24 Temmuz 2011 Pazar

Nuri Bilge Ceylan {alıntı :3} -güzel filmlerin yalnız yönetmeni-



Serkan Tavşanoğlu: “Üç Maymun” diğer filmlerinize göre daha “ayrıcalıklı” gibi duruyor. Bu filmi diğer NBC filmlerinden ayıran özellikler var; kadronun profesyonel oyunculardan oluşması ya da özel efektlere ağırlık verilmesi gibi. Bu projeye daha çok inandığınızı, daha çok özen gösterdiğinizi söyleyebilir miyiz? 

Aslında diğer filmlerime de özen göstermiştim ancak 35 mm ile yapabileceklerimiz sınırlıydı. Ama “Üç Maymun” dijital olarak kayıt edildiği için, imkanlarımız çok daha genişti. Bu nedenle filmde çok daha özgür ve üretken çalışabildik. 

Nuri Bilge Ceylan: “Üç Maymun”da profesyonel oyuncular ile çalışmayı tercih etmenizin herhangi bir nedeni var mı? 

Bu film için amatörleri de denedik biz. Test çekimlerimize amatör oyuncular da katıldı ancak olmadı. Eğer filmdeki roller için amatör oyuncular uygun bulunsaydı, onlar ile çalışırdık. Kaldı ki, Ahmet Rıfat Şungar amatördü zaten.

Bu filmin kariyerinizde bir dönüm noktası olacağını hissediyor musunuz? 

Bilmiyorum. Zaten herşeyi bir dönüm noktası gibi hissediyor insan. Her an birşeylerin değişeceğini düşünüyorsunuz ama bir bakıyorsunuz, aynı film çıkmış. Bunu değerlendirebilecek kişi ben değilim aslında. Belki dışarıdan biri daha objektif olabilir.

Altın Portakal’da ödül almamanız ile ilgili çeşitli yorumlar yapıldı. Hatta filmin görmezden gelindiği düşünülüyor. Bu konuda değerlendirmeniz nedir?

Bu konuda yapacağımız bir yorum yok. Jüri böyle değerlendirmiş. Bizim de ona saygı duymaktan başka yapacak birşeyimiz olmaz. Ödül alan arkadaşlarımı tek tek kutluyorum.

Oscar konusunda iddialı mısınız?
Ben “iddialıyız” gibi laflar etmeyi sevmiyorum. Ancak zor bir iş tabii Oscar, kolay değil. Elimizden geleni yapacağız. Biz yapalım, bizim irademiz dışında gelişen konularda yapacak birşey yok. Bekleyip, göreceğiz

--------------------------------------------------------------------------------------------
Güzel filmlerin yalnız yönetmeni  - NURİ BİLGE CEYLAN
Yazı: OLKAN ÖZYURT

Üç Maymun’la Cannes’da en iyi yönetmen ödülü alan Nuri Bilge Ceylan 10 yılı aşkın bir süredir bugün dünyada takdir gören sinemasını ilmek ilmek dokuyor. Dünyanın en önemli yönetmenleri arasında yer almasına karşın Türkiye onu henüz keşfediyor...

Nuri Bilge Ceylan dünyanın en önemli film festivali olarak kabul edilen Cannes’da ‘Üç Maymun’ filmiyle en iyi yönetmen ödülünü aldı. Eurovision’la aynı tarihlere denk gelerek pek de önemsenmeyen festivale Türkiye’nin ilgisi de bu ödülle yoğunlaştı ve sevinç dalgası tüm yurdu sardı. Elbette filmi çeken Ceylan’ın ve filme can veren oyuncuların hakkıdır sevinmek ama biz medyadan toplumun farklı kademelerine, biraz da abartarak yaşadık bu coşkuyu. Bu abartının arkasında Cannes’ın önemini yeni yeni keşfetmemizin yanında biraz da Ceylan’a, sinemasına ve onun daha önceki başarı larına kayıtsız kalmanın yolaçtığı bir eziklik var sanki. Oysa Ceylan kısa filmi ‘Koza’dan beri Cannes’ın gediklilerinden. ‘Koza’dan sonra ‘Uzak’la ilk defa Altın Palmiye için yarışmış ve Büyük Jüri Ödülü’nü kazanmı ştı. ‘İklimler’le yine aynı yarışa girmiş ve FIPRESCI ödülünü almıştı. Bu önemli başarılar sinema çevreleri dışında yeterince algılanmamış, alkışlanmamıştı. Hatta ‘festival filmi yapıyor’ gibi tuhaf eleştirilere de maruz kalmıştı. Oysa sinemaya başladığı 90’ların ikinci yarısında kulvarını seçmişti Nuri Bilge Ceylan. Türk sineması ndaki bilinen anlatım modellerini bir yana bırakıp, kökleri Tarkovski ve Antonioni’ye uzanan başka türlü bir sinemanın peşine düşmüştü. Kafasını kumun içine gömerek dünyaya bakmayanlar Ceylan’ın sinemasının değerini anlamakta zorlandılar. Filmleri Türkiye’de hakettiğ i ilgiyi göremedi, sinemalar boş kaldı. Fakat o yalnı z ve tek başına sinemasını inşa etti. Ve ortaya çıkardığı filmler tüm dünyada kabul gördü. ‘Kasaba’, ‘Mayı s Sıkıntısı’ ve ‘Uzak’ta taşra ve kent yaşamına dikkat çekerken arada kalışımızı simgeliyor. Ceylan böyle bir amacı olmadığını söylese de, “O kendiliğinden ortaya çıkıyor. Çünkü ben ve çevremdekiler taşra kökenli olduğ undan, taşralı özelliği olan iyi bildiğim karakterleri yazıyorum. Türkiye dünyanın taşrasında olan bir yer zaten. O yüzden taşralılık duygusu kanımıza sinmiş. Ne yapsak bir yerden çıkıyor,” diyerek bu topraklardan beslendiğini de açıkça belirtiyordu.

Sinemasının olağanüstü görsel atmosferinden etkilenmemek mümkün değildi elbet. Yıllarca fotoğraşa uğraşması, ki özellikle 80’lerin önemli genç fotoğrafçıları ndan biri olarak öne çıkmıştı, bunda çok önemli bir etkendi. Bir fotoğraf kesitinde derinleşebiliyordu. Tıpkı insan ruhunda olduğu gibi... Ama bunu başarmak kolay olmamıştı onun için: “Hayalim National Geographic fotoğrafçısı olmaktı. Özellikle Uzakdoğu ve Himalayalar gezilerinden sonra seyahatin içimdeki o derin boşluğu dolduramayacağını hissettim. Sanki her yer birbirine benziyor, kültür değişse de insanın özü değişmiyor duygusu ben de insanın iç dünyasında derinleşmenin, orada bir yolculuk yapmanın önünü açtı.

Tanıdığım insanları ve kendimi daha iyi tanımak, yeni insanlar tanımaktan daha önemli görünmeye başladı.” Türkiye’nin durumunu, aynı coğrafyada yaşadığı insanları n ruh halini çok iyi kavrayabiliyordu. Filmlerinin Türkiye’de alkış almasını önemsiyordu ama toplumun sinemasına, başarılarına, filmlerine kayıtsız kalması karşısında da anlayış gösteriyordu. Filmlerinin Batı’da ya da Amerika’da Türkiye’den daha fazla insan tarafı ndan izlenmesi Ceylan’a göre doğaldı: “Ben sinema diliyle de uğraşan bir insanım. Böyle bir uğraş genellikle insanı biraz konvansiyonel olandan, dolayısıyla gişeden uzakta tutuyor. Doğal bu. Ama gülü seven dikenine katlanır. Bu yüzden şikâyetim yok. Farklı anlatı m tarzlarına açık olan izleyici sayısı Batı'da tabii ki bize göre daha fazla. Sinema oralarda keşfedilip, daha çok şey denenmiş, sinema kültürü üzerinde daha uzun yollar katedilmiş. Seyirci farklı anlatım biçimlerine daha aşina kılınmış. O yüzden bu tip arayışlar daha çok izleniyor, ödüllendiriliyor ya da üzerinde duruluyor. Filmlerimin Batı'da daha çok izleniyor oluşu bu nedenle sürpriz sayılmamalı. Kiarostami, Kim Ki Duk ya da Tsai Ming Liang gibi ayrıksı yönetmenler için de durum aynı.”

Ceylan ödüller aldıkça önünde kapılar iyiden iyiye açılıyor. Ama bu kapıların bir kısmını özgürlüğü adına aralamıyor bile. Ödüllerin dünyada sinema çevrelerinde tanınmasını sağladığının farkında. Yapımcılar daha pek koşul öne sürmeden onunla çalışmak istiyor. Ama o işin doğasının ayrımında: “Kimlik, ün, para, bunlar sanatta pek hayırlı şeyler değil. Bir de yapılan işin biraz rutinleşmesi, yaşlanmak gibi şeylerle biraraya geldiğinde kuşkusuz heyecanlar biraz törpüleniyor. Yapılan filmlerin derin tutkularla ortaya çıkan kişisel eserler yerine didaktik projeler olma riski artıyor. Bütün nehirler azgın çağlayanlar olarak doğar ama hiçbiri coşup köpürerek denize ulaşamaz. Ne yapalım, hayat böyle. Ama belki de heyecanlar evrimlerinin ilk dönemlerini yaşayan fikirlerden başka bir şey değildir, Lermantov'un dediği gibi. Belki de iyi sanat heyecanları n fikirlere dönüştüğü zamanlarda gizlidir. Böyle formülasyonlar yapıp kendimi avuturum. Bu risklerden kendimi olabildiğince uzak tutmaya çalışıp yola devam ederim.”

Son aldığı ödülü havaya kaldırırken “Benim yalnız ve güzel ülkeme ithaf ediyorum” demesi de farklı etkiler yarattı. Oldukça naif ve manidar bu ithafa yüklenmedik anlam bırakılmadı. Orhan Pamuk’un Nobel aldığı zamanki tavrıyla kıyaslamalar bile yapıldı. Pamuk’un başarıları toplum olarak sanatçıların önüne koyulan kırmızı çizgileri geçtiği için belirli bir kesim tarafından küçümsenmişti. Ama kolay değildi Nobel almak. Ceylan da bunun farkındaydı ve o dönem ‘Nobel’i kendim almış kadar sevindim’ diyerek Pamuk’un yanında olduğunu göstermişti. Çünkü sanatçı yalnızlığının bu ülkede daha yoğun olarak yaşandığının farkındaydı. Belki de Cannes’da yalnızlıktan bahsederken bunu anlatmaya çalışmıştı.

{alıntı yaptık :3}

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder