29 Ağustos 2012 Çarşamba

Neden korkuyorsun? Neden bu kadar korkuyorsun? Hakkındaki her şey biliniyor olsa bile, açık bir kitap olsan bile neden korkuyorsun? Sana nasıl zarar verebilirler? Bunlar sahte kavramlardır, toplumun neden olduğu şartlandırmalardır. Toplum her şeyi gizlemen gerektiğini, kendini korumak zorunda olduğunu, sürekli mücadele içinde olman gerektiğini, herkesin düşmanın olduğunu ve herkesin sana karşı olduğunu söyleyip durur.

Hiç kimse sana karşı değil! Birinin sana karşı olduğunu hissetsen bile, o bile, sana karşı değildir. Çünkü herkes kendisiyle ilgilenmektedir, seninle değil. Korkacak bir şey yok. Gerçek bir ilişkinin oluşması için önce bunun hayata geçirilmesi gerekiyor. Korkacak hiçbir şey yok.

Bu konu üzerinde iyice bir düşün. Sonra başkalarının sana nüfuz etmesine izin ver, onları içeri davet et. Hiçbir yerde bir engel yaratma. Bir koridor ol; her zaman açık, kilitsiz ve kapısız ol. Üzerinde kapalı bir kapı olmasın. O zaman sevgi mümkün olabilir. 

28 Ağustos 2012 Salı

Tüketti Bizi, Tüketim Zihniyeti…


Yazan: Emre Dorman
Mutlu olabilmek için daha fazla şey tüketmeliyim. Daha fazla tüketebilmek için daha çok şeye sahip olmalıyım. Hep daha fazla. Her dönemde aynı aslında insan. Ama özellikle ne yazık ki modern çağ ile birlikte sanayinin gelişmesi ile üretimin artması ve kapitalist kaygılarla bu ürünleri pazarlama yarışı insanların sürekli olarak tüketme hastalığına yakalanmasına neden oldu. Üretimin artışıyla birlikte ihtiyaçlar da arttı. Ya da bu ürünlere gerçekten ihtiyaç duyduğumuz gibi temelsiz gerekçelerle insanlık olarak kandırıldık. Hayatımıza her giren yeni şey sanki o güne kadar varmış ve biz onsuz yapamıyormuşuz gibi vazgeçilmezlerimizden oluverdi bir anda. Kısa bir zaman önce lüks olarak algılanan pek çok şey gün geçtikçe zaruri bir gereksinime dönüştü zihnimizde. Olmasa da olurlarımız daha çoktu eskiden. Şimdilerde azaldılar. Biz tükettikçe daha fazla ürettiler. İletişim araçları vasıtasıyla hayatımızın her alanına soktukları reklamla ve sloganları üzerimize kazıdılar adeta. Kimi araştırmalara göre bir yılda reklam için dünyada ayrılan payın 500 Milyar USD olduğu bilmekte. Süslü ambalajlar yaptılar. Gözlerimizi boyadılar. Uzun kuyruklar oluşturduk bazen. Ya bir market önünde ya da bir elektronik mağazasının indirim gününde. İtip kaktık birbirimizi ilk alışverişi yapabilmek için. Doldurduk alışveriş arabamızı gerekli gereksiz her şeyle. Bu fırsat ele geçmeyebilirdi zira. Doldurduk dünyamızı madde ile. Bir yandan içimizi boşalttığımız gerçeğini göz ardı edercesine.
Ustalar vardı eskiden. Tamirciler. Örneğin bir ayakkabı tamircisi. Arada bir ayakkabı su aldımı uğrardık yanına ya bir dikiş ya da bir pençe attırırdık ucuna. Zira sağlamdı aslında eskiden ayakkabılarımız. Öyle birkaç giyme ile eskimezdi. Belki bir terzi. Arada sökük ya da sade bir elbise diken. Onlar ürettiler. Ürettikçe giydiğimiz ayakkabıyı değiştirmek için reklamlara boğdular bizi. Ayakkabıydı en nihayetinde kullanım amacı belliydi. Ama yetinmediler. Takım elbise altına ayrı, yürüyüş ve spor için ayrı, koşacaksan ayrı, futbol, basket, tenis için ayrı derken dolaplara sığmaz oldu ayakkabılar. Biraz aşındı mı atılır, sağa sola verilir oldular. Bir bir kapandı ayakkabı tamircileri. Onları da tükettik kendimizi tükettiğimiz gibi.
Moda diye bir şey uydurdular. Akla ziyan tasarımlar çıkardılar ortaya. Oysaki bir bedeni örtmek, sıcak ya da soğuktan korumaktı elbisenin asıl işlevi. Belki bir parça da güzel görünmek. Bu yılın modası dediler. Defilelerde, televizyon ve dergilerde yazıp çizdiler yere göğe sığdıramadılar bu yılın modasını. Çok geçmedi birkaç ay sonra onu da tükettik ve geçen yılın modası yaptık her birini. Hatta görünce üzerine atlayanlar yüzüne bakmaz oldular. Çünkü tüketmiştik onu da eskimişti artık. Malum geçen yıldan kalmaydı. Giymek yakışı kalmazdı. İki günlük seyahatlere onlarca bavul elbiseyle gider oldu kimileri. Her yarım saatine bir elbise düşmesine rağmen.
Marka diye bir şey uydurdular bir de. Binlerce onbinlerce liralar verdik bir metre kumaş parçasına. Adı sanı vardı zira. Herkesin giyebileceği türden değildi. Eleştirmenler çıktı bir de ortaya. İnsanların kıyafetlerine notlar vermeye kimini yüceltirken kimini de yermeye başladılar. Çılgına döndü insanlar. Kendilerini beğendirme uğruna. Haftanın rüküşlerini seçtik. Haftanın gözdelerini. Yerdik kimini kazara aynı elbiseyi aldıysa ikinci kez sırtına. Bakın işte ey ahali diye haykırdık. İki yıl önceki açılışta da giymişti falanca şu elbiseyi. Bizden kaçmaz. Olmadı bu size yakışmadı dedik. Birileri de çıkıp ben aynı elbiseyi iki defa giymem. Kabul etmez bu bedenim dedi kibrinden burnu bulutlarda. Sığmaz oldu elbiseler dolaplara. Gündelik elbise ayrı dedik, işte ayrı, görüşmede ayrı, davetlerde apayrı. Banka ATM’si gibi gezer oldu kimileri sokakta. Üzerinde on binlerce liralık elbise, ayakkabı ve çantayla.
İhtişamlı davetler verdi kimileri, görkemli açılışlar, evlilik ya da sünnet düğünleri. Koca tesisler kapatılıp yüzbinlerce dolarlar harcandı bir gecede. Paralar saçıldı etrafa. Masaların üzeri çeşit çeşit yemekler ile donatıldı. Alabildiğine israf, alabildiğine eğlence oldu birden bire. Günlerce konuşuldu medyada. Nam, şöhret yapıldı.
Tüketim canavarına dönüştürdüler insanları. Çılgınca ve gözü dönmüşçe alış veriş yapar olduk. Sevgilisine ya da kocasına kızan bir kadın alışverişe verdi kendini. Rahatlamak için. Kocalar ise pahalı hediyeler aldılar karılarına gönüllerini almak uğruna. Tek bir gül yetmez oldu zira. Dikeninde tek taş pırlanta yok ise. Oysa ne farkı vardı o pahalı taşların. Adı üstünde taş değimliydi sanki. Sokakta görüp de üzerine bastıklarımız. Ya da deniz kıyısında su üstünde kaydırdıklarımızdan ne farkı vardı onların. Belki daha berrak daha parlaktılar doğru. Az bulunuyorlardı o da doğru. Ama biz değilmiydik onlara asıl değerini biçen. Ya da birileri değil miydi bu seçimleri bize yaptıran. Onları bizim için değerli kılan. Evliliklerin olmazsa olmaz şartı yaptık tek taşı. Önce parmağımıza takıp sonra milletin gözüne soktuk.
Kişisel bakım, sağlıklı yaşam deyip bir yığın kimyasalı boşalttılar üzerimize. Her geçen gün yeni bir buluş çıktı ortaya kozmetikte. Hep daha fazla geliştirildi formüller. Yeni kutulara girdiler. Krem vardı eskiden. O da yetmedi, el, yüz, vücut, parmak arası, topuk, gözaltı, kulak memesi derken onlarca krem türü çıktı karşımıza. Aldık itina ile herbiyerimize sürdük. Onlar olmadan yatamaz, sabah sürünmeden kalkamaz olduk. Önce boyadık yüzümüzü gözümüzü bir yığın kimyasal renk ile sonra başka bir şey sattılar onlardan kalan tozu pisi temizleyelim diye. Aldık hepsini aldık. Onların yaptığı bizim almadığımız bir şey olmadı. Onlar yaptı biz aldık. Yine yapılan araştırmalara göre, kadınların yılda makyaj malzemesi harcamalarının 18 Milyar Dolar parfüm harcamalarının ise 15 Milyar Dolar boyutunda olduğunu gördük.
İki günde Türkiye’nin gündemine oturttuk kimilerini. Aldık en zirvelere çıkarttık. Bazen yanık sesiyle. Bazen de çıplak baldırıyla. Yılın sanatçısı seçtik, sanata dair iki cümle kurmaktan mahrum olanları. Onları da tükettik hemen itiverdik zirveden kendi elimizle. İnsanların özel yaşamlarına girdik. Evlerine, yatak odalarına. Mahrem diye bir şey bırakmadık magazin programlarıyla. Medyatikseniz eğer iki insan oturup sohbet edemez oldunuz bir kafede. Flaşları patlattık hemen tepelerine. Yazdık çizdik bilip bilmeden. Hem eleştirdik halk olarak hem de müptelası olduk bu programların. Merakla takip ettik medyadan. Kim kimi nerede sobelemiş, ebelemiş. Mahremiyeti de tükettik.
Birkaç aile aynı evde yaşayabilirdi eskiden. Çoğu zaman rahat ve huzur içinde. Paylaşırlardı rızıklarını. Ayırdık herkesi ayrı evlere ayrı yerlere. İmkânsız kıldık birlikte yaşamı. Uzaklaştırdık aileleri birbirinden. Böldük mahalleleri, koca binalar diktik üzerlerine. Kimsenin birbirini tanımadığı. İnsanların birbirlerinden kaçtığı, karşılaştığında bir selamı bile çok gördüğü modern evler inşa ettik. Yeni ihtiyaçlar çıkardık ortaya. Tükettik dostluğu, komşuluğu, arkadaşlığı. Mahalle arkadaşı kavramı kalmaz oldu çocuklarda. Eskiden sokakta birlikte düşüp dizleri kanayan çocuklar, oynarken önce kavga edip sonra sarmaş dolaş olan arkadaşlıkları bitirdik. Play Station başında aradık arkadaşımızı. Bir oyunun kahramanı oldu en büyük dostumuz. Ya onu yenmeye çalıştık ya da onunla bir olup gezegenimizi ele geçirmeye çalışan düşmanları. Ürettik ve tükettik.
Oyuncağa boğduk çocuklarımızı. Onlarda sığmadı dolaplara, kutulara. Biz aldıkça onlar biraz oynayıp bir kenara fırlatıp attılar. Onlar attıkça biz yenilerini aldık. Oyuncakları bile değersiz kıldık çocukların gözünde. Onları da sürekli tüketime en kısa sürede eskitmeye eğilimli kıldık. Aman evi dağıtıp kudurmasın da uslu uslu kitlensin televizyona diye saatlerce televizyon başında çizgi film bağımlısı olmalarına göz yumduk.
Sanki midemizin kapasitesi belli değilmişçesine donattık sofraları. Satın aldık her birinden bir parça tadına bakmak uğruna. Lüks restoranlara gidip kabarık hesaplar ödemek ve birilerine görünmek ayrıcalıklı kıldı bizi. Hatta tabağındaki yemeğin tamamını yemeden bırakmak görgülü, seçkin kıldı kimilerini. Müdavimi olduk gece kulüplerinin ve ardı ardına patlatılan şampanya şişelerinin, şov uğruna kırılan tabak çanağın, saçıp savrulan dolarların, atılan güllerin. En çok şampanya açtırmak ayrıcalıklı kıldı bizi.
Eskiden araba sahibi olmak bir ayrıcalıktı neredeyse. Yıllarca kullanılırdı bir araba. Çünkü amacı ulaşımı sağlamaktı kısmen güvenli kısmen rahat bir şekilde. Yıllarca değişiklik olmazdı modellerde, markalarda. Ama gün geldi insanların tüketim çılgınlığı olunca araba firmaları da yarışa girer oldular. Neredeyse her yıl değiştirilen modeller, yapılan makyajlar ile bir anda eski kılındı daha yeni saydıklarımız. Çoğu kimse bir iki yıldan fazla binmez oldu aynı arabaya. Yüz binlerce Euro verildi güçlü bir motora. Seçkinlik belirtisi oldu lüks arabalar. Bir başka davrandı size insanlar. Daha saygılı daha hürmetkâr.
Gelişmiş ülkelerde yüksek sosyeteyi genellikle akademisyenler, bilim insanları, yazarlar, düşünürler, sanatçılar, doktorlar, hâkim ve savcılar gibi önemli pozisyonlardaki kişiler oluştururken bizde şarkıcılar, türkücüler, futbolcular, magazinciler, mankenler ve modacılar yüksek sosyete oluverdi. Toplumca benimsenip, olması gerekenden fazla değer biçildi pek çok mesleğe. Durum böyle olunca da kimsenin çocuğu büyüyünce akademisyen, doktor ya da sanatçı olmak gibi bir hayalin peşine düşmedi tabiatıyla. Artist olmak, şarkı türkü söylemek, dizilerde oynamak istediler.
Doğal kaynaklarımızı da bilinçsizce tükettik. NTV’de yayımlanan habere göre Dünya Doğal Hayat Fonu’nun doğal kaynaklar üzerine yaptığı araştırma raporuna göre günümüzdeki tüketim çılgınlığının dünyanın sonunu hazırlamaktadır. Dünyanın doğal kaynakları üzerine bir araştırma yapan bilim adamları, başta Batılılar olmak üzere bütün ülkelere tüketim çılgınlığına son vermeleri çağrısında bulunuyor ve uyarıyor: Aksi takdirde 2050 yılına geldiğimizde yaşayabilmek için dünya gibi iki gezegene daha ihtiyacımız olacak. Dünya Doğal Hayat Fonu raporunun en çarpıcı bulgusu, tüketim oranları aynı hızla devam ederse 2050 yılında canlı yaşamının sürebilmesi için Dünya gibi 2 gezegene daha ihtiyaç duyulacağını gösteriyor. Araştırmalara göre son otuz yılda dünya üzerindeki doğal kaynakların üçte biri insanlar tarafından tüketildi. Denizlerdeki balıklar, atmosferdeki karbondioksiti yok eden ormanlar ve temiz su kaynakları hızla tüketiliyor. Raporun bulgularına göre, 350 memeli, kuş, balık ve sürüngen türü de soyu tükenme tehlikesiyle karşı karşıya. Araştırmalara göre ortalama bir Amerikalı, ortalama bir gelişmekte olan ülke vatandaşından 50 kat fazla çelik, 56 kat fazla enerji, 170 kat fazla kauçuk kâğıt, 5 kat fazla tahıl tüketmektedir. Kapitalizmin merkezindeki tüketiciler arasında da fark olduğunu görebiliyoruz. Uzmanlar doğal kaynakların bu kadar hızlı tüketilmesinin en önemli sebebinin Batılı ülkelerdeki yüksek tüketim oranları olduğunu belirtiyor. Rapora göre ortalama bir ABD vatandaşı bir İngiliz’in iki katı, bir Afrikalının ise 24 katı doğal kaynak tüketiyor. Doğanın dengesini de altüst ettik. Ekolojik dengenin bozulması, toprak erozyonu, orman yangınları ve ormanları bilinçli yok ediş, biyolojik çeşitliliğin azalması, temiz su kaynaklarının hızla kirlenmesi ve azalması, hava kirliliği, asit yağmurları, küresel ısınma ve küresel iklim değişikliği, radyoaktif kazalar ve atıklar, büyük kasırgalar, seller tüketim çılgınlığının etkileri olarak karşımıza çıktılar.
Sevgi ve saygıyı da tükettik. Beklentisiz iyilik yapmaz olduk neredeyse. Başkasında olana göz diktik hep. Paylaşma, yardımlaşma duygularımızı körelttik. Dert edinmedik kendimize bir başkasının derdini. Bizim için de dert oluşturana kadar. Hep başkalarına yükledik sorumlulukları, duyarlılıkları. Herkesten anlayış beklerken anlayış fakiri olduk çoğu zaman.
Tüketecek bir şeyimiz kalmadı sonunda, çünkü ömrümüzü tükettik. Üstelik geri dönüşüm kutusuna koyup da geri kazandırma şansımız da yoktu artık. En değerli şeyimizin zaman olduğunu unutup dizi üstüne dizi, yarışma üstüne yarışma ekleyip televizyon başında, internet ortamında yok yere saatlerimizi, gün ve gecelerimizi tükettik. Oysaki olmazsa olmazlarımız değildi tüm bunlar.
Öte Tarafta Ayrı Bir Dünya Daha Vardı Oysaki…
Birkaç yıl önce okuduğum bir haberde Dünya nüfusunun yarısına yakınının, günde 2 dolar veya daha az bir parayla yaşamaya çalıştığı açıklanmıştı. Uluslararası Çalışma Örgütü’nden yapılan açıklamada, 2 milyar insanın günde 2 dolar, bir milyar insanınsa yaklaşık 1 dolarla geçinmek durumunda kaldığına dikkat çekiliyordu. Örgütün basın açıklamasında, dünyanın en yoksul yüzde 20’siyle en zengin yüzde 20’si arasındaki uçurumun, son 40 yılda iki kat derinleştiği de vurgulanmıştı. Birleşmiş Milletler (BM) verilerine göre de Dünya nüfusunun yarısı, günde 2 dolardan az bir parayla geçinmeye çalışıyor. Dünya üzerinde, 1.2 milyar kişi ise günde 1 dolardan az parayla yaşamlarını sürdürmeye çalışıyor. Bu ise dünya nüfusunun yarısının günde 2 dolar ve altında bir gelir ile geçinmeye çalıştığı anlamına gelmektedir. Çoğu yerde insanların en büyük lüksü su kaynaklarına ulaşabilmek olabiliyor. Yine hatırladığım bir habere göre Amerika’daki golf sahalarının sulanması için sarf edilen su miktarının Afrika ülkelerindeki su sorunun büyük oranda çözebilecek düzeyde olduğuna dikkat çekiliyordu. Akıllara durgunluk verecek bu ve benzeri çarpıklıklar insanlığın büyük oranda duyarsızlaştığının bir delili olmaktadır.
Medeni! ülkeler yıllarca sömürdükleri, iliklerine kadar indikleri milletlere yüzyıllarca düzelmeyecek seviyede geri kalmışlık ve yoksulluk bıraktılar. Oysaki onların refah düzeyi ve zenginliklerinde bu insanların da hakkı vardı. Önce onlardan kepçe kepçe aldılar. Sonra bazen kaşıkla verip, çoğu zamanda verir gibi yapıp insanlık dersi verdiler tüm dünyaya. İnsanlığı da tükettik.

http://www.allah.web.tr/tuketti-bizi-tuketim-zihniyeti%E2%80%A6.html#more-568

10 Ağustos 2012 Cuma

Subliminal Mesaj

Subliminal mesaj veya bilinçaltı mesaj, başka bir objenin içine gömülü olan bir işaret ya da mesajdır ve normal insan algısılimitlerinin altında kalmak, o anda fark edilmemek üzere tasarlanmıştır. Subliminal mesajlar insanın bilinçli dikkati tarafından fark edilemezler, ancak bu mesajların insanın bilinçaltını etkiledikleri ileri sürülmektedir. Subliminal teknikler reklamcılık ve propagandaalanlarında sıklıkla kullanılmaktadır. Bu tekniklerin amaçları, etkisi, kullanım sıklığı ve rekabet gibi konularda ahlaka uygunluğu konuları tartışmalıdır.

Subliminal Mesaj Örnekleri

http://www.youtube.com/watch?feature=player_embedded&v=WdDKEBzlRFY

 SUBLİMİNAL MESAJ:    başka bir objenin içine gömülü olan bir işaret ya da mesajdır ve normal insan algısı limitlerinin altında kalmak, o anda farkedilmemek üzere tasarlanmıştır. Subliminal mesajlar insanın bilinçli dikkati tarafından farkedilemezler ancak bu mesajların insan bilinçaltını etkiledikleri ileri sürülmektedir. Subliminal teknikler reklamcılık ve propaganda alanlarında sıklıkla kullanılmaktadır. Bu tekniklerin amaçları, etkililiği, kulanım sıklığı konuları tartışmalıdır ve şüphelidir. Doğruluğu ise ayrı bir tartşma konusudur.


Bu Çizgi Filmleri Küçük Çocukların İzlediklerini Unutmayın ve onlara verilen mesaja bakın…
Pepsi de masum değil…
Aslan Kralı Çizgi Filminden Örnekler

25. Kare Tekniği Nedir?


BİLİNÇALTINA YÖNELİK MESAJLAR
Bilinçaltını etkilemeyi hedefleyen mesajlara “subliminal” adı verilir. Genel olarak “bilinçaltına yönelik gizli mesajlar olarak ifade edebiliriz. Kişinin bilinçaltına ‘’subliminal’’ mesaj göndermenin birçok yolu bulunuyor.

Bunlardan en çok kullanılanları :

1. Dijital ses dosyalarına gizlenen işitsel yolları.
2. Gözle algılanamayacak kadar kısa süreyle ve sık patlayan flaşlar şeklinde sinema ya da televizyon görüntüsü yoluyla bilinçaltına itilen 25. kareler.

3. Reklam afişleri, logoları ve benzeri nitelikteki görsel malzemenin içine saklanmış şekil, kelime ve rakamlar.

Bu yöntem, bir ürünün reklâmını yapmaktan, bir inancın ya da görüşün propagandasını yapmaya kadar varan geniş bir yelpazede kullanılmaktadır. Görsel ve işitsel olarak (bilinçli) algılananlar değil; bilinçaltı seviyesinde algılanan söz, resim, görüntü ve şekillerden oluşur.

Bunlardan en çok kullanılan Dijital ses dosyalarına gizlenen ses mesajlardır. Üzerinde oynanabilirliği ve işlenilmesi ve yayılması daha kolay olduğundan MP3 dosyaları gizli mesaj için biçilmiş kaftandır diyebiliriz. Peki, sistem nasıl işliyor?

İnsan kulağı sadece belirli frekans aralıklarındaki sesleri duyabilir. Eğer siz bir müzik parçasını rahatça duyabiliyorsanız, bu sizin duyabileceğiniz frekans aralığında olduğunu gösterir. İnsan beyninin algısı ise, bundan daha düşük ya da daha yüksek frekansları algılayabilecek kapasitededir. Dikkat ediniz : “duyabilecek” demiyoruz, algılayabilecek diyoruz.

Yani, kulağımız ancak belirli bir frekans aralığındaki sesleri duyabilir. Fakat beynimiz bu aralığın çok daha ötesindeki sesleri algılar, hisseder.

Bilinçaltı ve bilinçaltının özelliklerini anlattığımız zaman, ne demek istediğimizi çok daha iyi anlayacaksınız. Ancak şimdi öncelikli olarak bu subliminal mesajların neler olduğunu ve nasıl işlendiğini sizlere göstermemiz gerekiyor.

8-12 hertz dalga boyundaki subliminal mesaj içeren bir MP3′ü kulağınızla dinlersiniz, ancak içindeki gizli mesajı beyniniz dinler. Bu esnada kulağınız hiçbir şey duymaz. İnternette ve paylaşım programlarında bilinçaltı mesajları içeren MP3 dosyaları bulunmaktadır. Hatta bu gizli mesajları frekans aralıklarına göre analiz ederek ortaya çıkartan yazılımlar dahi vardır.

25. KARE

Kişinin bilinçaltına subliminal mesaj göndermenin birçok yolu olduğunu söylemiştik. İşte bunlardan bir diğeri de 25. kare tekniğidir. Peki, nedir bu 25. kare?

Gördüğümüz bir anlık görüntü, 655 satır ve frame/çerçeve denilen 24 küçücük kareden oluşur. Sinema bandında, saat, dakika, saniye olarak bir diziliş vardır. Saniyeden sonra kare gelir ve bir saniye 24 karedir. Her 24 kare ise bir ekran büyüklüğündeki kareyi oluşturur. Her 327.5 satırda bir de "control-track" denilen aralık vardır. İşte bu aralıktaki görüntüler kesilip, aralarına başka görüntüler atılarak 25. kare oluşturulur ve bu son kare olan 25inci kare anlıktır. Yani görüntü saniyede 1/24 olacakken, bu 1/25'e çıkar. Kareler 25 olunca bir anda bir görüntü gelir ve anında kaybolur. Genellikle görünmez, daha doğrusu görülür ama bilinçaltında kalır.

25. karenin temel mantığı da mesajı bilinç-altına göndermek olduğu için, artık dünya sinema sanayisinde bu tekniği kullanmayan yok gibidir. Yani sizler evlerinizde rahat koltuklarınıza oturup herhangi bir televizyon kanalındaki herhangi bir dizi/ film ya da bir belgeseli seyrederken aynı zamanda 25. karelerle bilinçaltınıza gönderilen mesajlara/ telkinlere/ saldırılara maruz kalabiliyorsunuz.

Göz bunları görmüyor ama saniyenin üç binde biri gibi bir zaman aralığında bu görüntü bilinçaltına ulaşıyor. Bu gizli mesajlar sayesinde, o reklâmı, diziyi, filmi ya da herhangi bir resmi hazırlayan kişi/ yapımcı/ yönetmen kendi hedefine, niyetine ve ideolojisine göre vermek istediği mesajı 25. karelerle bilinçaltına göndermiş oluyor.


PEKİ, GÖREMEDİĞİMİZ HALDE NASIL ETKİLENİYORUZ BU 25. KARELERDEN?

Bu adamlar zaten açıktan açığa bu işi yapıyorlar. Filmlerle, reklamlarla her türlü mesajı veriyorlar. Buna rağmen niçin böyle gizli bir kare uyguluyorlar?

Cevabı çok basit; Çünkü gördüğümüz zaman bu kadar etkili olmuyor. Çünkü kişi, bilinçli bir tercih ile gördüklerini veya duyduklarını ya reddediyor ya da kabul ediyor. Çünkü baştan önüne seçenek olarak getirilmiş oluyor.

Fakat bu, öyle bir şey ki insan onu görmüyor, duymuyor ve hissedemiyor, yani bizlerin algı frekanslarımızın tamamen altında veya üstünde yer alıyor. Böyle bir şeyi kabul yahut reddetme gibi bir olanağımız var mı? Elbette hayır.

İşte 25. karenin ve subliminal reklamların temel mantığı budur! Hedefteki kitlenin bilinçli tercih hakkını gasp ederek, onları gizlice zehirlemek!

Bu işi yapanlar insanı ve insanın yaratılışını çok iyi biliyorlar. 1900’lü yıllara kadar uzanan bir geçmişi var bu tür çalışmaların. Psikolog ve psikanalistlerin insanla ilgili uyguladıkları, gözlemledikleri ve deneylerle ortaya koydukları bilgi ve bulgulardan yola çıkarak  “İnsanı nasıl etkileyebiliriz” sorusuna cevap aradılar. İlk başta ticari hedefler ve büyük şirketlerin mallarını halka pazarlamanın bir yolu olarak gördüler bu bilinçaltı telkinleri. Daha sonra ise bu taktiği öğrenen her kişi ve her yapımcı kendi niyet, inanç ve ideolojisine göre vermek istediği mesajları bu yolla insanlara zerk etmeye başladılar.

25. KARE NE ZAMAN VE NASIL ORTAYA ÇIKMIŞTIR?

Bilinçaltının bütün görüntü, ses ve resimleri kaydetme özelliği 1900’lü yıllardan beri insanları yönlendirmek için kullanılmaktadır.

1900’lü yıllarda Knight Dunlap adında Amerikalı bir psikoloji profesörü gözbağcılık gösterisi yaparken bilinç gücüyle algılanmayan “hissedilemez gölgeler” kullanarak aynı uzunluktaki 2 çizgiyi seyircilerin farklı ölçülerde algılamasını sağlamıştı.

İşte buradan hareketle bilinç-altını hedef alarak mesaj göndermeyi hedefleyen ve adına subliminal mesajlar denen bu tür reklamlar ilk kez 1950'li yıllarda Amerika'da ortaya çıktı.

James Vicary adlı reklamcılık uzmanı, sinema salonlarında yaptığı bir deney sonucu patlamış mısır ve kola satışlarının arttığını iddia etti. Bu deneyde film perdede oynarken, saliselik görüntüler hâlinde gözle görülemeyen gizli kareler ve gizli mesajlarda : “patlamış mısır ye” ve “kola iç” sloganları çıkıyordu. Seyirci bu sloganları bilinçle algılayamadığı hâlde, bilinçaltına hitap eden bu sloganlar neticesinde kola satışlarının yüzde 18.1, patlamış mısır satışlarının ise yüzde 57.7 arttığı görüldü.

Bu şekilde, bilinç-altına yönelmenin reklamın etkinliğini artırmada daha işlevsel olduğu görülmüştür. İşte o gün bugündür uygulanan 25. kareler sadece bir insanı ya da bir topluluğu değil; bütün insanlığı tehdit etmektedir.

Bir grup psikolog ve yazar bu konunun gündeme geldiği ilk yıllarda bu yöntemin uydurma ve efsane olduğunu ve insanları etkilemeyeceğini söylediler. Ancak, beyin dalgalarını ölçen teknolojilerin gelişmesi ile gizli mesaj içeren reklama beynin daha farklı ve fazla tepki verdiği gözlemlendikten sonra, bu yöntemin etkisi ispatlanmış oldu.

İşin en ilginç tarafı ise bu konuyu gündeme taşıyan, kitap, tez ve aile eğitim seminerlerinin yok denecek kadar az olmasıdır. Yıllardır uygulanan böyle ciddi ve hayati bir konunun nasıl olup da bütün bir insanlık tarafından henüz bu şekilde yeni yeni öğreniliyor olması düşündürücü olsa gerek.

ASIL HEDEF ÇOÇUKLAR

Subliminal teknolojisi maalesef çizgi filmlerde, şarkılarda, reklam panolarında, filmlerde yasal olmayan bir şekilde kullanılıyor. Çocuklara sevgiyi kardeşliği öğütleyen masum zannettiğimiz çizgi filmlerin arasına pornografik resimler, şiddet unsuru içeren görüntüler bu teknolojiyle saklanıyor. Çocuğumuz fark etmeden o görüntüleri beynine konuk ediyor ve şahsiyetinin oluştuğu o en ciddî yaş dilimde (sıfır-yedi yaş arası) bu görüntüler içeride bilinçaltında hapsoluyor. Artık siz siz olun her gördüğünüz ve duyduğunuza çok dikkat edin.

Özellikle Disney, yaptığı çizgi filmlerde cinsellik temasını yıllardır çocuklarımızın bilinçaltına kazımıştır.


BU FİLMDE / DİZİDE SANAL REKLAM UYGULANMAKTADIR

Sizler, televizyonlarınızın karşısında uyumaya devam eden ruhlar, koltuğunuza oturup en sevdiğiniz dizi ya da filmleriniz yayına başlarken : “BU FİLMDE / DİZİDE SANAL REKLÂM UYGULANMAKTADIR” uyarısını görmediğinizi söyleyebilir misiniz?

Peki, ne demek “Sanal Reklam?”
Sanayi Bakanlığına göre sanal reklamın tarifi aşağıdaki gibi;
"Sanal reklam; hukuken kullanımı meşru görüntülerin, canlı veya banttan bilgisayar marifeti ile manipülasyonu ve söz konusu görüntülerde yer alan muhtelif unsurları reklam amacı ile hâlihazırda kullanılan veya ileride geliştirilecek teknolojiler vasıtasıyla oyun sahası ve çevresi üzerine düşürülen tüm görüntüleridir.”

Televizyonda izlediğimiz pek çok dizide ya da filmde ya marka yerleştirme ya da sanal reklam uygulamaları ile karşılaşıyoruz. Bir dönem gişe rekorları kıran “Kurtlar Vadisi Irak” filmini hatırlayın. Film başlarken “Bu filmde sanal reklam uygulaması yapılmaktadır” uyarısı vardı. Ekranda bir ovada yol alan otomobili izlerken birden bir mimarlık firmasının reklam tabelası ve bir apartman beliriveriyor. Kerpiç evlerin üstüne getirilmek istenmiş ama başarılı olunamadığı için ortalık yerde duran uydu antenleri reklamları ve uyarı tabelalarının altında beliriveren markalar…

O halde en can alıcı soru şu; niçin sanal reklam? Çünkü bilinçaltına telkin göndermenin en iyi yolu.   


25. kare tekniğinin  uygulandığı bir film :

DÖVÜŞ KLÜBÜ / The Fight Club

Niçin bu film? Bir kere adına bakarak bunun bir dövüş filmi olduğunu zannetmeyin.

“Gün gelir sahip olduklarınız, size sahip olmaya başlar!” sloganı ile Modern insanın tüketim merkezli hayat tarzını sorgulayan ve aynı zamanda şizofren (çift-kişilikli) bir şahsiyeti anlatan bir filmdir dövüş kulübü.

Edward Norton ve Brad Pitt’in başrollerini paylaştığı ve David Fincher’in yönettiği bu film, 2000 yılında Empire Ödülü (İngiltere), 2001’de En iyi DVD, en iyi DVD anlatımı, en iyi DVD özel içerikleri ödülünü almıştı.  2005 yılında Total Film magazin ödüllerinde (UK) “Dünyanın bu güne kadar gelmiş geçmiş en iyi film ödülüne layık görülmüştü.

Gerçekten çok etkileyici bir filmdir. Moderniteye karşı çıkarak :
“Gün gelir sahip olduklarınız, size sahip olmaya başlar”
“Her şeyi kontrol etmeyi bırak ve rahat ol…”
“Nefret ettiğiniz işlerde çalışıp gereksiz şeyler alıyorsunuz.”
“Seyrettiğiniz reklâmlar yüzünden araba ve kıyafet değiştiriyorsunuz.”
“Sizler paranız kadar iyisiniz.”
“Siz işiniz değilsiniz…”
“Bindiğiniz araba değilsiniz.”
“Kredi kartlarınızın limiti değilsiniz” diyordu.


Şimdi, “Dünyanın bu güne kadar gelmiş geçmiş en iyi film öülü”ne lâyık görülen bu filmdeki 25. kareleri yakalayabilmek ve filmdeki her saniyeyi kare kare izleyebilmek için önce ;

1. Filmi bilgisayarınıza kaydedin.
2. Mediaplayer ile izlerken film sahnelerini 1/16 “Slow / yavaş” izleme modunda.
3. “klcodec” ile izlerken alttaki ok işaretlerinden “Decrease Speed”e üç kez tıklayıp filmi en yavaş haline getirmeniz gerekmektedir. Böylece her saniyeyi yaklaşık 5 saniyede izleyecek ve her kareyi tek-tek yakalayabileceksiniz.

SONUÇ:

1. Araştırmalarımızın sonucunda filmin yönetmeninin cinsi sapık (sexomaniac) olduğunu öğrendik.
2. Filmin (bizim yakalayabildiğimiz) 26 farklı yerinde 25inci kareler kullanılmış.
3. 25inci Kare tekniği ile elinde sigara olan Brad Pitt resmi filmin çeşitli yerlerine yerleştirilmiştir.
4. Yönetmen filmin 2 farklı yerinde 25inci kare tekniği ile erkek cinsel organını yerleştirmiş.
5. Yine filmin 2 yerinde Çocuk Pornosu bilinç-altına yerleştirilmiş.
6. Unutmayın 25. karelerin yer aldığı her film gibi bu filmde de normal seyrinde görülmesi gerekenlerin dışında hiçbir şey görülmüyor. Aslında çok şey görülüyor ancak hiç kimse ne gördüğünü bilmiyor.
7. Uyanmayanlar ve hâlâ 25. karenin varlığına ihtimal vermeyenler, denesin ve görsün diye filmdeki en can alıcı karelerin sadece bir kısmının dakika ve saniyelerini aşağıya sırasıyla yazıyoruz. İsteyen filmdeki tespit ettiğimiz bu dakika ve saniyelerde filmi durdurup kare kare izleyebilir.

06:02= elinde sigara olan Brad Pitt resmi,

31:07 = cinsel öğeler erkek cinsel organı,

31:14 = cinsel öğeler,

46:41 =cinsel öğeler,

49:09 = cinsel öğeler,

50:42 ile 50:52 = çocuk pornosu mesajları…

02:10:39= Film bitiyor binalar yıkılıyor ve yine erkek cinsel organı filmin finali olarak 25. karede yer alıyor.

Filmin en tuhaf gelen bölümü ise Tayler’ in işi sabun imalatçılığı olmasına rağmen, 30. dakikadan itibaren, Tayler’i anlatırken onun bir sinema yapımcısı olduğunu anlatmasıdır. (Filmin sadece bu 2 dakikalık bölümünde Tayler bir sinema yapımcısıdır)

Şu ifadeler 30. dakikadan sonra   filmde aynen geçmektedir ;
“Sinema filmleri tek bir makarada olmaz; birkaç makarada olur ve bir kare bittiğinde diğer makaraya geçerken birisinin düğmeye basması gerekir. O an geldiği zaman projektörleri değiştirir ve film devam ettiği için kimse bir şey anlamaz. Çünkü bu iş beraberinde bir çok ilginç olanak da sunuyor. Bütün aile filmlerini kare kare görmüştür. Yani izleyici cesur köpek ile ünlü bir şahsiyeti aynı perdede izlerken neler gördüğünü bilmez. KİMSE GÖRDÜĞÜNÜ BİLMİYOR AMA GÖRÜYOR” der ve sorar: “ACABA KAÇINIZ ONU İŞ BAŞINDA YAKALAYABİLİRSİNİZ?”

Yani adamlar yaptıkları işi aynı filmin içinde anlatıyorlar!


REKLAMLARLA BİLİNCİ ÇALINAN İNSANLAR

İnsan beyninde bilinçaltının tepki verdiği iki önemli olay var : “doğum” ve “ölüm”. Bilinçaltımız bu iki olaya çok daha fazla tepki veriyor. Bu iki mesaja daha duyarlı.

“Sex” (cinsellik) mesajı doğum ilk örneğinde, “kill” (öldürmek) mesajı da ölüm ilk örneğinde karşılanıyor. Bu semboller verilmek istenen mesajın içine yerleştirildiğinde bilinçaltı bunları öncelikli algılar olarak saklayabiliyor ve sıra kullanıma geldiğinde bu öncelikli depolanan veriler, davranış ve hareketlerimize yön çiziyor.

BİLİNÇALTI MESAJLAR YASAK DEĞİL Mİ?

Bilinçaltı reklamlarının etkisinin ispatlanmasının ardından bir yandan bu yöntemin kullanımı arttı ve diğer yandan da bu gibi yöntemlerin kullanılmasını önlemeye yönelik yasalar çıkartıldı. Ülkemizde RTÜK bilinçaltı reklamı : “Teknik cihazlar vasıtasıyla televizyon yayınlarında çok kısa süreli görüntüler kullanarak, izleyicilerin ancak bilinçaltıyla algılayabilecekleri ürün veya hizmetlerin tanıtılmasına ilişkin mesajlar içeren reklamlar” olarak tanımlamıştır.

Yasalarımız tüketicinin korunması bakımından, gizli reklam ve bilinçaltı reklamı da yasaklamıştır. 3984 sayılı yasanın 20. maddesi: "Reklamların, program hizmetinin diğer unsurlarından açıkça ve kolaylıkla ayırt edilebilecek ve görsel ve işitsel bakımdan ayrılığı fark edecek biçimde düzenlenmesini, bilinçaltı ile algılanan reklamlara izin verilmemesini" hükme bağlamıştır.

Radyo ve Televizyon Kuruluşları Reklam Yayın İlkeleri ve Usulleri İle Reklam Gelirleri Üst Kurul Paylarının Ödenmesi Hakkında Yönetmeliğin 11. maddesine göre de: "Yayınlarda gizli reklam yapılamaz. Programlarda açıkça reklam olduğu belirtilmedikçe ürün veya hizmetler reklam amacını taşıyan şekilde sunulamaz. Çok kısa sürelerle imaj veren, elektronik aygıt veya başka bir araç kullanılarak veya yapılarının ne olduğu konusunu izleyenlerin fark edemeyecekleri veya bilemeyecekleri bir biçime sokarak, bilinçaltıyla algılanmasını sağlayan reklamların yayınlanması yasaktır."

1964’te İngiltere, 1974’te ABD olmak üzere dünyadaki 55 ülke insanlarını bu tekniklere karşı korumaya almıştır. Rusya’nın Ekaterinburg şehrinde yayın yapan ATN Televizyonun “Otur ve ATN izle” şeklinde bir gizli mesaj verdiği tespit edilmiş ve 2 ay yayın lisansının iptal edilmesine neden olmuştur.

Neticede, Türkiye’de ve dünyanın birçok yerinde bilinç-altı reklam yasaklanmıştır ama bütün reklamları, dizi, film ve belgeselleri bilinçaltı mesaj içerip içermediği noktasında denetleyecek bir yapı kurulamamıştır.

BİLİNÇALTI VE GENEL ÖZELLİKLERİ

Günlük hayatımızda yaşadığımız bazı sorunların bilinçaltımızdan kaynaklandığını hep söyleriz ama acaba kaçımız bilinçaltımızın gücünün ve öneminin farkındayız?

Bilinçaltı çoğumuzun bildiği ya da duyduğu bir kavramdır. Bu kavram bilincimizin farkında olmadığı ama davranışlarımızın yönlendirilmesinde önemli rol oynayan bir yapıyı belirtiyor. Bilinçaltı, alt benlik, bilinç dışı olarak da adlandırılan bilinçaltı kişiliğimizin farkında olmadığımız, kontrolümüz dışındaki parçasını temsil etmektedir. Diğer bir deyişle bu, buzdağının görünmeyen kısmıdır.

Otomatik bir pilot gibi bütün tecrübelerimizi depolar. Bir hafıza deposudur. Tecrübelerinizi hatıralar şeklinde depolar. Bilinç-altı heyecanlarımızı, sezgilerimizi, alışkanlıklarımızı ve güdülerimizi depoladığı gibi, bunların faaliyete dökülmesinden de sorumludur.

Bilinçaltımız, zihin telkin yoluyla ikna olunmaya müsaittir. Bilinç, zihnin aksine, sorgulamadan tekrarla gelen teklifleri kabul eder, pekiştirir. Bütün otomatik davranışlarımız, alışkanlıklarımız ve heveslerimiz hafızada kayıtlı bilgiler arasındadır. En önemli vazifesi ise depoladığı verilere dayanarak mutluluğu sağlamaktır.

Bilinçaltı zihin delillerle ne ikna edilebilir, ne de aldatılabilir. Fikirlere ve imajlara karşılık verir. Bilinç-altının en mühim özelliği ise, bilincimizin farkına varmadığı olayları, sesleri, resimleri kaydetmesidir. Siz beş katlı bir binaya çıkarken merdivenleri saymıyorsunuz ama bilinçaltınızda bu sayı biliniyor ve kaydediliyor. Aynı şekilde bebekliğimize dair hatıralar bilinçaltı kayıtlarının arasında bulmak pekâlâ mümkündür.

Bilinç aynı anda üç ila yedi işi yapabilir. Daha fazla görev yüklendiğinde kilitlenir. Bu yüzden dikkatimizi yönlendirmediğimiz, bizi o anda ilgilendirmeyen birçok veri bu filtreden süzülür. Beş duyumuzun karşılaştığı çok sayıda duyum, algılanmadan bilinçaltı hafıza deposuna aktarılır.

Demek ki duyduğumuz, gördüğümüz ama kavrayış olarak algılayamadığımız her şey bilinçaltına ileride tekrar kullanılmak üzere veri olarak depolanır ve gelecekteki hareketlerimize yön çizer. İşte tam da bu aşamada bilince değil ama bilinçaltına hitap eden bütün propaganda ve veriler, bizim davranışlarımıza yön çizen güdüler olarak karşımıza çıkar. Zira sıklık arz eden tekrarlar deruni algılarımıza yöneliktir.
GERÇEK  GÖRMEDİKLERİMİZ Mİ?
Bilinçaltı dediğimiz şey, bilincin binde dokuz yüz doksan dokuzunu oluşturuyor. Yani biz şu anda bu yazıyı, binde bir seviyesinde görüyor, dinliyor ve okuyoruz.

Bunlar nasıl mı gerçekleşiyor? Gözde bilimsel olarak “fovea hareketleri” olarak isimlendirilen, gözün fovea hareketleri sizin şu anda görmediğiniz şeyleri de görüyor. Göz devamlı bir tarama içinde. Tarıyor ve aldığı bilgileri bilinçaltına atıyor. Bu söylediklerimiz bilimsel verilerdir.

Biz, normal şartlarda gözümüzün fovea hareketleriyle beynimizde depolanan şeylerin çok azını hatırlıyoruz. Ama mesela markete gittiğimizde on tane deterjan arasından bir tanesini çekip alıyoruz. Yani gördüğümüzün ve de duyduğumuzun farkında olmadığımız şeylerin, bilinç ortamına çıkarak bize o malı satın aldırması söz konusu oluyor.

Yani biz görmediğimizi zannettiğimiz şeyleri aslında görüyoruz ve bilinçaltımıza gönderilen verilerin karar verme ya da faaliyete geçme aşamasında fikirlerimizi ve davranışlarımızı doğrudan etkiliyor.