24 Temmuz 2011 Pazar

Çağan Irmak Röportaj {alıntı}


Yönetmenliğe merak nasıl başladı sende? 

1970 yılında İzmir’in Seferihisar ilçesinde doğdum. İddialı bir laf gibi durabilir ama ben kendimi bildim bileli yönetmenlik, yönetmencilik yapıyorum. Geriye dönüp baktığımda çocukluğumdan beri bunu yaptığımı fark ettim. Küçükken sana anlatılan hikayeleri, masalları kafanda değiştirmeye başlıyorsan, okuduğun kitaplarda beğenmediğin yerleri değiştirip, yeni bir şeyler söylemeye başladığın zaman… Yani sonuç olarak kendi sözlerini söyleme isteği tüm bunlar. Hazırlıklarına başladığım yeni filmim “Ulak”, çocukluğumdan beri dinlediğim ve kendi kendime değiştirdiğim masalların toplamı aslında. Sonuç olarak yönetmenlik, bir gün buna karar verip, o uğurda çalışmaktan ziyade, biraz içine doğduğunuz ortamla ilgili bir şey… Değişmeyen kadere doğru giden bir şey... Klasik yönetmen olacak arkadaşlara neler önerirsiniz, sorusu vardır. Bu soruya cevap verilemez çünkü bir şey önerilemez onlara. Benim önereceğim şey ona yararlı olacak mı? Belki de zarar verecek. Zaten yönetmen olmak isteyen insan ne yapar eder, olur. Bu günlerde genetik anlamda kodlandığımızla alakalı düşüncelerim var. Aynı yerde, aynı ortamlara doğan ikizler bile farklı karakterdeler. İkisi de birbirinin kopyası olmuyor. Yönetmenlik biraz genlerle ilgili bir şey. Derin bir şey var orda. Bizim de daha henüz çözemediğimiz bir şey var orada. Bizim zamanımızda sinema okumak ve yönetmen olmaya çalışmak bizim hayatımızın amacıydı. Ben limon da satabilirim, futbolcu da olabilirim, pop şarkıcısı da olabilirim ama yönetmen de olabilirim, bunu yapabilirim. Böyle bir şey yok işte yönetmenliğin doğasında. Yönetmenlik, senden, hayatını, kişiliğini, her şeyini ister. Verebiliyorsan eğer ne ala. Sen bu işin içindesin biliyorsun az çok... Kendini tamamen yönetmenliğe adamamış insanların bir süre sonra bu işi bıraktıklarını, yada yarısından döndüğünü falan görüyoruz. 

Yönetmenlik kendi içinde bir sorudur. Cevabını asla bulamayacağımız, bulmak için harcadığımız sürede ürettiğimiz bir sorudur. Bir soru soruyorsun, cevaplarını ararken filmlerini çekiyorsun. Her yeni filmde, evet bu sefer cevaplandıracağım diyorsun… Bu böyle gidiyor. Bir de dönüp bakıyorsun ki, on tane film çekmişsin.


Öğrencilik yıllarından sonra, yönetmenliğe giden yol nasıl oldu senin için? 

İstanbul’a geldikten sonra, yapılacak en iyi şey, ucundan, köşesinden bu işe girmek. Reji asistanlığı, sanat yönetmeni asistanlığı yada çaycılık yapsınlar. Önemli olan sizin, sinema olsun, dizi olsun, reklam ya da klip olsun, film yapılan her ortamda iyi bir fizibilite araştırmasını kendi kafanızda oluşturmanız. Orada bazı sorular gerekiyor. Nasıl bir ülkede yaşıyorum? Benim şartlarım nedir? Film yapmak için neler yapmalı, neler yapmamalıyım? Ben bu şekilde yaptım. Ancak ben biraz şanslıydım. Çok değerli adamlarla çalıştım. İlk kısa filmim “Bana Old and Wise’ı Çal” aslında “Kabuslar Evi” projesinin içindeki filmlerden biriydi. Mesela “Kabuslar Evi” projesi, 93’te okuldan sonra yazdığım bir şeydi. Onunla geldim ben İstanbul’a. Dolayısıyla, elinizde ya da kafanızda, kendinize sorduğunuz sorular sonucunda oluşturduğunuz projeler olmalı. İlk üç-dört yıl moral bozucu yıllardır. Yönetmenliği tercih eden insanların serinkanlı ve metanetli olmalarını diliyorum. İlk birkaç sene umut kırıcı olabiliyor piyasada var olma çabası. İlk başlarda, asistanlık kurumundan, hiç de yabana atılmayacak cep harçlıkları kazanıyor insanlar. Bir doktorun maaşından bile çok fazla maaş alıyor yönetmen yardımcıları. Biraz biraz para biriktirmeleri gerekiyor. Mesela bir kısa film çekecek kadar para biriktirsinler. Ben öyle yapmıştım. Ben ilk kısa filmimi 97’de çektiğimde, 30 milyon lira para biriktirerek çekmiştim. O zamanlarda iyi paraydı o. Daha önceki 3-4 yıllık süreçte edindiğim arkadaşlarımdan edindiğim bir ekiple, profesyonelce çektim kısa filmimi. Benim için çok büyük artılarla döndü bu asistanlık süreci. 98’de de İfsak’ta birinci oldu “Bana Old and Wise’ı Çal”. Daha sonra koltuğumun altında “Günaydın İstanbul Kardeş” adlı televizyon senaryosuyla ve kısa filmimin olduğu VHS bir kopyayla gittim, işte bu benim iki çalışmam dedim. İkna edici iki örnek… Hakkımda, o zaten babadan zengindi, arkasında güçlü isimler, televizyon kanalları var gibi şeyler de söylendi. Bu tarz boş diyalogları bir kenara bırakmak lazım. Para biriktirip kısa film çekmişim, senaryo yazıp televizyon filmi çekmişim, buradan başlamışım. Bunun ötesi yok.

Bana kim arka çıkacak, kim destek olacak sorularını sormadan önce, ben kendi kendime nasıl yardım edeceğim sorusunu cevaplamalı sinema yapacak insan.
Mesela “Şaşıfelek Çıkmazı” bana verilmiş armağan gibidir. Mahinur Ergun’un asistanlığını yapıyordum o dizide. Dizi yayından kaldırıldıktan iki sene sonra tekrar gündeme getirildi. Mahinur Ergun benim çekmemi önerdi. Hiç düşünmeden kabul ettim zaten. Sonra beni kitlelerle tanıştıran “Asmalı Konak”, büyük bir selam vermek gibi bir şeydi benim için. Üzerime biraz daha renkli bir şeyler giyip, daha kalabalık bir meydana çıkmak gibi bir şeydi. 


Ben kendi geçmişime baktığımda, tertemiz ve kusursuz bir sinema geçmişi görmüyorum. Günahları, sevapları olan bir sürü şey. Geriye dönüp baktığında kendinden utanıyor musun derlerse, gönül rahatlığıyla hayır derim. Ama bana göre televizyonda yapabileceğim en iyi şey “Çemberimde Gül Oya” idi. Son yıllarda televizyon o kadar kötü bir noktaya geldi ki, ticari anlamda, manevi anlamda…

Bunu belki de ilk kez burada, sana söylüyorum, benim için çok büyük konuşmayayım ama, televizyon ciddi anlamda bitti. Nokta koydum. Kalite bu olacaksa ben yokum. Televizyonlar düzelmedikçe bir şey çekmeyi düşünmüyorum. O yüzden, geçen haftalarda, hayatımda ilk defa bir reklam filmi çektim. Biliyorsun beni çoğu kişi reklamcı zanneder ama ben ilk defa çektim. 


Sinemacı adamın halktan kopmasını anlayamıyorum. Bu bizim için bir ölüm. Kendisi için film yapan bir kuşak var, bunu saygıyla karşılıyorum ama, ülke için film yapmak konusunda bir kez daha düşünmelerini istiyorum genç arkadaşların. 


Mesela “Babam ve Oğlum”da seçmem gereken iki yol vardı. Çetin ağabeyin o büyük sahnesi benim tarafımdan yaklaşık on kere eklendi, çıkartıldı senaryoya. “Babam ve Oğlum”da çok eski bir senaryodur. O da 93’te yazdığım bir senaryodur. İkinci kez geçtiğimiz yıllarda üstünden geçtim ve çektim filmi. Bu filmde bazılarının duygu sömürüsü dediği olayları göze aldım. Başka yolum yoktu. Sonuna dek gitmek zorundaydım. Dokunup geçmek ya da yarı yoldan dönmek bu filmde olamazdı. Bundan sonra çekeceğim hiçbir film bu kadar trajik ya da bu kadar gözyaşı dolu olmayacak. Olmasını da istemem zaten. “Babam ve Oğlum” bir yerden sonra beni öldürmeye başladı. Bugünlerde bunla boğuşuyorum.

Şimdi insanlar, evet bakalım, senden çok şey bekliyoruz, diyorlar. Bu çok tehlikeli bir durum. Bu sözler benim de elimi ayağımı birbirine dolaştırıyor. Benden çok şey beklemeyin. Ben size hikayelerimi anlattım, siz sevdiniz ya da sevmediniz. Bundan sonra ben yine hikayelerimi anlatacağım, siz beni ya seveceksiniz, ya sevmeyeceksiniz. Değişen bir şey olmayacak.


“Kabuslar Evi”nde olduğu gibi; seven de var, nefret eden de var projeden. 


İnsan iki şeyin filmini çok iyi yapar: aşık olduğu şeylerin ve nefret ettiği şeylerin. Ortası yoktur. Ortası vasattır. Kötü olmayı tercih ederim vasat olmaktan. Vasat unutulur, kötü unutulmaz.
 
Kötü derken ahlaklı bir kötüyü söylüyorum. Mesela ilk filmim “Bana Şans Dile” çok kötü bir filmdir. Ama ahlaklı bir kötü filmdir. Vasat, sorulmamış soruların filmidir. Bu yüzden vasat olmuştur. 


“Hayata dair, sıcak, samimi, insanca, küçük bir hikaye…” bundan hakikaten çok sıkıldım. Bana göre sinema büyük bir düş kurmak demektir. İddialı olmaktan korkulur oldu. Sinemada büyük düşler kurup rezil olmayı göze almadıkça, çıkma bu yolculuğa bence… Simgesel anlatımlarla, mış gibi yapmak, alaycı tavırlar sergilemek..vs. Bunlar çok kolay şeyler. Bir sözü söylediğin zaman insanlar ya evet haklısın, ya da hayır haksızsın der. Bunu göze almak gerekir bence sinema yaparken. Metaforlar ve simgesel anlatım, yıllar önce sansür sistemi varken kullanılan şeylerdi genelde. Üstüne üstlük metaforların tehlikeli bir yanı da var; her yere çekilebilir. Sen aslında söylemek istemediğin şeyleri de söyleme durumunda kalabilirsin bir anda.


92’den beri bu piyasadayım. Bir kere bile benden iddialı bir laf duydun mu? Hayır. Ama bak her yere, “İşte Çağan Irmak’tan yine iddialı bir film!” diye yazarlar. Bu da enteresan bir şey. Demek ki ben bir şey söylemesem de benim yaptığım iş kendi başına iddialı oluyor. Sonuçta sinema yapmak da kendi içinde büyük bir iddia. Bunun üstüne sen yönetmen olarak bir şeyler söyleyince çuvallıyorsun. Ben zaten bundan sonra bu tarz röportajlar dışında bir filmim üzerine herhangi bir şey söylemeyeceğim. Mesela “Ulak” hakkında hiçbir yerde bir şey söylemeyeceğim. 
Yapımcıya rağmen bağımsız filmler çektim hep. Bütün filmlerim böyleydi.

{alıntı :3}

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder