasında cereyan eden su alış verişine bakınız ki, Arz, suyu buhar şeklinde buluta veriyor, bulut da kendi fabrikalarında lâzım gelen ameliyatı yaptıktan sonra buz, kar, yağmur şeklinde iade ediyor. Sanki o cansız maddeler, lisan-ı halleriyle telsiz telgraf gibi birbiriyle konuşuyor ve yekdiğerine arz-ı ihtiyaç ediyorlar. Bilhassa bütün o ecram âdeta el ele vermiş gibi, tam bir ciddiyetle canlılara lâzım olan şeyleri tedarik etmek hizmetinde çalışıyorlar ve bir Müdebbir'in emrine bağlı olup bir gayeye teveccüh ediyorlar. 

Evet, şu yardımlaşma kanununa uyarak şems, kamer, gece ve gündüz, yaz ve kış taraflarından yapılan yardımlar sayesinde, şu hayvanların erzakını yetiştiren bitkiler izn-i İlâhî ile meydana gelir. Hayvanat da emr-i Rabbânî ile beşerin ihtiyacatını yerine getirir. Bal arısıyla ipek böceğinin insanlara yaptıkları yardımlar, bu dâvâyı ispat eder. Evet bu gibi cansız maddelerin yekdiğerine yaptıkları şu yardımlar, pek âşikâr bir delildir ki, onlar Kerîm bir Müdebbir'in hademesi ve amelesi olup O'nun emriyle, izniyle iş görürler". 

Aynı Söz'ün Dokuzuncu Lem'asında ise, sistemin tevhidî bir işleyiş mânâsına geldiği misâllendirilmektedir: 

"...Evet, bir tarlaya tohum ekilmesinden anlaşılıyor ki, o tarla tohum sahibinin mülküdür. Ve o tohum da, o tarla sahibinin malıdır. Yani o buna, bu da ona şehadet ediyorlar. 

Kezalik, kâinattaki masnuat (yaratılan bütün varlıklar), tohum gibidir. Âlem ve anâsır da tarla gibidir. Her iki tarafın lisân-ı halleriyle ettikleri şehadete göre, masnuat ile âlem-i anâsır, yani tohum ile tarla ve muhît ile muhat (hep) bir Sâni-i Vâhid'in yed-i tasarrufundadır. Demek edna bir mahlûka yapılan tasarruf-u hakikî ve zayıf bir mevcuda edilen tevcih-i Rubûbiyet, âlem ve ânasır kabza-i tasarrufunda bulunan Zât'a mahsus olduğu gibi, herhangi bir unsurun da tedvir ve tedbiri, bütün hayvanat ve nebatatı kabza-i Rububiyetinde tutup terbiye eden aynen o Zât'a mahsustur. İşte tevhid mührü dediğimiz budur. 

Eğer birşeyi sahiplenmeye niyetin varsa, meydana çık, kendini tecrübe et, bak ne söylüyorlar! En cüz'i bir fert: 'Ancak nev'imi (türümü) yaratan, beni yaratabilir' diyor. Çünkü, efrad arasında misliyet vardır. Ve arzın her tarafında dağınık bir sûrette bulunan en küçük bir nev'i: 'Beni yaratabilen ancak arzı yaratandır' söylüyor. 

Arz'a bak ne söylüyor! Sema ile aralarında alışverişi bulunduğu için: 'Beni halk edebilen, ancak bütün kâinatı halkeden zâttır' diyor. Çünkü, aralarında tesanüd (dayanışma) vardır." 

Canlı Organizmadaki Sistemik İşleyiş 
İnsan vücudu herzaman kanserli hücre üretir, fakat bunlar hemen alarma geçen sistemin savunma mekanizması tarafından çoğalmadan ortadan kaldırılır ve biz vücudun sağlıklı işleyişi içinde bunları farketmeyiz. Fakat, herhangi bir sebepten dolayı savunma mekanizması görevini yapamayınca kanserli hücreler çoğalır. Sistem açık olduğundan, yani dış müdahaleleri kabul ettiğinden kemoterapi ve radyoterapi uygulanabilir. Fakat yine de kanserli hücreler elimine edilemez veya vücud için yararlı unsurlar hâline dönüştürülemezse bu durumda kanser tek tek hücreler seviyesinden daha üst seviyelere, organlara sirayet edebilir. O zaman cerrahî müdahaleden başka bir yol kalmaz. Ölüm riski ortadan kalksa bile, bu, sistemin eski sağlıklı işleyiş hâlini kaybetmesi demektir. Bazen cerrahî müdahale de sonuç vermez ve sistem ölüme gider. 

http://www.sizinti.com.tr/konular/ayrinti/analitik-dusunceden-sistem-dusuncesine.html

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder