28 Ağustos 2012 Salı

Tüketti Bizi, Tüketim Zihniyeti…


Yazan: Emre Dorman
Mutlu olabilmek için daha fazla şey tüketmeliyim. Daha fazla tüketebilmek için daha çok şeye sahip olmalıyım. Hep daha fazla. Her dönemde aynı aslında insan. Ama özellikle ne yazık ki modern çağ ile birlikte sanayinin gelişmesi ile üretimin artması ve kapitalist kaygılarla bu ürünleri pazarlama yarışı insanların sürekli olarak tüketme hastalığına yakalanmasına neden oldu. Üretimin artışıyla birlikte ihtiyaçlar da arttı. Ya da bu ürünlere gerçekten ihtiyaç duyduğumuz gibi temelsiz gerekçelerle insanlık olarak kandırıldık. Hayatımıza her giren yeni şey sanki o güne kadar varmış ve biz onsuz yapamıyormuşuz gibi vazgeçilmezlerimizden oluverdi bir anda. Kısa bir zaman önce lüks olarak algılanan pek çok şey gün geçtikçe zaruri bir gereksinime dönüştü zihnimizde. Olmasa da olurlarımız daha çoktu eskiden. Şimdilerde azaldılar. Biz tükettikçe daha fazla ürettiler. İletişim araçları vasıtasıyla hayatımızın her alanına soktukları reklamla ve sloganları üzerimize kazıdılar adeta. Kimi araştırmalara göre bir yılda reklam için dünyada ayrılan payın 500 Milyar USD olduğu bilmekte. Süslü ambalajlar yaptılar. Gözlerimizi boyadılar. Uzun kuyruklar oluşturduk bazen. Ya bir market önünde ya da bir elektronik mağazasının indirim gününde. İtip kaktık birbirimizi ilk alışverişi yapabilmek için. Doldurduk alışveriş arabamızı gerekli gereksiz her şeyle. Bu fırsat ele geçmeyebilirdi zira. Doldurduk dünyamızı madde ile. Bir yandan içimizi boşalttığımız gerçeğini göz ardı edercesine.
Ustalar vardı eskiden. Tamirciler. Örneğin bir ayakkabı tamircisi. Arada bir ayakkabı su aldımı uğrardık yanına ya bir dikiş ya da bir pençe attırırdık ucuna. Zira sağlamdı aslında eskiden ayakkabılarımız. Öyle birkaç giyme ile eskimezdi. Belki bir terzi. Arada sökük ya da sade bir elbise diken. Onlar ürettiler. Ürettikçe giydiğimiz ayakkabıyı değiştirmek için reklamlara boğdular bizi. Ayakkabıydı en nihayetinde kullanım amacı belliydi. Ama yetinmediler. Takım elbise altına ayrı, yürüyüş ve spor için ayrı, koşacaksan ayrı, futbol, basket, tenis için ayrı derken dolaplara sığmaz oldu ayakkabılar. Biraz aşındı mı atılır, sağa sola verilir oldular. Bir bir kapandı ayakkabı tamircileri. Onları da tükettik kendimizi tükettiğimiz gibi.
Moda diye bir şey uydurdular. Akla ziyan tasarımlar çıkardılar ortaya. Oysaki bir bedeni örtmek, sıcak ya da soğuktan korumaktı elbisenin asıl işlevi. Belki bir parça da güzel görünmek. Bu yılın modası dediler. Defilelerde, televizyon ve dergilerde yazıp çizdiler yere göğe sığdıramadılar bu yılın modasını. Çok geçmedi birkaç ay sonra onu da tükettik ve geçen yılın modası yaptık her birini. Hatta görünce üzerine atlayanlar yüzüne bakmaz oldular. Çünkü tüketmiştik onu da eskimişti artık. Malum geçen yıldan kalmaydı. Giymek yakışı kalmazdı. İki günlük seyahatlere onlarca bavul elbiseyle gider oldu kimileri. Her yarım saatine bir elbise düşmesine rağmen.
Marka diye bir şey uydurdular bir de. Binlerce onbinlerce liralar verdik bir metre kumaş parçasına. Adı sanı vardı zira. Herkesin giyebileceği türden değildi. Eleştirmenler çıktı bir de ortaya. İnsanların kıyafetlerine notlar vermeye kimini yüceltirken kimini de yermeye başladılar. Çılgına döndü insanlar. Kendilerini beğendirme uğruna. Haftanın rüküşlerini seçtik. Haftanın gözdelerini. Yerdik kimini kazara aynı elbiseyi aldıysa ikinci kez sırtına. Bakın işte ey ahali diye haykırdık. İki yıl önceki açılışta da giymişti falanca şu elbiseyi. Bizden kaçmaz. Olmadı bu size yakışmadı dedik. Birileri de çıkıp ben aynı elbiseyi iki defa giymem. Kabul etmez bu bedenim dedi kibrinden burnu bulutlarda. Sığmaz oldu elbiseler dolaplara. Gündelik elbise ayrı dedik, işte ayrı, görüşmede ayrı, davetlerde apayrı. Banka ATM’si gibi gezer oldu kimileri sokakta. Üzerinde on binlerce liralık elbise, ayakkabı ve çantayla.
İhtişamlı davetler verdi kimileri, görkemli açılışlar, evlilik ya da sünnet düğünleri. Koca tesisler kapatılıp yüzbinlerce dolarlar harcandı bir gecede. Paralar saçıldı etrafa. Masaların üzeri çeşit çeşit yemekler ile donatıldı. Alabildiğine israf, alabildiğine eğlence oldu birden bire. Günlerce konuşuldu medyada. Nam, şöhret yapıldı.
Tüketim canavarına dönüştürdüler insanları. Çılgınca ve gözü dönmüşçe alış veriş yapar olduk. Sevgilisine ya da kocasına kızan bir kadın alışverişe verdi kendini. Rahatlamak için. Kocalar ise pahalı hediyeler aldılar karılarına gönüllerini almak uğruna. Tek bir gül yetmez oldu zira. Dikeninde tek taş pırlanta yok ise. Oysa ne farkı vardı o pahalı taşların. Adı üstünde taş değimliydi sanki. Sokakta görüp de üzerine bastıklarımız. Ya da deniz kıyısında su üstünde kaydırdıklarımızdan ne farkı vardı onların. Belki daha berrak daha parlaktılar doğru. Az bulunuyorlardı o da doğru. Ama biz değilmiydik onlara asıl değerini biçen. Ya da birileri değil miydi bu seçimleri bize yaptıran. Onları bizim için değerli kılan. Evliliklerin olmazsa olmaz şartı yaptık tek taşı. Önce parmağımıza takıp sonra milletin gözüne soktuk.
Kişisel bakım, sağlıklı yaşam deyip bir yığın kimyasalı boşalttılar üzerimize. Her geçen gün yeni bir buluş çıktı ortaya kozmetikte. Hep daha fazla geliştirildi formüller. Yeni kutulara girdiler. Krem vardı eskiden. O da yetmedi, el, yüz, vücut, parmak arası, topuk, gözaltı, kulak memesi derken onlarca krem türü çıktı karşımıza. Aldık itina ile herbiyerimize sürdük. Onlar olmadan yatamaz, sabah sürünmeden kalkamaz olduk. Önce boyadık yüzümüzü gözümüzü bir yığın kimyasal renk ile sonra başka bir şey sattılar onlardan kalan tozu pisi temizleyelim diye. Aldık hepsini aldık. Onların yaptığı bizim almadığımız bir şey olmadı. Onlar yaptı biz aldık. Yine yapılan araştırmalara göre, kadınların yılda makyaj malzemesi harcamalarının 18 Milyar Dolar parfüm harcamalarının ise 15 Milyar Dolar boyutunda olduğunu gördük.
İki günde Türkiye’nin gündemine oturttuk kimilerini. Aldık en zirvelere çıkarttık. Bazen yanık sesiyle. Bazen de çıplak baldırıyla. Yılın sanatçısı seçtik, sanata dair iki cümle kurmaktan mahrum olanları. Onları da tükettik hemen itiverdik zirveden kendi elimizle. İnsanların özel yaşamlarına girdik. Evlerine, yatak odalarına. Mahrem diye bir şey bırakmadık magazin programlarıyla. Medyatikseniz eğer iki insan oturup sohbet edemez oldunuz bir kafede. Flaşları patlattık hemen tepelerine. Yazdık çizdik bilip bilmeden. Hem eleştirdik halk olarak hem de müptelası olduk bu programların. Merakla takip ettik medyadan. Kim kimi nerede sobelemiş, ebelemiş. Mahremiyeti de tükettik.
Birkaç aile aynı evde yaşayabilirdi eskiden. Çoğu zaman rahat ve huzur içinde. Paylaşırlardı rızıklarını. Ayırdık herkesi ayrı evlere ayrı yerlere. İmkânsız kıldık birlikte yaşamı. Uzaklaştırdık aileleri birbirinden. Böldük mahalleleri, koca binalar diktik üzerlerine. Kimsenin birbirini tanımadığı. İnsanların birbirlerinden kaçtığı, karşılaştığında bir selamı bile çok gördüğü modern evler inşa ettik. Yeni ihtiyaçlar çıkardık ortaya. Tükettik dostluğu, komşuluğu, arkadaşlığı. Mahalle arkadaşı kavramı kalmaz oldu çocuklarda. Eskiden sokakta birlikte düşüp dizleri kanayan çocuklar, oynarken önce kavga edip sonra sarmaş dolaş olan arkadaşlıkları bitirdik. Play Station başında aradık arkadaşımızı. Bir oyunun kahramanı oldu en büyük dostumuz. Ya onu yenmeye çalıştık ya da onunla bir olup gezegenimizi ele geçirmeye çalışan düşmanları. Ürettik ve tükettik.
Oyuncağa boğduk çocuklarımızı. Onlarda sığmadı dolaplara, kutulara. Biz aldıkça onlar biraz oynayıp bir kenara fırlatıp attılar. Onlar attıkça biz yenilerini aldık. Oyuncakları bile değersiz kıldık çocukların gözünde. Onları da sürekli tüketime en kısa sürede eskitmeye eğilimli kıldık. Aman evi dağıtıp kudurmasın da uslu uslu kitlensin televizyona diye saatlerce televizyon başında çizgi film bağımlısı olmalarına göz yumduk.
Sanki midemizin kapasitesi belli değilmişçesine donattık sofraları. Satın aldık her birinden bir parça tadına bakmak uğruna. Lüks restoranlara gidip kabarık hesaplar ödemek ve birilerine görünmek ayrıcalıklı kıldı bizi. Hatta tabağındaki yemeğin tamamını yemeden bırakmak görgülü, seçkin kıldı kimilerini. Müdavimi olduk gece kulüplerinin ve ardı ardına patlatılan şampanya şişelerinin, şov uğruna kırılan tabak çanağın, saçıp savrulan dolarların, atılan güllerin. En çok şampanya açtırmak ayrıcalıklı kıldı bizi.
Eskiden araba sahibi olmak bir ayrıcalıktı neredeyse. Yıllarca kullanılırdı bir araba. Çünkü amacı ulaşımı sağlamaktı kısmen güvenli kısmen rahat bir şekilde. Yıllarca değişiklik olmazdı modellerde, markalarda. Ama gün geldi insanların tüketim çılgınlığı olunca araba firmaları da yarışa girer oldular. Neredeyse her yıl değiştirilen modeller, yapılan makyajlar ile bir anda eski kılındı daha yeni saydıklarımız. Çoğu kimse bir iki yıldan fazla binmez oldu aynı arabaya. Yüz binlerce Euro verildi güçlü bir motora. Seçkinlik belirtisi oldu lüks arabalar. Bir başka davrandı size insanlar. Daha saygılı daha hürmetkâr.
Gelişmiş ülkelerde yüksek sosyeteyi genellikle akademisyenler, bilim insanları, yazarlar, düşünürler, sanatçılar, doktorlar, hâkim ve savcılar gibi önemli pozisyonlardaki kişiler oluştururken bizde şarkıcılar, türkücüler, futbolcular, magazinciler, mankenler ve modacılar yüksek sosyete oluverdi. Toplumca benimsenip, olması gerekenden fazla değer biçildi pek çok mesleğe. Durum böyle olunca da kimsenin çocuğu büyüyünce akademisyen, doktor ya da sanatçı olmak gibi bir hayalin peşine düşmedi tabiatıyla. Artist olmak, şarkı türkü söylemek, dizilerde oynamak istediler.
Doğal kaynaklarımızı da bilinçsizce tükettik. NTV’de yayımlanan habere göre Dünya Doğal Hayat Fonu’nun doğal kaynaklar üzerine yaptığı araştırma raporuna göre günümüzdeki tüketim çılgınlığının dünyanın sonunu hazırlamaktadır. Dünyanın doğal kaynakları üzerine bir araştırma yapan bilim adamları, başta Batılılar olmak üzere bütün ülkelere tüketim çılgınlığına son vermeleri çağrısında bulunuyor ve uyarıyor: Aksi takdirde 2050 yılına geldiğimizde yaşayabilmek için dünya gibi iki gezegene daha ihtiyacımız olacak. Dünya Doğal Hayat Fonu raporunun en çarpıcı bulgusu, tüketim oranları aynı hızla devam ederse 2050 yılında canlı yaşamının sürebilmesi için Dünya gibi 2 gezegene daha ihtiyaç duyulacağını gösteriyor. Araştırmalara göre son otuz yılda dünya üzerindeki doğal kaynakların üçte biri insanlar tarafından tüketildi. Denizlerdeki balıklar, atmosferdeki karbondioksiti yok eden ormanlar ve temiz su kaynakları hızla tüketiliyor. Raporun bulgularına göre, 350 memeli, kuş, balık ve sürüngen türü de soyu tükenme tehlikesiyle karşı karşıya. Araştırmalara göre ortalama bir Amerikalı, ortalama bir gelişmekte olan ülke vatandaşından 50 kat fazla çelik, 56 kat fazla enerji, 170 kat fazla kauçuk kâğıt, 5 kat fazla tahıl tüketmektedir. Kapitalizmin merkezindeki tüketiciler arasında da fark olduğunu görebiliyoruz. Uzmanlar doğal kaynakların bu kadar hızlı tüketilmesinin en önemli sebebinin Batılı ülkelerdeki yüksek tüketim oranları olduğunu belirtiyor. Rapora göre ortalama bir ABD vatandaşı bir İngiliz’in iki katı, bir Afrikalının ise 24 katı doğal kaynak tüketiyor. Doğanın dengesini de altüst ettik. Ekolojik dengenin bozulması, toprak erozyonu, orman yangınları ve ormanları bilinçli yok ediş, biyolojik çeşitliliğin azalması, temiz su kaynaklarının hızla kirlenmesi ve azalması, hava kirliliği, asit yağmurları, küresel ısınma ve küresel iklim değişikliği, radyoaktif kazalar ve atıklar, büyük kasırgalar, seller tüketim çılgınlığının etkileri olarak karşımıza çıktılar.
Sevgi ve saygıyı da tükettik. Beklentisiz iyilik yapmaz olduk neredeyse. Başkasında olana göz diktik hep. Paylaşma, yardımlaşma duygularımızı körelttik. Dert edinmedik kendimize bir başkasının derdini. Bizim için de dert oluşturana kadar. Hep başkalarına yükledik sorumlulukları, duyarlılıkları. Herkesten anlayış beklerken anlayış fakiri olduk çoğu zaman.
Tüketecek bir şeyimiz kalmadı sonunda, çünkü ömrümüzü tükettik. Üstelik geri dönüşüm kutusuna koyup da geri kazandırma şansımız da yoktu artık. En değerli şeyimizin zaman olduğunu unutup dizi üstüne dizi, yarışma üstüne yarışma ekleyip televizyon başında, internet ortamında yok yere saatlerimizi, gün ve gecelerimizi tükettik. Oysaki olmazsa olmazlarımız değildi tüm bunlar.
Öte Tarafta Ayrı Bir Dünya Daha Vardı Oysaki…
Birkaç yıl önce okuduğum bir haberde Dünya nüfusunun yarısına yakınının, günde 2 dolar veya daha az bir parayla yaşamaya çalıştığı açıklanmıştı. Uluslararası Çalışma Örgütü’nden yapılan açıklamada, 2 milyar insanın günde 2 dolar, bir milyar insanınsa yaklaşık 1 dolarla geçinmek durumunda kaldığına dikkat çekiliyordu. Örgütün basın açıklamasında, dünyanın en yoksul yüzde 20’siyle en zengin yüzde 20’si arasındaki uçurumun, son 40 yılda iki kat derinleştiği de vurgulanmıştı. Birleşmiş Milletler (BM) verilerine göre de Dünya nüfusunun yarısı, günde 2 dolardan az bir parayla geçinmeye çalışıyor. Dünya üzerinde, 1.2 milyar kişi ise günde 1 dolardan az parayla yaşamlarını sürdürmeye çalışıyor. Bu ise dünya nüfusunun yarısının günde 2 dolar ve altında bir gelir ile geçinmeye çalıştığı anlamına gelmektedir. Çoğu yerde insanların en büyük lüksü su kaynaklarına ulaşabilmek olabiliyor. Yine hatırladığım bir habere göre Amerika’daki golf sahalarının sulanması için sarf edilen su miktarının Afrika ülkelerindeki su sorunun büyük oranda çözebilecek düzeyde olduğuna dikkat çekiliyordu. Akıllara durgunluk verecek bu ve benzeri çarpıklıklar insanlığın büyük oranda duyarsızlaştığının bir delili olmaktadır.
Medeni! ülkeler yıllarca sömürdükleri, iliklerine kadar indikleri milletlere yüzyıllarca düzelmeyecek seviyede geri kalmışlık ve yoksulluk bıraktılar. Oysaki onların refah düzeyi ve zenginliklerinde bu insanların da hakkı vardı. Önce onlardan kepçe kepçe aldılar. Sonra bazen kaşıkla verip, çoğu zamanda verir gibi yapıp insanlık dersi verdiler tüm dünyaya. İnsanlığı da tükettik.

http://www.allah.web.tr/tuketti-bizi-tuketim-zihniyeti%E2%80%A6.html#more-568

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder