26 Nisan 2014 Cumartesi

Merdivenleri çıkarken
Orda olmayan bir adamla karşılaştım
Bugün de orda değildi
Keşke dedim
Keşke gitse

Hakkında

SESSİZ VİCDAN
Siz sessiz bir vicdana sahipsiniz. Bu şu anlama geliyor: Gelişmiş bir adalet duygunuz var ama bunu kimse ne görüyor ne biliyor. İçinde fırtınalar kopan ve dışardan sakin ve dingin görünen birisiniz. İnsanlardan uzak durmayı yeğliyorsunuz. Ama vicdani konularda sessiz kalmanız bazen insanların sizin adaletten uzak olduğunuzu düşünmesine yol açıyor.
Pek güçlü bir karakter değil. 
Anahtar kelimeler: Kararsız, tereddütlü, iradesiz. 
Puanınız, kendi yeteneklerinizle ilgili bir güven eksikliği ve şüpheyi işaret ediyor. Dünyayla barışık ve kaderinizden memnun olsanız da, bu potansiyelinizi yeteri kadar değerlendirmediğiniz anlamına gelir. Daha yüksek hedefler koymak ve hayatta başarılı olmak için, en az diğer insanlar kadar başarılı olmak için, en az diğer insanlar kadar yetenekli ve becerikli olduğunuzu anlamak, hatta kabul etmek size avantaj sağlayabilir.
FEDAKARLIK 
Siz fedakarlığa programlısınız. Kaderci ve vericisiniz. Sizin için aslolan sevmek; sevdiklerinizin kaderi size bağlıymış gibi abartılı bir sorumluluk duygusu içindesiniz. Hatta bu, bazen sevdiklerinizi ezecek kadar ağır basıyor. Onlar hep kendilerini size borçlu hissediyorlar.
Kesinlikle çevrenizle çok uyumlu birisiniz. İnsanlarla rahat iletişim kurmak, yanlarında kendinizi huzurlu hissetmek sizin için son derece önemli. Dikkat etmeniz gerekenler: Tüm gücünüzü insanlara ayırmayın, kendinizle ilgilenmek için de zaman yaratın. Seveceğiniz bir kitap, güzel köpüklü bir banyo ya da doğayla baş başa bir yürüyüş. Tüm bunlar biraz rahatlayıp kendinizle baş başa kalmanızı sağlayacaktır.
İçedönük - Hassas - Kolay etkilenen: Kendinizle ve çevrenizle ilgili düşüncelere etrafınızdaki çoğu kişiden daha sık ve daha derin bir şekilde dalıyorsunuz. Üstünkörü hareketler ve konuşmalardan nefret ediyorsunuz. Geyik muhabbeti yapmaktansa yalnız kalmayı tercih edebiliyorsunuz. Ama yakın arkadaşlarınızla olan ilişkileriniz o kadar kuvvetli ki bu da size ihtiyacınız olan uyumu ve gücü getiriyor. Yine de yalnız başına kalmaktan hiç sıkılmıyorsunuz.


24 Nisan 2014 Perşembe

Kaf suresi 16. ayet

Andolsun insanı biz yarattık ve nefsinin ona ne fısıldadığını biliriz, çünkü biz ona şah damarından daha yakınız. Onun sağında ve solunda oturan iki alıcı (melek), yanında hazır birer gözcü olarak söylediği her sözü zaptederler.”
[Kur’ân-ı Kerim; Kaf, 16-18]

23 Nisan 2014 Çarşamba

Nihilizm ve Furkan Suresi

Dilimize “hiççilik” olarak çevrilen nihilizm bilhassa 19.yy’da önem kazanmış felsefi akımlardan birisidir. Kısaca anlatmak gerekirse bu akım, hayatın herhangi bir anlama sahip olmadığını, Allah inancının, özgür iradenin ve gerçek bilginin geçersizliğini savunur. Hayat hakkında hayli karamsar bir resim çizen bu görüş hayatta hiçbir anlam olmadığını iddia etmiştir.
Esasen nihilistlerin görüşleri radikal gibi gözükse de kendi içinde tutarlı oldukları söylenmelidir. Yani eğer Allah yoksa hayatın bir anlamının olmayacağını söyleyerek nihilistler doğru bir noktaya parmak basmışlardır. Bir inanan da Allah olmasa hayatın anlamsız olacağını düşünmelidir. 200 yıl sonra toprak olacağını, hatta çocuğunun, torununun da yok olacağını bilen bir insanın para ve dünyevi hırslar peşinde koşması ne denli rasyoneldir? Ben yok olacağım ama yok olmayacakmış gibi davranayım demek akılla bağdaşır mı? Ya da 100,000,000,000 galaksinin bir tanesi olan Samanyolu’nda, Güneş denen ufak bir yıldızın etrafında dönen Dünya isimli gezegende, uzayın ömrüne kıyasla neredeyse bir saliselik bir ömür süren insanın hayatını değerli görmesi mümkün müdür?
Elbette hayır. Bu nedenle, Allah ile ilişkilendirilmediği sürece her uğraş boş olmaya mahkûmdur. Furkan Suresinin son ayeti sanki bu duruma işaret ediyor:
“De ki: ‘Duanız yoksa, Rabbim sizi ne yapsın?’”
Furkan Suresi 77. Ayet
Gerçekten de öyle. Bizi anlamlı kılan tek şey Allah’a yönelmemizdir. Allah dışında hiçbir şey bu yaşamı anlamlı kılamaz. Çünkü O’nun dışında her şey yok olacaktır. O halde yapılması gereken hayatın anlamını bilerek yaşamaktır. Bir inanan, hayatın anlamını her an hissetmeli, Allah ile ilişkilendiremediği uğraşların boş işler olduğunu bilmelidir. Yoksa, bu dünyanın Allah olmadığında anlamsız olacağını fark eden nihilistlerden daha tutarsız oluruz.

http://www.diniyazilar.com/2011/10/nihilizm-ve-furkan-suresi/

Ve Tanrı Erkeği Yarattıktan Sonra Havva’yı Yarattı

...
Endişe ve şüphelerin arasında sıkışmış ve kaybolmuş olurlar. Endişe küpün dolunca insanlar sana gelmezler. Çünkü yenilerini eklemek istemezler. Arada bir endişe küpünü boşaltmak gerekir, yoksa herkesten uzaklaşırsın. Gözlerine baktığında bir sürü yüz görürsün. Hatırlarsın birçok geçişi. Kapınız çaldığında gelenin kim olduğunu anlamanız için bir başkasına ihtiyaç duymazsınız. Belki de bu yüzden Tanrı erkeği yarattıktan sonra Havva’yı yarattı. Herkesin konuşacak, yükü omuzlamanıza yardımcı olacak birine ihtiyacınız olduğunu biliyordu. 
...
http://kayipzamaninpesinde.blogspot.ch/

22 Nisan 2014 Salı

20 Nisan 2014 Pazar

Analitik Düşünceden Sistem Düşüncesine


Karıncaları tek başlarına veya üç-dört kişilik gruplar halinde yaşarken düşünebilir miyiz? Birkaç arının kovandan ayrılıp kendi başlarına yaşayabileceği ihtimali aklımıza yatar mı? Trilyonlarca hücreden oluşan kompleks bir organizmadan bir veya birkaç hücrenin ayrılıp tek başlarına hayatlarını devam ettirebilmesi mümkün müdür? 
Arılar ve karıncalar izole halde hayatlarını sürdüremezler. Fakat birarada, kalabalık bir cemiyet hâlinde iken, hem fıtrî hayat düzenlerini yaşarlar, hem de tek bir fert iken sahip olduklarına göre daha üstün, kolektif bir zekâ ve kâbiliyet ortaya koyar, kompleks bir organizmanın hücreleri gibi davranır, görevlerini tam olarak yaparlar. Daha doğrusu bu ikisi birbirinin lâzımı ve tamamlayıcısıdır: topluluk (sistem) içinde fonksiyon görebilmek için yaşamak, yaşayabilmek için de topluluk içinde yeralmak ve onun bir parçası olarak fonksiyon görmek. 

Hücreler dokuları, onlar organları, bu sonuncular da bütün bir organizma sistemini oluşturur. İnsan gibi kompleks bir organizmadan parmak gibi bir organeli bile kopardığımızda, bunun tek başına bir mânâ ifade etmediğini ve zâten hayatiyetini sürdüremediğini görürüz. Yani her bir organ, ancak organizmanın bir parçası iken ve organizmanın diğer her bir parçasıyla sağlıklı bir etkileşim hâlindeyken aslî fonksiyonunu yerine getirebilir, dolayısıyla bir mânâ ifade eder. 

Aslında hücre de başlı başına bir sistemdir. Gerek kompleks bir organizma sisteminin bir parçası (alt-sistemi) şeklinde olsun, gerekse protozoa gibi tek hücreli (unicellular) müstakil bir mikroorganizma sistemi şeklinde olsun, hücre kendi içinde birbirleriyle ilişkili alt-sistemlerden oluşan, anlamlı işleyişe (belli gayeye) sahip bir bütündür. Ve her iki durumda da, hücre, hayatını devam ettirebilmek için gerekli madde ve enerjiyi dışarıdan alan açık bir sistemdir. 

Yazımızın başlığına bakarak analitik düşünce metodunun artık geçmişte kaldığı, bunun yerini sistem düşüncesinin aldığı gibi bir hükme varılmamalı. Analitik düşünce metodu, ele aldığımız konu ne olursa olsun, bir şeyi en sağlıklı anlama yoludur, fakat yine de tek başına yeterli değildir; sistem düşüncesinin bir parçası, bir aşaması olmak zorundadır. Çünkü fizikî Kâinat, başta kendisi en büyük sistem olarak, iç-içe sistemlerden oluşur; burada analiz etmek, yani ufak cüzlerine varıncaya kadar ayırıp gerçekliğine en yakın şekilde anlamak istediğimiz her nesne, büyüklüğü ne olursa olsun, bir sistemin parçasıdır ve asla dışarıya kapalı, bağımsız ve izole halde değildir; meselâ, tek başına yaşayabilen bir tek hücreli canlı da, içinde yaşadığı okyanus sisteminin bir parçasıdır. Dolayısıyla bu kâinatta her bir nesneyi yapısı ve fonksiyonuyla doğru anlamak, onun ait olduğu sistemi gözeterek mümkündür. Bu durumda öncelikle analitik ve bunun tamamlayıcısı olarak sistemik düşünce metodunu kullanmak, hatta analitik yaklaşımda bulunurken bile sistem anlayışını elden bırakmamak (sistem içinde analitik olmak) gerekiyor. Aynı şekilde, hiçbir sistemi ve işleyişini de, parçalarını analiz etmeden sağlıklı şekilde anlayamıyoruz. 

Analitik düşünce: tek tek parçaları anlayarak bütünü gör(eme)mek 
Geleneksel analiz metodları, incelenen nesne veya hâdiseyi tek tek müstakil parçalarına ayırmak şeklindeydi. Aslında "analiz" kelimesinin kökü "parçalarına ayırmak" anlamına gelmektedir. Analitik düşünce metodunu Batı'da ilk defa geliştiren René Descartes oldu. Bu, bir bütünün (sistem) işleyişini, onu oluşturan kısımların özelliklerinden yola çıkarak anlamaya dayanıyordu ve bunun için de onu kısımlarına (parçalarına) ayırıyordu. Canlı organizmaları da içine alan maddî kâinat Descartes'e göre en küçük kısımlarıyla analiz edilerek anlaşılabilecek bir makineydi. Descartes'ın bu yaklaşımı şumüllü bir sistem düşüncesi değildi tabii ki. 

Sistem düşüncesi: parçaları kendi aralarındaki etkileşimlerle anlayarak bütünü görmek 
İncelenen sistemi, en küçük parçalarına kadar ayırarak anlamak yerine, sistem düşüncesi birbirlerine bağlı ve bağımlı olan bu parçalar fonksiyon halindeyken, yani aralarındaki etkileşimleri dikkate alarak sistemi anlamaya çalışır. Çünkü kâinatta her nesne bir sistemin parçası olduğundan, sistem düşüncesi incelenen nesnenin sistemin diğer parçalarıyla nasıl etkileşimde bulunduğu üzerinde odaklanır; zira sistemin davranışı bütün bu etkileşimler sonucunda ortaya çıkar. Sonuçta bu yaklaşım geleneksel analiz şekillerinden oldukça farklı sonuçlar verir; özellikle incelenen nesne dinamik ve kompleks bir karakter arzettiğinde; meselâ Yerküre sistemi gibi. Buna bir başka misâl insanla ilgili olarak verilebilir. İnsan denilen karmaşık sistemin en önemli alt-sistemlerinden olan beynin tam olarak nasıl işlediği, onu insandan ayırıp analiz ederek anlaşılamaz. Ayırmamızla gelen ölüm, beynin canlı haldeyken nasıl işlediğini anlamamıza imkân vermez. Beyin faaliyetteyken üzerinde incelemeler yapan PET (Positron Electron Transmission) gibi teknikler ise onun işleyişini anlamada asla yeterli olamamaktadır. 

Bir büyük sistem: Kâinat 
Kâinat bir büyük sistem. Onun içinde, diğer her bir galaksi gibi Samanyolu da bir (alt)sistem. Onun bir parçası olarak, Güneş ve etrafındaki gezegenlerin oluşturduğu Güneş sistemi de öyle. Yerküre de bir sistem. Onun içinde, onun birer parçası olarak aralarında sürekli etkileşimde bulunan atmosfer, okyanuslar, tabiat vs de birer ayrı alt-sistem. Bir karınca kolonisi veya bir arı kovanı tabiat içinde daha küçük birer alt-sistem. İnsan organizması da başlı başına bir sistem (bize ışık tutan büyüklerin, "insan küçük bir kâinat, kâinat büyük bir insan" sözünü hatırlayalım). 

Fakat Kâinat'ı hariç tutarsak, bunların herbiri açık sistem. Çünkü yapı ve fonksiyonlarıyla varlıklarını devam ettirmeleri, kendilerini de içine alan, bir parçası oldukları daha üst-sistemler içinde görevlerini sağlıklı yapmalarına, başka bir deyişle, diğer alt-sistemlerle olan sağlıklı etkileşimlerine bağlı. Güneş sistemi, benzer birçok yıldız sistemiyle birlikte ve onlarla sağlıklı etkileşimde bulunarak Samanyolu galaksi sistemi içinde varlığını devam ettiriyor. Böylece Samanyolu sistemi arızasız işliyor. Yerküre de Güneş sisteminin bir parçası olarak, bu sistemdeki diğer gezegenlerle hem fizikî çekim ilişkisini devam ettiriyor, hem de yeryüzündeki hayat Güneş'ten gelen ışık ve ısıya bağlı olarak devam ediyor. Sonuçta Dünya çok tipik bir açık sistem. 

Dolayısıyla, bir sistem kapalı olamaz. Kapalı hâle geldiğinde hayatiyetini belli bir süre sonra yitirir. Bütün sistemler açıktır, açık olmak zorundadır. Bunun tek istisnası Kâinat'tır, çünkü onun etkileşime gireceği ve beslenebileceği ikinci bir kâinat göstermedikçe onu açık kabul edemeyiz. İkinci veya daha başka kâinatlardan sözedilecekse, bu takdirde bunların oluşturduğu en büyük Kâinat ne ise (çünkü bir yerde durmamız gerekiyor), o açık olamaz artık. Sebepler açısından diyebiliriz ki, en büyük kâinat en büyük üst-sistemdir, etkileşim kuracağı bir dengi ve bununla birlikte içinde yeralabileceği daha büyük bir üst-sistem yoktur, bu yüzden de kapalıdır. Kapalı olduğu halde, "iç ahengini, düzenini ve hayatiyetini" sebepler üstü ve sebepler Yaratıcısı bir Müsebbib-ûl esbab, bir Hayy u Kayyum ve bir Kadîr-i Mutlak'ın takdiriyle sürdürmektedir. 

Buradan da anlıyoruz ki, sistem olarak vasıflandırılabilecek bir bütün, ancak anlamlı bir iç ahenk ve dayanışmayla varlığını devam ettirebilir ve görevini yerine getirebilir. O halde insan olarak bizler de, kurduğumuz beşerî sistemlerde buna dikkat etmeliyiz. 

Meselâ bir fabrika, şirket veya herhangi bir hizmet kurumu da birer sistemdir. Sistemi oluşturan parçaların (alt-sistemlerin) ve fertlerin rolleri ve ağırlıkları farklı olabilir. Fakat burada önemli olan husus, bir yandan parçaları temsil eden fertlerin sistem (veya bütün) içindeki yerlerinin bilincinde olması, diğer yandan da, sistemin bütününden sorumlu olanların hem tek tek her parça ve ferdin sistem içindeki fonksiyonunu iyi bilmesi, hem bunların görevlerini hakkıyla yapmasını sağlaması, hem de sisteme yukarıdan kuşbakışı bakabilmesinin gerekliliğidir. 

Sistem olarak vasıflandırılmayı hak etmiş sağlıklı işleyen bir bütünün içindeki parçalar yapı ve fonksiyonlarıyla artık o sistemin ayrılmaz birer parçasıdırlar. Sözgelimi bir büyük şirketin muhasebe bölümünü çıkarıp atamayız. Eğer bu bölümü izole edip dışarıya koyarsak tek başına hiçbir mânâ ifade etmez. Aynı şekilde şirketin de muhasebe bölümü olmaksızın varlığını devam ettirebileceğini düşünemeyiz. Herhangi bir fabrikanın belli bir bölümünü de fabrikadan ayıramayız. Bunu yaparsak, ne o bölüm tek başına bir işe yarar, ne de fabrika sağlıklı üretim yapar. Parçalar bu yüzden çok önemlidir. Fakat parçalar birarada çalışıyor iken anlamlıdırlar ve sistemin gâyesine hizmet ederler. Bir başka önemli nokta, sistemin parçalarını temsil eden veya çalıştıran insanların geçici olduğu hakikatidir. Birbirleriyle uyumlu çalışmaya mahkum olan parçalarla bunların yapı ve fonksiyonları ise kalıcıdır, öyle olmak zorundadır (kalıcı derken statik değil, değişime açık, dinamik bir kalıcılıktan sözediyoruz). Dolayısıyla insanlar da en azından sisteme karşı sorumluluklarının bir gereği olarak birarada ve uyum içinde çalışmayı öğrenmeye mecburdurlar. 

Beşerî bir sistem: toplum 
Toplum da bir sistemdir ve onun sağlıklı işleyişi sonsuz denecek sayıda faktörün kendi aralarındaki karmaşık etkileşimlere bağlıdır. Toplumun varlığını sağlıklı bir şekilde devam ettirmesi herkes tarafından istenir; hem tek tek fertler, hem aileler, hem de bütün bir toplum ister bunu. Fakat toplum çok sayıda, farklı büyüklüklerde ve herbiri neredeyse birer ayrı âlem olan parçalardan meydana gelmiş oldukça dinamik, değişken (sosyoloji biliminin en önemli araştırma konusu toplumsal değişme denilen bu hakikattir), ve belki de en karmaşık beşerî sistem olduğundan burada arıza çıkma ihtimali ve sıklığı daha yüksektir. Kâinat, yerküre veya tabiat ilâhî iradeye boyun eğmiş, dakik işleyen, umumî ahengin rüzgarına uygun hareket eden, ve görevini aksatmadan yerine getiren parçalardan müteşekkil fizikî sistemlerdir. İnsan ve insan toplumları ise, hem Ferd ve Ehad isimlerinin insan için tecellisinin bir gereği olarak farklı düşünüp farklı davranışlar sergileyebildiklerinden, hem de imtihan sırrınca, seçme, tercihte bulunma hatta isyan etme hürriyetine sahip kılınmış sistemler olduklarından bunların arızasız çalışması düşünülemez. 

Bu hikmete binaen, bir toplumda bazı insanlar herhangi bir sebepten dolayı çeşitli sıkıntılarla karşı karşıya kalabilirler. İşte, yukarıda ele almaya çalıştığımız sistem mantığının bir gereği olarak, bu insanların sıkıntısının diğerleri tarafından hissedilmesi ve giderilmesi beklenir ki o sistem sağlıklı işleyişini sürdürsün. Hz. Peygamber'in (sas) yerleştirdiği ve günümüze kadar yaşatılan bu sistem anlayışı insanları bir organizmanın uzuvları gibi kabul eder; uzuvlardan herhangi birisi bir sıkıntıya mâruz kaldığında bunu diğerleri de hisseder. 

Fakat bu düstur bilhassa günümüzde tam anlamıyla hayata geçmiyor. Çünkü insanların, ailelerin ve diğer toplumsal alt-sistemlerin çevreleri, dünya görüşleri, hayattan beklentileri ve niyetleri farklılıklar arzediyor, ayrıca zaman içinde de değişiyor. 

Dolayısıyla, pratik işleyişte mutlak denge veya sağlık hâli olmaz. Teorik denge hâli etrafında gidip gelmeler olur ve bunlar belli sınırı geçmedikçe, sistemin genel işleyişini etkilemez, arada eritilir ve sistemin tolerans yeteneğiyle telâfi edilir; böylece biz durumu dengeli veya sağlıklı hâl olarak nitelendiririz. 

Ne zaman ki problem büyür, meselâ toplumun bazı kesimlerinde hem sıkıntılı insanların sayısı artar, hem de bizzat sıkıntılar ağırlaşır ve belli bir sınırı aşar, bu durumda sistemin sözkonusu parçasındaki ârıza belirginleşir ve diğer parçaları, sonuçta da bütün sistemi tehdit eder hâle gelir. Bu durumda sistemin tolerans yeteneği bunu telâfi etmekte zorlanır (eğer problemi çözmek istiyorsa yine de başarabilir). Fakat sistemi oluşturan diğer alt-sistemler ve genel olarak sistemin kendisi sözkonusu probleme karşı duyarsız kalırlarsa, zaman içinde problemli alt-sistemde kangrenleşme başlar ve sonuçta ya kangrenleşmiş uzuv kesilmek zorunda kalınır, ya da, eğer çok geç kalınmışsa bütün bir sistem çöker, hayatiyetini yitirir. Kangrenleşmiş uzvu kesmek de problemin çözülmesi anlamına gelmez. Karşımızda artık sakat kalmış, normal işleyişini yitirmiş bir sistem vardır ve buna sistem demek ne kadar doğrudur, bu da ayrı bir bahistir. 

Burada, klasik analiz metodlarının toplumu anlamada yetersiz kalacağını da belirtmeliyiz. Tek tek fertleri inceleyerek toplumu anlamaya çalışmak hem kolay hem de sağlıklı değildir. Çünkü fertler gerçek anlamda ancak toplumdaki diğer fertlerle ilişki halindeyken, yani toplum hayatı içinde (sistemin işleyişi sırasında) tanınabilirler. Böyle, istenmeyen bir belirsizlikle karşılaşmamak mümkündür. Onları güzel ahlâka, analitik ve sistemik düşünce yapısına sahip fertler olarak geleceğe hazırladığımız takdirde, sağlıklı işleyen, kendisiyle barışık bir toplumla karşılaşacağımızı tahmin etmek zor olmasa gerek. Aksine, toplumsal ilişkiler zorlaştığında ise, toplumu anlamak ve toplum olarak dönüşmek de zorlaşmaktadır. 

Bugün insanlık olarak, karşımızdaki en önemli meselelerden biri, beşerî sistemlerin, en başta da toplumların genellikle sağlıklı işlemediği gerçeğidir. Çünkü toplum sistemini meydana getiren tek tek fertlerin çok büyük kısmı sistem düşüncesi kavramını en azından teknik bir gerçek olarak göremediklerinden, birbirlerinin uzvu gibi davranamamaktadırlar. Çözüm ise, insan ve sistem hakikatini en kâmil mânâda temsil ve Kâinat sistemini şerh eden Peygamberlerle gelen mesajdadır. Çünkü Kâinat'ta tecelli eden ve dünya üzerinde hiçkimsenin kayıtsız kalamayacağı sistem hakikati Tevhid'in ta kendisidir. 

Bediüzzamanda Sistem Düşüncesi 
Bediüzzaman, Yirmiikinci Söz'ün Yedinci Lem'a'sında hem sistem düşüncesine ait mânâyı, hem de Kainat'ta sistemlerin içiçeliğini yaklaşık bir asır önce çok veciz şekilde ifade etmektedir: 

"Bakınız! Göklerde ve Yer sahifeleri üstünde Ehadiyet mührü göründüğü gibi, bütün bir kâinatın büyük sahifesi üzerinde de pek açık bir sûrette Tevhid mührü görünmektedir. 

Evet, bu âlem pek muhteşem bir saray veya muntazam bir fabrika veya mükemmel bir şehirdir. Bu kâinat fabrikasının parçaları, ferdleri ve envâı, âlat ve edevatı arasında hakîmâne bir muarefe ve tanışmak ve dostâne bir mükâleme ve konuşmak ve pek kerîmâne bir muavenet ve yardımlaşmak vardır ki, çok sür'atli bir şekilde pek uzun mesafelerden birbirinin sesini işitir ve ihtiyacını görür gibi derhal imdadına yetişir, ihtiyacını defeder. Evet, semadaki gökcisimleri ve yıldızların birbirine ve Arz'a verdikleri ışık, ısı, bilhassa Arz'a yaptıkları sair yardımlarını görüyorsunuz. Ve kezâ, bulut ile Arz arasında cereyan eden su alış verişine bakınız ki, Arz, suyu buhar şeklinde buluta veriyor, bulut da kendi fabrikalarında lâzım gelen ameliyatı yaptıktan sonra buz, kar, yağmur şeklinde iade ediyor. Sanki o cansız maddeler, lisan-ı halleriyle telsiz telgraf gibi birbiriyle konuşuyor ve yekdiğerine arz-ı ihtiyaç ediyorlar. Bilhassa bütün o ecram âdeta el ele vermiş gibi, tam bir ciddiyetle canlılara lâzım olan şeyleri tedarik etmek hizmetinde çalışıyorlar ve bir Müdebbir'in emrine bağlı olup bir gayeye teveccüh ediyorlar. 

Evet, şu yardımlaşma kanununa uyarak şems, kamer, gece ve gündüz, yaz ve kış taraflarından yapılan yardımlar sayesinde, şu hayvanların erzakını yetiştiren bitkiler izn-i İlâhî ile meydana gelir. Hayvanat da emr-i Rabbânî ile beşerin ihtiyacatını yerine getirir. Bal arısıyla ipek böceğinin insanlara yaptıkları yardımlar, bu dâvâyı ispat eder. Evet bu gibi cansız maddelerin yekdiğerine yaptıkları şu yardımlar, pek âşikâr bir delildir ki, onlar Kerîm bir Müdebbir'in hademesi ve amelesi olup O'nun emriyle, izniyle iş görürler". 

Aynı Söz'ün Dokuzuncu Lem'asında ise, sistemin tevhidî bir işleyiş mânâsına geldiği misâllendirilmektedir: 

"...Evet, bir tarlaya tohum ekilmesinden anlaşılıyor ki, o tarla tohum sahibinin mülküdür. Ve o tohum da, o tarla sahibinin malıdır. Yani o buna, bu da ona şehadet ediyorlar. 

Kezalik, kâinattaki masnuat (yaratılan bütün varlıklar), tohum gibidir. Âlem ve anâsır da tarla gibidir. Her iki tarafın lisân-ı halleriyle ettikleri şehadete göre, masnuat ile âlem-i anâsır, yani tohum ile tarla ve muhît ile muhat (hep) bir Sâni-i Vâhid'in yed-i tasarrufundadır. Demek edna bir mahlûka yapılan tasarruf-u hakikî ve zayıf bir mevcuda edilen tevcih-i Rubûbiyet, âlem ve ânasır kabza-i tasarrufunda bulunan Zât'a mahsus olduğu gibi, herhangi bir unsurun da tedvir ve tedbiri, bütün hayvanat ve nebatatı kabza-i Rububiyetinde tutup terbiye eden aynen o Zât'a mahsustur. İşte tevhid mührü dediğimiz budur. 

Eğer birşeyi sahiplenmeye niyetin varsa, meydana çık, kendini tecrübe et, bak ne söylüyorlar! En cüz'i bir fert: 'Ancak nev'imi (türümü) yaratan, beni yaratabilir' diyor. Çünkü, efrad arasında misliyet vardır. Ve arzın her tarafında dağınık bir sûrette bulunan en küçük bir nev'i: 'Beni yaratabilen ancak arzı yaratandır' söylüyor. 

Arz'a bak ne söylüyor! Sema ile aralarında alışverişi bulunduğu için: 'Beni halk edebilen, ancak bütün kâinatı halkeden zâttır' diyor. Çünkü, aralarında tesanüd (dayanışma) vardır." 

Canlı Organizmadaki Sistemik İşleyiş 
İnsan vücudu herzaman kanserli hücre üretir, fakat bunlar hemen alarma geçen sistemin savunma mekanizması tarafından çoğalmadan ortadan kaldırılır ve biz vücudun sağlıklı işleyişi içinde bunları farketmeyiz. Fakat, herhangi bir sebepten dolayı savunma mekanizması görevini yapamayınca kanserli hücreler çoğalır. Sistem açık olduğundan, yani dış müdahaleleri kabul ettiğinden kemoterapi ve radyoterapi uygulanabilir. Fakat yine de kanserli hücreler elimine edilemez veya vücud için yararlı unsurlar hâline dönüştürülemezse bu durumda kanser tek tek hücreler seviyesinden daha üst seviyelere, organlara sirayet edebilir. O zaman cerrahî müdahaleden başka bir yol kalmaz. Ölüm riski ortadan kalksa bile, bu, sistemin eski sağlıklı işleyiş hâlini kaybetmesi demektir. Bazen cerrahî müdahale de sonuç vermez ve sistem ölüme gider. 

http://www.sizinti.com.tr/konular/ayrinti/analitik-dusunceden-sistem-dusuncesine.html

Analitik Düşünme Yeteneği


Türk eğitim sistemi, merak eden, sorgulayan, aldığı yanıtların doğru olup olmadığı ya da kesin olup olmadığı üzerinde duran, aldığı yanıtla tatmin olmayınca araştıran insanlar yetiştirmeye yönelik olarak kurgulanmış bir eğitim sistemi değil. En baştan sorgulanması doğru olmayan alanlar belirleniyor ve daha küçücük yaştayken bunlar çocuğun beynine işleniyor ve o zaman da merak etme, araştırma, aldığı yanıtla tatmin olmayıp derinleşme gibi yetenekler kısıtlanmış oluyor. Kısıtladıklarımız analitik düşünmenin başlangıç noktaları. Nedenler, niçinler, nasıllar, neden - sonuç ilişkileri kurulamayınca kabuller, ön yargılar, büyüklerin dedikleri doğrudur yaklaşımları, söz uçar yazı kalır deyişleri ön plana çıkıyor. Öyle olunca da toplum sürekli kendini tekrarlayan dogmaların esiri oluyor.
Avrupa’yı ortaçağda bir karabasan gibi saran bu dogmatik yaklaşım tarzı sonunda cadılık gibi saçma sapan bir saplantıyı toplumsal bir teori düzeyine kadar taşımıştı. Avrupa’nın bu beladan bu saplantılardan kurtulması dinde reformun getirdiği aydınlanma çağıyla oldu. Oysa ortadoğu, tam tersine başlangıçta bilime yönelik bir yapı taşırken iş fizik bilimlerden sosyal bilimlere dönmeye başlayınca analitik yaklaşımı terk ederek kabuller yaklaşımına döndü. Ortadoğuda bu yapıdan çıkışa yönelik ilk ve tek adım Mustafa Kemal Atatürk hareketidir. Onun da tamamlanamadığı bugünlerde çok daha net bir biçimde görülebiliyor.

Analiz yapamayan insanlar senteze de varamazlar. Yani bütünü göremezler. Hep bölük pörçük parçaları görür ama resmi bir türlü bütünleyemezler.

Analitik düşünceye nasıl ulaşılır? Asıl konumuz bu sorunun yanıtını verebilmek. Çoğu insan matematik çalışmanın analitik düşünme yeteneği kazandırdığı düşüncesindedir. Eğer bu görüş doğru olsaydı bizim insanlarımızın analitik düşünce yapısına sahip olması gerekirdi. Çünkü bizim çocuklarımıza üniversite giriş sınavları da hedef alınarak en çok matematik ve fen bilimleri öğretiliyor. Okullarda, kurslarda, dershanelerde hep bu derslere ağırlık veriliyor. Ama sonuçta Çinlilerin birinci olduğu analitik matematik yarışmasında bizim çocuklar sondan ikinci oluyorlar. Çünkü uluslararası sınavlarda ezber dışı sorular soruluyor. Formülü yazmak yetmiyor, oradaki filanca harfin ne anlam taşıdığını da yanıtlamak gerekiyor. Bizimkiler formülü herkesten önce yazsa da harfin anlamı konusunda takılıp kalıyorlar.

18 Nisan 2014 Cuma

Jean-Paul Sartre Kimdir?

Ünlü Fransız yazarve düşünür. Felsefi içerikli romanlarının yanı sıra her yönüyle kendine özgü olarak geliştirdiği Varoluşçu felsefesiyle de yer etmiş; bunların yanında varoluşçu Marksizm şekillendirmesi ve siyasetteki etkinlikleriyle 20. yüzyıl'a damgasını vuran düşünürlerden biri olmuştur. O, her şeyden önce bir anlatıcı, denemeci, romancı, filozof ve eylemci olarak yalnızca Fransız aydınlarının temsilcisi olmakla kalmamış, özgün bir entelektüel tanımlamasının da temsilcisi olmuştur.
Sartre'ın Varoluşçuluğu:

Varoluşçuluk, esas olarak 17. yüzyıldan beri var olmakla birlikte, gerçek ününü ve daha cok da popülaritesini Sartre ile birlikte kazanmıştır. 20.yüzyılda, Martin Heidegger gibi kendine özgü ve yetkin varoluşçu filozoflar söz konusu olmakla birlikte, bir felsefe olarak varoluşçuluk asıl etkisini Albert Camus ve özellikle de Sartre ile birlikte göstermiştir. Sartre, varoluşçu felsefenin hem felsefi hem de siyasal alandaki taşıyıcısı, uygulayıcısı olmakla bir entelektüel ve filozof olarak ayrı bir yer edinmiştir.Varoluşçuluğun, geriye doğru gidildiğinde Blaise Pascal'a kadar uzayan bir geçmişe sahip olduğu görülür; bu belli bir sekilde anlasilan varolusculuk anlamında bir felsefe egilimdir elbette, yoksa varolusculugun argümanlarinin bir kismini, nüve halinde ya da perspektif düzleminde de olsa cok daha öncelerde, örnegin Sokrates felsefesinde, kutsal metinlerde vb, de bulunmaktadir. Ama bir felsefe egilimi olarak Varolusculugu Pascal ile birlikte ele alip degerlendirmek yaygin bir tutumdur felsefe tarihi incelemelerinde.Daha sonralari, Soren Kierkegaard tam olarak belli bir sekil verir varolusculugun anlasilmasinda. Buna göre dünyadaki insanin varolusu bir problematiktir ve felsefenin sorusturulmasi bunun üzerine yürütülmelidir. ise, modern varoluşçuluğun kurucusu olarak kabul edilir. Varoluşçuluk öyleki hem edebiyat alaninda hem de felsefe alaninda etkili olmus ve cesitli sekillerde temsilcilerini bulmustur. Friedrich Nietzsche, Martin Heidegger, Albert Camus, Dostoyevski varolusculuk dendiginde akla gelen ve modern varolusculugun temsilcileri olarak incelenen isimlerdir.Sartre'ın, varoluşçuluğunda ilk olarak görülen, insanın önceden-tanımlanmamış bir varlık olarak ele alınmasıdır. İnsan kendi yaşamını ya da tanımını kendi kararlarıyla verecektir. İnsanın içinde bulunduğu koşullar içinde yaptığı tercihleri onun kim olacağını ve ne olacagını belirler. Bu, "varoluş özden önce gelir" sözünün anlamıdır. İnsan önceden-zaten-belirlenmiş bir öze sahip değildir, daha çok o özünü kendi eyleyişleriyle gerçekleştirecek, yani varoluşunu şekillendirerek özünü ortaya koyacaktır. Kahraman ya da alçak olmak, insanın kendi yaptıklarıyla ilgili bir sonuçtur. Bu anlamda varoluşçu felsefede insanın etik bir varlık olarak sekillendirildiği, ama bununda siyasalı yadsımayan bir etik oldugu görülür. İnsan belirli bir bütünlügün içine doğmuştur, burada belirli bağımlılıkları vardır ve bu bağımlılıklar içinde bazı kararlar vermek zorundadır yaşamı boyunca. İşte bu kararlar insanın varoluşunun gerçekleştirilmesidir. Bu anlamda Sartre varoluşçuluğu genelde sanıldığının aksine ve varoluşçu edebi metinlerde görülen karamsarlığa rağmen iyimser bir felsefeolarak değerlendirir. Özgürlük ve bağımlılık arasında tuhaf bir ilişki kurulur bu felsefede, öyleki, insan kendi özgürlüğüne de mahküm edilmiştir, denilir. Kendi kararlarıyla ve tercihleriyle özgürlügünü gerçekleştirmek zorundadır.Öte yandan varoluşçuluk belirtildigi gibi iyimser bir felsefedir ve özünde hümanisttir. Hümanizm Sartre'ın felsefesinde önemli bir yöndür. 20.yüzyılın ikinci yarısı özellikle Hümaizmin kuramsala ve felsefi olarak reddedilmesi ve eleştirilmesi olarak ortaya çıkmış olmasına ve bunların çoğunluğunun Fransa kaynaklı olmalarına rağmen, Sartre ısrarla, özgül bir şekilde anladığı anlamda Hümanizmi vurgular kendi felsefi konumunu ifade etmek için. Varoluşçuluk Hümanizmdir'der Sartre ve bu şekilde bir metni vardır.
Bulantı

Bulantı, Sartre'ın aynı adlı kitabı olmasının yanı sıra, terim olarak da Sarte'ın varoluşçu felsefesini ifade etmektedir. Dünyanın kendinde varlığı (" kendinde şey "), insana bulantı duygusu verir; cünkü gerceklik, yani varlıklar ne iseler o olarak orada öylece ve anlamsız bir şekilde dururlar. Bilinç ise, " kendi-için-şey " dir, ve o hiçlikle ortaya konur. Sartre, felsefi olarak "Varlık ve Hiçlik" kitabında bu noktaları açıklar. Daha sonra da Bulantı'da edebi bir metin olarak konuyu somut biçimde değerlendirir.Bulantı romanının kahramanı Antoine Roquentin'dir. İlk kez yerde gördügü bir taş parçasını eğilip almak istediğinde bunu yapamadığını farkeder; çünkü bu anda varolusun saçmalığına karşı bir bulantı duymaya başlar, varlıkların varoluşuna, doluluğuna karşı duyulan bir bulantı.Dünyanın özündeki kendinde anlamsız varlığı karşısında duyulan bir bulantı'dır bu. Sartre'a göre hissedilen bu bulantı hissi,kişinin varlıkların kendiliğinden varoluşlarının doğurduğu anlamsızlıktan sıyrılmasını sağlar ve onu bilinçli bir varlık olma konumuna getirir.

Sartre ve Aydın tavrı
Sartre, bir aydın ya da entelektüel olarak her zaman çok özel bir konumda durmuş, her zaman bu aydın konumu üzerinden tartışmalar yürütülemesine vesile olmuştur. Hem savunduğu hem de uyguladığı aydın tavrı, Sartre'ı entelektüeller arasında özel bir konumda tutar. Öyle ki, Sartre, hem tamamen özgürlükçü ve bağımsız bir konumda bulunup hem de sıkı bağlanımları gerektiren pek çok politik tavrı, tereddüte ya da çelişkilere düşmeksizin sergileyebilmiş ve zamanının bütün sorunları konusunda neredeyse aktif bir tavir sergileyebilmiştir. Bu bakımdan Sartre için, "çağının tanığı ve vicdanı" diye söz edilmesi yanlış olmaz. Sartre'ı Sartre yapan yalnızca felsefi çalışmalarının yetkinliği ve özgül varoluşçu kuramının ilgi çekiciliği değil, aynı zamanda sergiledigi aktif aydın tavrıdır da. Sartre, bu noktada kuram ve eylem adamı niteliklerini birleştirmiş durumdadır.Sartre'ın anladığı ve savunduğu anlamda aydın, ister eylem alanında ister yazı masasında olsun, esasta aydını aydın yapan nitelik, yaşadığı zamanın dünyasına sırt çevirmeyen, bu dönemin gerçekliklerinden ve çelişkilerinden kaçınmayan, aksine tutumunu ve eylemini bu gerçeklikler ve çıkmazlardan hareketle oluşturup belirleyen tavırdır.Bu anlamda Sartre'ın bir bütün yaşam doğrultusu bu bakışın doğrulanmasıdır. Dolayısıyla da, Sartre'ın sergilediği aydın tavrı ve kişiliği, varoluşçuluğun edebiyattaki yetkin temsilcisi olarak kabul edilen Dostoyevski'nin sözünü onaylar niteliktedir; "her insan herkes karşısında her şeyden sorumludur". Bu söz Sartre'ın anladığı ve örneğini sergilediği anlamda Aydının tavrının da iyi bir açıklanması gibidir.


Kitapları:

  1. Varoluşçuluk, J.P.Sartre, Asım Bezirci, Say Yayınları.
  2. Altona Mahpusları, çeviren: Işık M. Noyan, İthaki Yayınları.
  3. Diyalektik Aklın Eleştirisi
  4. Edebiyat Nedir?, çeviren: Bertan Onaran, Payel Yayınları.
  5. Sözcükler, çeviren: Bertan Onaran, Payel Yayınları.
  6. Yazınsal Denemeler, Payel Yayınları.
  7. Bulantı, çeviren: Selahattin Hilav, Can Yayınları.
  8. İmgelem, çeviren: Alp Tümertekin, İthaki Yayınları.
  9. Baudelaire, çeviren: Alp Tümertekin, İthaki Yayınları.
  10. Ego'nun Aşkınlığı, çeviren: Serdar Rifat Kırkoğlu, Alkım Yayınları.
  11. İş işten Geçti, çeviren: Zübeyir Bensen, Varlık Yayınları.
  12. Varlık ve Hiçlik , (Çeviren: Turhan Ilgaz, Gaye Çankaya Eksen), İthaki Yayınları, 2009
  13. Duvar, çeviren: Eray Canberk, Can Yayınları.
  14. Çark, çeviren: Ela Güntekin, Telos Yayıncılık.
  15. Akıl Çağı (Özgürlük Yolları 1), çeviren: Gülseren Devrim, Can Yayınları.
  16. Yaşanmayan Zaman (Özgürlük Yolları 2), çeviren: Gülseren Devrim.
  17. Tükeniş (Özgürlük Yolları 3) (bazıları Ruhun Ölümü bazıları da Yıkılış olarak çevirmiştir), çeviren: Gülseren Devrim, Can Yayınları.
  18. Toplu Oyunlar (Gizli Oturum, Mezarsız Ölüler, Sinekler, Kirli Eller, Şeytan ve Yüce Tanrı, Saygılı Yosma), çeviren: Işık M. Noyan, İthaki Yayınları.
  19. Hepimiz Katiliz (Sömürgecilik Bir Sistemdir), çeviren: Süheyla Kaya, Belge Yayınları.
  20. Tuhaf Savaşın Güncesi, çeviren: Z. Zühre İlkgelen, İthaki Yayınları.
  21. Yöntem Araştırmaları, Kabalcı Yayınevi.
  22. Aydınlar Üzerine, çeviren: Aysel Bora, Can Yayınları.
  23. Yahudi Sorunu, çeviren: Serap Yeşiltuna, İleri Yayınları.
  24. Estetik Üstüne Denemeler, çeviren: Mehmet Yılmaz, Doruk Yayınları.

Nihilist Karakterler

Tam metin: http://www.turkishstudies.net/Makaleler/1093599013_009AydemirMustafa-123-138.pdf

Nietzsche'nin Temel Kavramları

 Nietzsche’nin Kilit Kavramları



Ve zihin dünyamızda Nietzsche’yi gerçekten oluşturabilmek için

önce onu parçalamalı!


Tıpkı onun yaptığı gibi!


            İşte Nietzsche’nin dizgesini parçaladığımız vakit

elimizde kalacak önemli parçalar;

           
           
Decadence/Dekadans (Çöküş)


            Sonsuz/Bengi Dönüş (Ebedi Devinim)


            Amor Fati (Kader Sevgisi/Devinime Duyulan Aşk, İnanç)


            Üstün İnsan (Gerçek İnsan)


Köle ve Efendi Ahlakı

(Hazırcı, Yem Olan Ahlak – Gerçek Ahlak)


Aktif ve Pasif Nihilizm (İyileşme ve Çürüme)



Ve işte gerçek yolcunun uğradığı sancılı mutasyonun

en net,

en berrak resimleri;
 DEVE..!ASLAN..!ÇOCUK..!



Dizgesinin nirengi noktasının, sıklet merkezinin nihilizm olduğunu söyleyebileceğimiz Nietzsche’nin en yetkin kavramı, şüphesiz ki “üstün insan”dır. Ne var ki kulaklarda ve daha ötesi zihinlerde alerji yaratabilecek kadar iddialı ve seçkinci bir kavram olan “üstün insan”,aslında en büyük işçiye tekabül eder!

O, emeği sömüren, hazırcı, kolaycı, sahte bir efendi değil, en cefakar emekçidir zira! Yani Nietzsche’nin “üstün insan” kavramının alerji yaratan boyutu büyük bir yanılgıdır. Bu yanılgının en büyük nedeni bilgisizliktir belki ama Nietzsche’yi Nietzsche olmaktan çıkaran Hitler ve Nazizm de bu alerji ya da yanlış algının en etkin nedenlerinden biridir şüphesiz.

Zira Marx’ın “Marxizm buysa ben Marxist değilim!” dediği ya da aynı şeyi yaşasaydı Atatürk’ün Atatürkçülük için söyleyebileceğini ifade edebileceğimiz hal, Nietzsche’nin de başına gelmiş ve Nietzsche’nin“üstün insan” dediği kompleks yapı, Nazizm’in “Üstün Alman Irkı” konseptinin ortasına konduruluvermiştir.

Kuşkusuz bu, Nietzsche’ye yapılmış en büyük haksızlık olarak tarihteki yerini almış ancak Nietzsche türlü yanlış anlaşılma ve haksızlıklara rağmen yine de zirvede oluşundan bir şey kaybetmemiştir. Yani ne Hitler, ne de Nazizm, tüm kara çalmalarına rağmen Nietzsche’nin Azrail’i olamamışlardır!

Nietzsche’nin “üstün insan” kavramı, en yetkin tezahürünü şüphesiz ki “Böyle Buyurdu Zerdüşt” adlı yapıtta bulur. Deccal, İyinin ve Kötünün Ötesinde, Ahlakın Soy Kütüğü, Tan Kızıllığı gibi temel eserlerin ötesinde tam bir olgunluk dönemi yapıtı olan Böyle Buyurdu Zerdüşt, Nietzsche’nin dizgesindeki en tepe noktadır belki de!

Zerdüşt, sancıların en büyüğünü çekmiş, tünellerin en karanlık ve derininden geçmiş gerçek bir bilge, bir yaşam ustasıdır! O deve gibi bir yük hayvanını aslana, aslan gibi tehditkar ve kaotik bir enerjiyi de çocuğa dönüştürmüş olan ehil bir kişidir!

İşte o, hiç de hazırcı olmayan, tehlikeli ve gerçek olana uzanarak nihilizm denilen kara delikten harikalar diyarına açılmış bir “üst-insan”dır.

http://aytencalis.blogcu.com/nihilizm-ve-tehlike/895547

Nihilizm Üzerine

Nihilizm, tüm kelepçe ve tasmaların en etkili panzehiridir.Nihilizm, en evrensel ve şiddetli doğum sancısıdır.
Nihilizm, harikalar diyarına açılan büyük bir kara deliktir.
Nihilizm, içi boş bir anarşizm ya da kolaycılık olamayacak kadar zor ve tehlikeli bir hesaplaşmadır.
Nihilizm, korkunun kendisini korkutacak kadar korkusuzlaşabilmektir.
Nihilizm, tanrılığa soyunmuş tüm sahte iyilerle kıran kırana bir restleşmedir.Nihilizm tanımlanamaz, zira o yaşantısaldır. 

HAZIR YEME, ZEHİRLENİRSİN!

Nihilizm denen hatırı sayılır girdap; hazır yemenin “sağlıklı beslenme” değil, “zehirlenme” olduğunu bilen (daha doğrusu bu gerçeği süreç içinde öğrenen) ve bunun hakkını veren her düşün insanının zorunlu uğrak yeri olmuş ve olacak olan çağlar/dönemler ötesi bir anafordur!

Bu nedenle nihilizm ontolojik bağlamda Gorgias’ın “Hiçbir şey yoktur! Olsaydı da bilemezdik! Bilseydik de başkalarına bildiremezdik!” şeklindeki tarihi sözleriyle temellendirdiği inkarcılığına dayandırılsa da, ya da “Nihilizm, 19. Yüzyıl Çarlık Rusya’sında, özellikle de Turgenyev’in Babalar ve Oğullar isimli yapıtındaki Bazarov karakteri ile tavan yapmıştır!” denilse de; o, çağlar ve dönemler ötesi olan zorunlu bir uğrak yeridir!

Zorunludur, çünkü gerçeği, hakikati “gerçekten” arayan her düşün insanı, her yolcu, o çatırdamayı iliklerinde hissetmiştir; ve şüphesiz bundan sonra da bu yolun yolcuları aynı dehşeti yalayıp geçeceklerdir.
 Dolayısıyla nihilizm; sancılı insanın zaruri yol arkadaşıdır, vazgeçilmezidir.

http://aytencalis.blogcu.com/nihilizm-ve-tehlike/895547