21 Ağustos 2011 Pazar

Timothy William Burton



‘‘Çocukken gördüğün bir çok şey seninle kalır; yaşantını, tecrübelerini tekrar elde etmeye çalışarak harcarsın’’ Timothy William Burton
     
Karanlık ve giz dolu bir gece daha doğmaktadır. Şehirdeki soğuk, dev gibi beton binalar bir sonraki günü çağırmaktadır. Duvara dayanmış, gece gibi karanlık ve gizemli bir insan figürü belirir. Bu adam yalnızdır; ne kimse ismini biliyordur ne adamın hislerini anlıyordur ne de adamı önemsiyodur. Ve en önemlisi adam asla bir daha onlardan biri olamayacaktır.

       İşte bu dünya Tim Burton’un dünyasıdır.

      Son yıllarda, çok az yönetmen, bütün sinema endüstrisini değiştirebilecek yaratıcılıkta bulundu. Tim Burton’un özellikle son 20 yıldır çektiği çok sayıda etkileyici ve fark yaratıcı filmleri ona bu yönetmenlerden biri olmasını sağladı. Bu farklı, sıradan olmayan filmleri çekmesinin sebebi, yeteneğini film yapmak için harcayan görsel bakımdan zeki bir yönetmen olmasının yanında sahip olduğu inanılmaz hayalgücüdür.

      Kaliforniya’da doğan Tim Burton oldukça sıradan bir Hollywood gençliği gibi gözükse de aslında günlerini korku ve bilimkorku türünde filmler seyrederek ve senaryolar okuyarak geçirdi. Bu çevre ona daha sonra hayatına yön verecek hayal gücünü sağlayan en büyük etmen oldu.

      Aslında Tim Burton öğrencilik yıllarında sinemadan çok resimle ilgeniyordu ki bu ilgi ona Kaliforniya Sanat Okulunda okuma fırsatı sundu. Bu okulda aldığı eğitim ve çizdikleri ise ona hayatının fırsatını sundu; Disney şirketi ona çalışma teklifi etti.

      Disney’de çalıştığı dönem boyunca 1982 yılında “Vincent” ve 1984 yılında “Frankenweenie” adında iki küçük animasyon film yazdı ve çekti. İki film de başlangıçta çocuk filmleri olarak geliştirilse de Tim Burton’un yarattığı atmosfer, bu filmleri çocuklardan çok yetişkinlerin ilgi alanına soktu ve ilk seyircileri, bu korku filmi gibi çekilen animasyon filmleri seyredenler oldu.

       Bu iki film çok geniş kesime ulaşmasa da, film endüstrisinin dikkatini çekmişti. Ve 1985’te ilk uzun metrajlı filmi olan “Pee-Wee’nin Büyük Mecarası(Pee-Wee’s Big Adventure)” filmini çekti. Bu film yeni bir yönetmen için büyük bir başarı getirdi ve Tim Burton’un ismini herkese duyurmayı başardı. Daha da önemlisi sanatında özgürleşmesini sağlayacak maddi imkanları da sağladı. Bu özgürlük 1988’de bir kara komedi başyapıtı olan “Beetlejuice” filmini çekmesini sağladı. Bu film, geniş bir hayran kitlesi kazanmasının yanı sıra 80 milyon dolarlık bir gelir elde etti ve en önemlisi “en iyi makyaj” oscarını kazandı.

       Artık Tim Burton için yeni bir dönem başlıyordu ve bu dönemin başlangıcı çizgi roman uyarlamalarının en iyisi olarak gösterilen “Batman:Kara Şovalyenin Dönüşü(Batman: The Dark Knight Returns)” oldu. Bu film “Batman” karekterine yeniden karanlık ve gizemli bir kahramana dönüştürdü. Tabi ki bunun başmimarı yönetmen Tim Burton’du. “Batman(Bruce Wayne)” karekterini “Beetlejuice” filmindeki başrol oyuncusu Micheal Keaton başarıyla oynamış, Jack Nicholson ise “Joker” karekterinde ne kadar iyi bir aktör olduğunu bir kez daha göstermişti. Kimsenin beklemediği bir gişe hasılatı elde eden film yapımcılarına dünya çapında 400 milyon dolardan fazla para kazandırmıştı.

       1990 yılında ise Tim Burton kendi yazdığı ve yönettiği bir filmle hayranlarının karşısına çıktı. “Edward Scissorshand(Edward Makaseller)” filmi gerek görsel sahneleriyle gerekse sıradışı karekterleriyle tam bir Tim Burton filmiydi. Başrol karekterinde oynayan Johnny Depp’e “Beetlejuice” filmindeki gotik genç kızı oynayan Winona Ryder eşlik etmişti. Bu filmin başka bir özelliği de Tim Burton-Johnny Depp dostluğu başlatan film olmasıdır. İlk kez bu filmde bir araya gele ikili daha sonra 5 filme daha imza atacaklardır.

      Warner Bros. İlk “Batman” filminden ettiği başarı nedeniye Tim Burton’un ikinci filmi çekmesini istemiş ve 1992 yılında “Batman Dönüyor(Batman Returns)” çekilmişti. Yine başrolü Micheal Keaton oynamış ama bu sefer kötü karekterlerden “Penguin” i Danny De Vito, “Catwoman” ı ise Michelle Pfeiffer oynamıştır. Bu filme yapılan eleştirilerin başında, Batman karekterinden fazla kötü karekterler ön plana çıkmış olması gelir. Aynı zamanda ilk filme göre daha fazla şiddet ve cinsellik içermesi ayrı bir eleştiriye neden olmuştur. Buna rağmen film dünya çapında 450 milyon dalarlık bir hasılat elde ederek yapımcılarının ve yönetmenin yüzünü güldürmüştür. Daha sonra çekilen “Batman” filmlerinde yönetmen koltuğunda Tim Burton oturmasa da, danışman olarak görev almıştır.

       1993 yılında kendisi yönetmese de senarist ve yapımcısı olarak “Noel Öncesi Kabus(Nightmare Before Christmas)” filminde karşımıza çıkmıştır Tim Burton.

      Tim Burton’un daha sonraki çalışması bir biyografi olmuştur. Hollywood’un en kötü yönetmeni olarak gösterilen Ed Wood Jr. hayatının farklı bir açıdan beyaz perdeye aktarıldığı “Ed Wood” filminde başrolü yine Johnny Depp oynamıştır.

       1996 yılında çekilen “Mars Attacks” filmi, Jack Nicholson,Pierce Brosnan ve Natalie Portman gibi önemli ve geniş kadrosuyla beğeni toplamış ve dünya gişelerinde büyük bir başarı getirmiştir. 1999 yılında ise Tim Burton-Johnny Depp ortak yapımı “Sleepy Hollow” vizyona girmiştir. Sleepy Hollow’un Efsanesi adlı kısa öyküden uyarlanılarak çekilen film bir dedektif öyküsüdür. Klasik Tim Burton filmi olarak gotik ve gizemli bir atmosfere sahiptir. Aynı zamanda film en iyi sanat yönetmeni dalında oscar kazanmıştır.

       2000li yılların başında Tim Burton 1968 yılında çekilen “Planet Of The Apes(Maymunlar Gezegeni)” filmini yeniden yorumlayarak ve biraz daha politik bir şekilde çekmiştir. Bu filmin bir başka özelliği ise başrolde oynayan Helena Bonham Carter ile Tim Burton’un beraberliğinin başladığı filmdir. Bu beraberlik Tim Burton’un daha sonra çekeceği filmlerde de devam edecektir.

      Tim Burton’un 2003 yılında yönetmenliğini yaptığı “Big Fish” Golden Globe’da 4 dalda aday olmuştur. Daha sonra çektiği tekrar filmi olan “Charlie’s Chocolate Factory(Charlie’nin Çikolata Fabrikası)” kendisinin filmi yorumlamak konusunda tamamen özgür bıraktığı bir filmdir. Görsel efektlerin yerine gerçek unsurların(çikolata şelalesi gibi) kullanıldığı film özellikle Tim Burton’un yetişkinlerin yanında çocukların da izleyebileceği ender filmlerinden biridir.

      2005 yılında çektiği animasyon-müzikal film olan “Corpse Bride(Ölü Gelin)” filminde Johnny Depp sadece karaktere(Victor) sesini vermemiş, seslendirmenin yanında karekterin yüz hatlarının oluşumunda kendi yüzünü kullanmıştır.

       Son filmi olan “Sweeney Todd: The Demon Barber Of the Fleet Street” filminde başrolleri Johnny Depp ve Helena Bonham Carter oynamış, Golden Globe’da en iyi yönetmen dalında aday olmuş ve en iyi sanat yönetmeni dalında Oscar kazanmıştır.

      Tim Burton sadece yönetmenliği ile değil aynı zamanda yazarlığı ve yapımcılığı ile sinema endüstirisine son yıllarda büyük yarar sağlayan birkaç kişiden biridir. En büyük özelliği ise filmlerinde etkileyici sahnelerinin temellerini, gerçek dünyanın karanlık rüyalarının ve hayal ürünü kabuslarının doğallığı oluşturmasıdır. Yönetmenlik konusunda doruk noktasında olan Tim Burton daha uzun yıllar sinemada kalacaktır dolayısıyla çekmiş ve çekeceği filmler ona Hollywood’un gelmiş geçmiş en iyi yönetmenlerinden biri olma fırsatını verecektir.

http://www.dho.edu.tr/pusula/61/timburton.html

Özür Dileriz Ağustos Böceği

Karınca ile ağustos böceği hikayesini hepimiz biliriz..Ağustos böceği tembeldir ..Bütün yaz çalışmaz.Sonunda da kışın yakacak için karıncaya muhtaç kalır...Bu şekilde anlatılmıştı hep bizlere .. Ama küçük bi detay hep gözlerden kaçmıştır..Ağustos böceğinin yavrularının büyümesi için çok yüksek ısıya ihtiyaç vardır..Öyle yüksek ısı ki yaz ayında dahi yavrularının üzerinde durup onlara daha fazla sıcaklık sağlaması lazım..İşte bu yüzden bütün yaz çalışamaz..Yavrularının hayatta kalması için yerinden dahi kalkmaz..Yııllarca onu tembel olarak tanımlamışız.. Bu gerçeği artık öğrendik..
Şimdi ise ondan özür dileme vakti !

Osmanlı da Minyatür


Batı dillerinde bir nesnenin küçük boyutlardaki örneğini belirten "Minyatür" sözcüğü, zamanla kitap resmi için kullanılan bir terim halini almıştır. Eski Türk kaynakları kitap resmi için "Nakış", "Tasvir"; minyatür ressamı için de "Nakkaş", "Musavvar" gibi sözcüklere yer verirler.
8. ve 9. yüzyıla ait olan ve günümüze gelmiş Türk resim sanatının örnekleri arasında, duvar resmi ve figürlü işlemelerin yanında minyatürler de bulunmaktadır. Türklerin eski yurtları Orta Asya'da, Türkistan'da yaşadıkları döneme ait olduğu düşünülen minyatür örnekleri hala Topkapı Sarayı arşivlerinde bulunmaktadır.
Fatih Sultan Mehmed döneminden, 19. yüzyıla uzanan döneme ait ise çok sayıda minyatür eser günümüze ulaşmıştır. Fatih Sultan Mehmed döneminde yapılmış birçok minyatürlü eser, Türkmen minyatürlerinin etkisini göstermektedir. Bu eserler dönemin giyim, müzik aletleri ve eğlence hayatı gibi bazı özelliklerini de yansıtırlar.
Kanuni Sultan Süleyman dönemi, Osmanlı minyatür sanatında pek çok yeniliğin denendiği bir dönemdir. Bu yenilikler arasında, tarihi olayları saptama anlayışının "şehnâmecilik" adıyla resmi bir görev halini alması da vardır. Bu anlayış içinde tarihi olaylar yazma olarak kayda geçirilirken, bir yandan da resimleniyordu. İmparatorluğun doğu ve batısındaki savaşlar, fetihler ve seferler, tahta geçişler, yabancı elçilerin kabulü, bayram kutlamaları gibi önemli olayların yanı sıra, bazen sultanın yalnızca tek bir seferi de ele alınabiliyordu
Sonraki dönemlerde tarihi olayları gerçekçi bir tavırla saptama anlayışı, artık Türk minyatür sanatının değişmez bir özelliği olarak gelenek haline gelecektir.
Topkapı Sarayı'nı gösteren minyatürler, önemli özellikleri ve genel görüntüsüyle sarayın bu dönemdeki durumunu yansıtan birer belge değerindedir. Şematik bir biçimde ele alınmış olan saray sahnelerini gösteren minyatürlerde birçok olay tasvir edilmiştir. Katipler, öteki görevliler ve toplantı halindeki vezirler resmedilmiştir. Kubbealtı revağının altında, köşede maaş olarak dağıtılacak altın ve gümüşler tartılmakta, keselere konup, mangalda eritilen balmumu ile mühürlenmektedir. Öte yandan minyatüre bakanların olayların bütününü anlayabilmesi için binalar açık bir kesit halinde gösterilmiştir. Sultan'ın Topkapı Sarayı ikinci avlusunda tahta çıkma töreni de yalın düzenleme şemasına bir örnektir. Bu kompozisyonda yeni sultana bağlılıklarını sunacaklar yarımay biçiminde çizilmişlerdir. Bu kompozisyonda olayın bütün ayrıntıları tam olarak ele alınmış, eser böylelikle resimli bir belge niteliği kazanmıştır.
Kanuni döneminde başlayan tarihi konuların işlenmesi ve şehnâmecilik'e bağlanıp devletin resmi tarihini belgeleme niteliği alması, klasik döneminde Türk minyatürüne ana karakterini kazandıracak, İslam ülkelerinde gelişen minyatür sanatı içinde ötekilerden ayrılan bir okul oluşturacaktır.
17. yüzyılda minyatür sanatı bir yandan geleneksel üslubu sürdürürken öte yandan albüm resmi birdenbire büyük bir önem kazanmıştır. hiçbir metne bağlı olmayan tek tek figürlerin ya da günlük hayatla ilgili konuların işlendiği örneklerden oluşur. Çeşitli tipte insanlar giyim özelliklerini belirtmeye özen gösterecek biçimde işlenmiştir

Batı'ya açılışın yoğunlaştığı Lale Devri'nde minyatür sanatında Batı resmi tarzında ilginç gelişmelere tanık olunur. 19. yüzyıl boyunca minyatür sanatı güncelliğini yitirmiş ve yavaş yavaş yerini Batı resim tekniğiyle yapılmış yağlıboya tablolara bırakmıştır.

dünya haritası , Piri Reis



Harita : Avrupa ve Anadolu , Hacı Ebul Hasan



Ordunun saraydan savaş için ayrılışı , (Nusretname)


Medrese

http://www.osmanlisanati.com/p10.html#


Mevlana nın Sanat Anlayışı

Mevlana Celaleddin, büyük veli, üstün fikir adamı ve eşsiz şahsiyetinin üzerine aynı zamanda dünyanın en büyük şairlerinden biridir.
Başta Batı'nın halis temsilcisi Goethe olmak üzere birçok Avrupalı büyüğün de ona hayranlıkları ve bu hayranlıklarını coşkun dille ifade etmiş bulunmaları, ihtişamının başka bir yanını ortaya koyar.

Batı'dan söz edilmenin, onun dünya şiirindeki mevkini tayine yarayabilir. Yoksa şiirin vatanı Doğu'dur. Şiir mihengi Doğu'dadır. Ve Mevlâna İran, Arab, Türk şairleri arasında şüphesiz en yüksek zirveyi tutanlardandır. Yine Türk asıllı fakat Farsça yazmış en büyük şairlerden olan Molla Camî'nin Celâleddin-i Rumi hakkında söylediği:

“An Feridûn-ı cihân-ı ma'nevi
Bes büved burhân-ı kadreş Mesnevi
Men çi guyem vasf-ı an âlicenab
Nist Peygamber veli dared kitâb.”

(O, ma'nâ cihanının Feridun gibi haşmetli hükümdar olan Mevlâna'nın-yüceliğine delil olarak Mesnevî'si yeter. O yüksek yaratılışlıyı nasıl anlatayım ben? Ki o Peygamber değildir ama “Kitab”ı-Mesnevisi- vardır.)

Kıt'a yalnız Cami'nin değil bütün Doğu şair ve tenkidci ve bilginlerinin Mevlâna'ya olan hayranlıklarına da sözcü olmaktadır.

Şiirin bir imân işi olduğu bütün sınırsızlığı ile Mevlâna'da görülür. Şiirin büyük Kültür, geniş bilgi işi olduğu yine onda, şiirin ufuklara sığmaz doğuşlar, ilhamlar işi olduğu, söz ustalığı, kelime, deyim bolluğu, âhenk, duygu, fikir zenginliği eseri olduğu yine hep Mevlâna'nın şiirleri delil tutularak anlaşılır.

Her şair için şu tarafı (âhengi, ilhamı, fikriyatı, kültürü, inancı) üstündür denebilir. Fakat Mevlâna'nın şiirde taraf ve unsure denilebilecek ne varsa hepsi mükemmeldir. Düşünülsün ki 90 bine yakın beyit söylemiş olan Mevlâna'nın can sıkıcı, sakat veya cansız sayılacak doksan beyti aransa bulunmaz. Bu bolluk, düzgünlük, sınırsızlık, onun insan cihan ötesi, ilâhi âlemle sürüp giden dostluğu'nun başka bir delilidir. Hızı kesilmeden sürekli eserek nefis kokular, harika büyüyecek tohumlar, çiçek tozları imbatlar, gaib ankalar uçuşturan meltem gibi bir şiirdir. Hem hoşlandırır, hem ağaçlar gibi kök salar, gem görülmemiş renklerde açar, hem bağırları imân serinliğiyle ferahlatır, hem de ümitli faydalı, azimli düşünceleri zihinlere eker durur.

Kim ne derse desin Mevlâna şiirindedir, İmânının, heyecanının, kişiliğinin, fikirlerinin tamamı şiirlerindedir. İmân ve fikir âhengini asırlar boyunca koruyup her neslin gözleri önüne açılan göz kamaştırıcı mücevher çekmeceleri bu şiirlerdir.

Her çeşit üstünlüğünün delilleri erişilmez ahenk içindeki bu sözleridir. Bu kitaplar bu Mesnevî, Dîvân-ı Kebir olmasaydı, Mevlâna da yine bu kadar büyük olsaydı, onu anlamak da, anlatmak da, beşeriyete beklenen bir ma'na güneşi gibi doğdurmak da çok zor olacaktı.

Osmanlı'da Sanat Anlayışı

ERKEN OSMANLI SANATI
(Başlangıcından Fatih Dönemi Sonuna Kadar)


Yıldız Demiriz
Osmanlı mimarisinin erken döneminden günümüze gelen yapıların çoğu dini mimariye bağlıdır. Dönem üsluplarını ve plan gelişmesini kesintisiz inceleyebileceğimiz başlıca yapı grubu ise camilerdir. Camileri plan ve işlevlerine göre gruplara ayırmak da tanıtımı kolaylaştırıcı olacaktır.
Tek kubbeli camilerin ilk örneklerini Anadolu Selçuklularının mescitlerinde bulunuyoruz. Osmanlılar bu tipi geliştirmiş ve anıtsal sayılabilecek örneklerini vermişlerdir. Tarihi belli en eski Osmanlı camii, tek kubbeli bir yapı olan ve 1333 yılına tarihlenen ıznik’teki Hacı Özbek Camii’dir. Tek kubbeli kare bir mekan ve bunun önünde yer alan kubbeli son cemaat yeri ile “Tek kubbeli cami” tipinin karakteristik bir örneği olan yapı, dönemin özelliklerinin bir çoğunu bünyesinde taşır. Taş ve tuğla dizilerinden oluşan duvar, kiremit örtülü kubbe bu özelliklerdendir. Ancak geçirdiği çeşitli tamirler, bu yapının orijinal planını ve görünüşünü olumsuz yönde etkilemiştir.

ıznik’teki Yeşil Camii ise tek kubbeli camilerin değişik bir yorumu olarak karışmıza çıkmaktadır. Mekan, kubbeli kare bölümün giriş yönüne eklenen bir kısımla ana eksen üzerinde uzatılmıştır. Bu durum, enine gelişen ideal cami mekanı düşüncesine aykırı bir uygulamadır. Zaten sonraki örnekler üstünde de bir etkisi görülmez. Camiyi I. Murad’ın vezirlerinden Çandarlı Halil Hayrettin Paşa yaptırmıştır. Yapımına 1378’de başlanmış, ancak cami Paşa’nın ölümünden sonra 1391’de tamamlanmıştır. Yapının mimarı Hacı Musa’dır. Yeşil Cami, erken Osmanlı döneminde mimarı bilinen az sayıdaki yapılardan biridir. Cami adını yeşil renkli çinilerle kaplı minaresinden almaktadır. Ancak çiniler geç dönemlerdeki tamirlerle yenilenmiştir. Yapının orijinal süslemesini içinde ve dışında yer alan mermer işçiliği oluşturur. Birbirinin tam eşi olmayan sütun başlıkları ve son cemaat yerindeki korkuluk levhalarının yanında, Osmanlı döneminden bilinen en eski mermer mihrap da bu süsleme arasında yer almaktadır. Osmanlı mimarisinde tek kubbeli caminin sayısız denilebilecek kadar örneği vardır. Daha geç dönemlerdeki örneklerin bazıları ise anıtsal ölçülerdedir.

Erken Osmanlı döneminin önemli bir yapı grubu da “Zaviyeli Camiler”dir. Araştırıcılarca bunlara “Ters T”, “Kanatlı”, “Çok ışlevli” gibi değişik adlar da verilmektedir. Bu gruptaki yapıların planı, ana eksen üzerinde yer alan kapalı bir avlu durumundaki merkezi mekan ve çevresindeki üç eyvandan oluşur. Osmanlı mimarisinde bütün mekanları kubbe ile örtmek eğilimi kuvvetlidir. Zaviyeli yapılarda da eyvan düşüncesinden gelişen bölümlerin çoğu kubbe ile kaplıdır. Bu plan, Türk mimarisinin çok daha önceleri geliştirdiği “dört eyvanlı yapı” tipinin değişmesiyle ortaya çıkmıştır.
Bu tipin erken örneklerinden biri ıznik’teki Nilüfer Hatun ımareti’dir. I. Murad Hüdavendigar tarafından annesi Nilüfer Hatun için yaptırılmıştır. Kesin tarihi bilinmez. Ancak I. Murad tarafından yaptırıldığı bilindiğinden, 14. yüzyıl üçüncü çeyreğine ait olduğu kabul edilebilir. Tuğla ve taş dizilerinden oluşan duvar tekniği bu dönem için karakteristiktir. Sütun başlıkları ise mukarnaslı klasik dönem başlıklarının öncülerinden sayılabilir.

Bursa’daki Hüdavendigar Camii de aynı tipin bir örneğidir. Ancak, üst katının medrese olması ile bütün Osmanlı yapılarından ayrılır. Başka hiçbir Osmanlı yapısında medrese ve cami bu biçimde birleştirilmemiştir. Kıble eyvanının tonozlu oluşu da yine tipik örneklere göre farklı bir özelliktir. Bu durum, zaviyeli camilerin dört eyvanlı plandan geliştiğini açıkça gösterir. ıki katlı cephe, 14. yüzyılda Akdeniz bölgesinin çeşitli yörelerinde uygulanan bir cephe düzenini yansıtmakta, bu düzen içinde ikiz pencereler hemen dikkati çekmektedir. Bu yapıda da tuğla ve taş dizileri birlikte kullanılmış, bu malzeme yardımı ile yer yer geometrik süsleme elde edilmiştir.

Yine Bursa’da, bu kez Yıldırım Bayezid’in yaptırdığı bir yapı olan Yıldırım Camii de zaviyeli tiptedir. Cami, medrese ve darüşıifa ile birlikte bir külliye oluşturmaktadır. 1400 yılına ait olan yapıda Bursa’daki daha eski yapılardan farklı bir biçimde cephe tümüyle taştan yapılmıştır. Taş malzeme Bursa’ya çevreden getiriliyordu. Bu nedenle maliyeti yüksek olan bu malzeme, ancak Yıldırım Bayezid döneminde devletin güç kazanmasına paralel olarak önemli yapılarda kullanılmaya başlanmıştır. Yapının dış süslemesinde taş, özellikle de mermer egemendir. “Mukarnas” adını verdiğimiz eleman dekoratif amaçla çok sık kullanılmıştır. ıç süslemede ise yan odalarda bulunan alçı işleri dikkati çekmektedir. Bu süsleme ile caminin yan mekanlarında, adeta dönemin Türk evinin bir odası canlandırılmak istenmiştir.

Bursa’da Çelebi Sultan Mehmed’in yaptırdığı Yeşil Cami de aynı tipin önemli örneklerinden biridir. Medrese ve Yeşil Türbe ile bir külliye halinde olan yapının kitabesinde mimarın adı belirtilmiştir. 1424’te tamamlanan külliyenin mimarı Hacı ıvaz’dır. Yapının ana ekseni üstünde kubbe ile örtülü iki bölüm, yanlarda eyvanlar, ayrıca her yanda ikişer oda bulunmaktadır. Odalar orta mekandan ayrılmış bölümler halindedir. Yapının cephesinde bir son cemaat yerinin düşünüldüğünü gösteren izler bulunmaktadır. Ancak bu bölüm hiçbir zaman yapılmamıştır. Giriş cephesi taş süslemesi ile dikkati çekmekte, alınlıklarda, pencere ve portal çevresinde çok kaliteli mermer kabartmalar yer almaktadır. Ayrıca iki yandaki küçük mihraplar da aynı süsleme özelliğini göstermektedir. Bütün bu süslemelere rumi motifleri egemendir. Portal yapıdaki taş süslemenin yoğunlaştığı bölümdür. Bu kapının oldukça yüzeysel mermer kabartmalarla kontrast oluşturan zengin mukarnaslı kavsarası, dönemin en görkemli portallerinden biridir. Kapının yukarsında yapı kitabesi bulunmaktadır. Bu kuşağın altında iki yanda, mimarın adını belirten kitabe vardır. Köşeliklerde ise iri palmetler ve rumilerden oluşan zengin süsleme yer almaktadır. Caminin içinde bir mekan birliğinden söz edilemez. Mihrap Osmanlı çini sanatının seçkin ürünlerindendir. Renkli sır tekniğindeki çiniler yapının başlıca iç süslemesini oluştururlar. Girişin üstünde ise bir loca görünümündeki hünkar mahfili yer almaktadır. Bu bölüm de renkli sır tekniğinde, kısmen kabartma çinilerle kaplıdır. Geometrik, yıldızlı desenin ayrıntılarında küçük çiçekli ve rumili motifler kullanılmıştır. Yapıdaki süslemenin tamamından sorumlu olan Nakkaş Ali bin ılyas Ali’nin adı ise hünkar mahfilinin üst kısmındaki kitabede yer almaktadır. Yıldırım Camii’nin yan odalarındakine benzer alçı süslemeler, bu yapının yan odalarını da süslemektedir. Yeşil Cami ve külliyesi erken Osmanlı döneminin süsleme açısından en zengin yapısıdır ve hemen her çeşit mimari süslemenin kaliteli örneklerine sahiptir.

Yeşil Külliye’nin en tanınmış yapısı ise kuşkusuz Yeşil Türbe’dir. Sekizgen planlı ve kubbeli tipik bir Osmanlı türbesi biçimindeki yapı, Çelebi Sultan Mehmed için yapılmıştır. Adını cephelerini süsleyen yeşil çinilerden almaktadır. Portal süslemesi de renkli sır tekniğindeki çinilerdendir. Bu çinilerin arasında kabartma olan örnekler bu türün nadir ürünleri arasındadır. Çiniler türbenin iç süslemesine de egemendir. Osmanlı çini mihrapları içinde en görkemlilerinden biri bu yapıdadır. Mihrabın geometrik motiflerle birlikte vazodaki çiçeklerden oluşan bitkisel süslemesi, tipik bir Osmanlı kompozisyonu oluşturmaktadır. Çelebi Sultan Mehmed’in çini lahdi de renkli sır tekniğinin başarılı örneklerinden sayılmaktadır. Yeşil Türbe’nin kapısı kitabeli olması nedeniyle Yeşil Külliye’nin ahşap işçiliği ile ilgili bir belge niteliği taşımaktadır. Bu kapıda Tebrizli Ali ustanın adı belirtilmiştir. Yeşil Camii’nin çok kaliteli ahşap işçiliğinin de bu ustanın yapıtı olduğu kesindir.
Bursa’daki önemli bir başka yapı topluluğu da Muradiye Külliyesi’dir. Merkezini II. Murad’ın yaptırdığı Muradiye Camii’nin oluşturduğu külliyede bir medrese ile bir darüşıifadan başka, başta IŞ. Murad’ın türbesi olmak üzere çok sayıda türbe de bulunur. Cami ve külliye 1447 tarihlidir. Türbeler arasında ise yalnızca II. Murad’ınki bu tarihe aittir. Öteki türbeler değişik dönemlerin yapılarıdır. Muradiye Camii de zaviyeli camiler grubuna girer. Caminin planı bu tipin en yalın biçimini yansıtmaktadır. Yapı, ana eksen üzerindeki kubbeli iki bölümle yanlardaki eyvanlardan oluşmaktadır. Buna karışlık, gerek dış gerekse iç süsleme bakımından zengindir. Dış cepheye renkli görünüşünü kazandıran taş ve tuğla işçiliğine, yer yer renkli sırlı tuğla ve çiniler de katılmıştır. Dış süslemeye genellikle geometrik motifler egemendir. Giriş cephesinin zengin süslemesine karışlık, öteki cephelerde yalın bir tuğla-taş duvar işçiliği gözlenir. Bu özellik dönemin pek çok yapısında bulunmaktadır. Başlıca iç süsleme ise, duvarların alt bölümlerini kaplayan tek renkli çiniler ve çevrelerindeki çini bordürlerdir. Buna karışlık mihrap süslemesinde çini bulunmamaktadır.

Sultan II. Murad’ın türbesi caminin yakınındadır. Kare planlı türbenin orta kısmının üstü açık bırakılmıştır. Bu ve mimarideki başka bazı özellikler, II. Murad’ın yazılı vasiyetine dayanmaktadır. Türbenin başlıca süslemesi giriş cephesinin saçaklarındaki renkli nakışlardır. Bu süslemenin türbeye göre daha geç bir tarihe ait olduğu da söylenebilir.

Sultan II. Murad Edirne’de de aynı tipte bir cami yaptırmıştır. Yalın bir mimariye sahip olan bu yapıda dış süsleme hemen hiç yoktur. Kesin tarihi bilinmeyen yapı dıştaki yalınlığa karışlık, içerde oldukça yoğun bir süsleme barındırır. Çini mihrabın bu süslemeler arasında özel bir yeri vardır. Renkli sır tekniğinin karakteristik renkleri sarı ve açık yeşilin mavi-beyazlarla kaynaştığı bu düzenleme, güzelliğinin yanında konunun araştırıcıları için de ilginç bir örnektir. Geometrik süslemenin kıvrık dallar üzerindeki zengin rumilerle birleştiği kompozisyon, yapının renkli duvar nakışlarında da yinelenmiştir. Kıble yönündeki kare bölümün duvarlarının alt kısımlarında mavi-beyaz altıgen çiniler bulunmaktadır. Bu mekanın duvar ve kemerlerinde, mihraptaki süslemeye çok benzeyen renkli duvar nakışları ortaya çıkarılmıştır. Ancak altıgen çinilerin kısmen bu düzenlemenin üzerinde bulunması, çinilerin daha sonra monte edildiğini göstermektedir.

Osmanlı mimarisinde karışmıza çıkan bir başka cami tipi çok kubbeli “Ulu cami”dir. Bu plan tipi Selçuklu döneminden tanıdığımız ahşap direkli camilerden gelişmiş bir mimari formdur. Osmanlılarda bütün mekanları kubbe ile örtmek eğilimi kuvvetli olduğundan, bu tipteki yapıların her bir bölümü de kubbe ile kaplanmıştır. Ancak kimi örneklerde bölümlerden bazısının tonozlu olduğu görülür.

Bursa Ulu Camii de 20 kubbesi ile bu tipin anıtsal bir örneğidir. Yıldırım Bayezid tarafından yaptırılmış ve 1400’de tamamlanmıştır. Ana eksen üstündeki dört kubbe ötekilerden daha yüksek tutularak eksen iyice belirtilmiştir. Ana eksendeki kubbelerden birinin üzeri aydınlık feneri ile örtülmüş, bunun tam altına da şadırvan konularak, adeta avlu düşüncesi yaşatılmaya çalışılmıştır. Bu tip yapılarda bir mekan birliğinden kolayına söz edilemez. Nitekim Bursa Ulu Camii’nde de iri payeler genel görüşü engelleyerek, mekanı bölmektedir. Kitabeli ahşap minber ise caminin tarihlendirilmesi konusunda bir dayanaktır.
Edirne’deki Eski Cami de, Ulu cami tipinin önemli örneklerinden biridir. Bu yapıda kubbe sayısı dokuzdur. Yapımı Emir Süleyman Çelebi tarafından başlatılmış, Çelebi Sultan Mehmed tarafından tamamlatılmıştır. Orta eksendeki kubbeler bu camide de belirtilmiştir. Bu özellik, kubbeye geçiş elemanlarının her birimde farklı olması ile sağlanmıştır. Eski Cami süsleme açısından oldukça yalın bir yapıdır. Bunda süsleme elemanlarının deprem ve yangınlarda yok olmasının da payı vardır. Bugünkü minber ise, yangın geçirmiş olan çok kaliteli orijinal minberin kalan kısımlarından oluşturulmuştur.

Osmanlı mimarisinde klasik dönemi hazırlayan yapılar içinde Edirne’deki Üç şerefeli Camii’nin önemli bir yeri vardır. Dikdörtgen bir planın ortasında altı dayanağa oturan büyük bir kubbe yer almış, mekan ayrıca iki yanda daha küçük kubbelerle örtülü ikişer bölümle genişletilmiştir. Bu yolla enine gelişen ideal cami planına yaklaşılmıştır. Tek kubbenin altında toplanan mekan, caminin büyük bir kısmını kapsamaktadır. Öteki bölümler ise kaybedilmiş mekanlar sayılabilir. Bu plan tipi ilerki yıllarda da birçok kez kullanılmıştır. IŞ. Murad tarafından 1443-1447 yılları arasında yaptırılmış olan cami, adını üç şerefesine de ayrı merdivenlerle çıkılan minaresinden almaktadır. Minarelerin avlunun dört köşesine yerleştirilmesi de ilk kez bu yapıda uygulanmıştır. Caminin portalinde ise öteki yerlere oranla daha yoğun bir taş süsleme bulunmaktadır. ıki kemer içinde mukarnas kavsaranın yer aldığı kapıda en ilginç süsleme yapı kitabesidir. Girift bir istif içindeki bu kitabe süsleme sanatı açısından özel bir anlam taşımaktadır.

İstanbul’un fethi ile Osmanlı sanatına yeni bir canlılık gelmiştir. Rumeli Hisarı adeta fethi simgeleyen bir yapıdır. Fatih Sultan Mehmet tarafından İstanbul’un fethine son hazırlık olarak yaptırılan yapı, Anadolu Hisarı ile birlikte boğazı koruyan en önemli askeri tesis olmuştur.

İstanbul’da fetihden sonra Osmanlıların yaptırdığı ilk önemli dini yapı grubu, Fatih Külliyesi’dir. Külliyenin merkezini oluşturan cami 1470/71 yılında tamamlanmıştır. 1765’de depremde çok büyük hasar gören yapı, 1767-1771 yılları arasında Sultan IŞI. Mustafa tarafından yeniden inşa ettirilmiştir. Bugünkü cami, gerek plan gerekse üslup açısından 18. yüzyıl özelliklerine sahiptir. ılk caminin, merkezi büyük bir kubbeyi destekleyen bir yarım kubbesi olduğu, yazılı ve resimli kaynaklardan anlaşılmaktadır. Yapı bugün ise dört yarım kubbelidir. Yine de ilk Fatih Camii’nden ve süslemesinden bazı bölümler günümüze gelmiştir. Örnek vermek gerekirse, ilk akla gelenler dış avlu duvarının renkli taş kakmalı pencere alınlıklarıdır. ıç avludaki çini pencere alınlığı da Fatih döneminden günümüze gelmiştir. Fatih dönemi, mimarinin yanı sıra süslemede de imparatorluk sanatına geçiş, bu nedenle de yeni teknikler ve üsluplar arama dönemidir. İç avludaki çiniler de teknikleri açısından arayış döneminin ürünü sayılabilir.

Fatih Sultan Mehmet’in veziri Mahmud Paşa’nın İstanbul’da yaptırdığı cami, zaviyeli cami tipinin geç örneklerinden biridir. 1463 tarihli yapı oldukça dağınık bir plana sahiptir. Mekan birliğinden hiçbir biçimde söz edilemez. Süslemesi ise yok denecek kadar azdır. Buna karışlık, caminin hemen yanında Mahmud Paşa Türbesi’nin süslemesi çok ilginçtir. Sekizgen planlı ve kubbeli türbenin dış cephesi, taş içine kakma lacivert ve firuze renkli çinilerden geometrik bir süslemeye sahiptir. Ancak Osmanlılar bu tekniği ilerki yıllarda kullanmamışlardır.

İstanbul’daki 1471 tarihli Murad Paşa Camii de zaviyeli tipe girer. Yalın planlı bu yapı, duvarlarındaki taş ve tuğla dizileri ile erken dönem Bursa camilerini andırmaktadır. İstanbul’daki erken dönem yapılarından biri de Davud Paşa Camii’dir. Bu da oldukça yalın bir yapıdır. Davud Paşa Camii, mimarisinin yanı sıra erken dönemden günümüze az sayıda gelebilmiş olan renkli duvar nakışlarına sahip olması bakımından da önemlidir.

İstanbul’un Osmanlı devletinin başkenti oluşunu simgeleyen yapılardan biri, hiç kuşku yok ki Topkapı Sarayı’dır. İstanbul’un fetihden sonra Beyazıt’ta, bugünkü Üniversite alanı içinde yapılan ilk Osmanlı sarayından günümüze hiçbir şey gelmemiştir. Oysa Topkapı Sarayı, Fatih çağından Abdülmecid zamanına kadar çeşitli eklerle genişletildiğinden, Osmanlı sanatının hemen bütün dönemlerini içeren bir yapılar topluluğudur. Topkapı Sarayı’nda Fatih döneminden kalan önemli bölümler arasında Çinili Köık ilk akla gelendir. Dört eyvanlı planı ile Türk mimarisinin tipik bir yapısıdır. Gerek dış cephesinde gerekse iç süslemesinde zengin çini örnekler vardır. Bu yapıda Selçuklu döneminden beri uygulanan mozaik çini tekniğinin son örnekleri bulunmaktadır. Giriş eyvanının tamamı çini ve sırlı tuğlalarla süslüdür. Yapıdaki geometrik süslemenin yanı sıra yazı da dekoratif amaçla kullanılmıştır. Çinili Köık, Osmanlı sanatında çininin dış süsleme olarak kullanıldığı önemli bir örnektir. Daha sonraki dönemler incelendiğinde çinin dış süsleme olarak kullanılması olayına pek fazla rağbet edilmediği görülür.

http://www.istanbul.edu.tr/Bolumler/guzelsanat/osmanlisanati.htm
KLASİK DÖNEM OSMANLI SANATI
Yıldız Demiriz


İkinci Bayezid döneminden 16. yüzyılın sonuna kadar olan süre, Osmanlı mimarisinin “Klasik Dönemi” olarak adlandırılır. II.Bayezid ile başlayan bu döneme, aynı zamanda “Büyük Külliyeler Devri” de denilebilir.
Osmanlı devleti, Fatih Sultan Mehmed’le birlikte imparatorluk niteliği kazanmıştır. Erken dönemde de külliye sayısı hayli çok olmakla birlikte kent planlamasına pek büyük katkıları yoktu. İstanbul’un başkent olmasıyla başlayan dönemin bir ürünü olan Fatih Külliyesi, gerek büyüklüğü gerek planlamasındaki düzenliliği, gerekse kentin dini ve kültürel merkezi oluşu ile Osmanlı mimarisinde bir çığır açmıştır. Daha sonra II. Bayezid’in Edirne, Amasya ve İstanbul’da yaptırdığı külliyeler, bu kentlerin Osmanlı kimliği kazanmasında önemli rol oynamışlardır.

Edirne’deki 1488 tarihli Bayezid Külliyesi mimar Hayreddin’in eseridir. Külliyesinin merkezinde tek kubbeli tipin anıtsal bir örneği olan cami yer alır. Darüşıifa ve tıp medresesi ise öteki önemli birimlerdir. Caminin portali cepheye hakim durumdadır. Mukarnaslı kavsaranın altında ise kitabe kuşağı yer alır. Edirne Bayezid Camii oldukça yalın bir görünüşe sahiptir. Kubbeye geçişi sağlayan bir eleman olan pandantiflerin çok aşağılara kadar inmesi, aslında yüksek olan iç mekanda basık bir etki yaratmıştır. Caminin içinde de fazla süsleme yoktur. Ancak, kapı ve pencere kanatları dönemin seçkin ürünleridir ve ahşap işçiliğinin üstün kalitesini yansıtırlar. Darüşıifa ise külliyenin önemli birimlerinden biridir. Altıgen planlı ana mekanda huzur verici bir atmosfer vardır. Bu bölüm akıl ve sinir hastalarının toplu tedavisi için kullanılıyordu. Burada müzikle tedavi uygulandığı bilinir. Avlunun çevresinde ise hasta ve hekimler için odalar yer almaktadır. Hemen yanında da tıp medresesi bulunur.

İstanbul’daki IŞ. Bayezid Külliyesi de mimar Hayreddin’in eseridir. 1501 tarihli külliye, kentin geçirdiği değişikliklerden etkilenerek meydanın çeşitli köşelerinde dağınık yapılar olarak kalmıştır. Cami, medrese, kervansaray, türbeler ve sübyan mektebi gibi birimlerin birbiri ile bağıntısını anlamak, bugün için bir hayli güçtür. Bayezid Camii’nde ortadaki büyük kubbe, ana eksen üzerindeki iki yarım kubbe ile lenmiştir. Bu plan, daha önce İstanbul’daki Ayasofya’da da uygulanmıştır. Ancak burada artık merkezi bir mekan anlayışı söz konusudur. Mimar Sinan daha sonra bu plan şemasını Süleymaniye Camii gibi çok önemli bir yapıda da kullanmıştır. 15. yüzyıldan bu yana görülen şadırvanlı, revaklı iç avlu, bu dönemden başlayarak büyük camilerin standart bir elemanı olarak karışmıza çıkmaktadır. Bu tür avlularda genellikle son cemaat yerindekiler daha yüksek olmak kaydıyla sütunlara oturan kubbe ile örtülü revaklar yer alır. Hemen dikkati çeken eleman ise camiye girişi sağlayan ve artık klasik biçimini almış olan taç kapıdır.
Genellikle basık kemerli kapının yukarısında mukarnaslı bir kavsara yer alır. Bu asıl portalin yanı sıra avluya üç taraftan girişi sağlayan taç kapılar da vardır. Bu kapılarda ise renkli taş kakma süsleme hakimdir.

II. Bayezid döneminde, sultanın yanı sıra devlet ileri gelenleri de camiler yaptırmıştır. Ancak bunların sultanların yaptırdığı ve “Selatin” adı verilen camilerden belli farkları vardır. O kadar büyük boyutta olmadıkları gibi minarelerinin sayısı da biri geçmez. Bu tür camilerden biri de Sultanahmet yakınındaki Firuz Ağa Camii’dir. 1491 tarihli yapı, tek kubbeli namaz mekanı ve üç gözlü, kubbeli son cemaat yeri ile tek kubbeli camilerin tipik bir örneğidir.

İstanbul’da Çemberlitaş’ın hemen yanındaki Atik Ali Paşa Camii ise plan açısından ilginçtir. Bu yapının planı bir bakıma Edirne’deki Üç şerefeli Cami’nin planına benzer. Ortada kubbeli büyük bir mekan, yanlarda ikişer kubbe ile örtülü bölümler yer almaktadır. Böylece enine gelişim gösteren bir dikdörtgen oluşturulmuştur. Kubbeyi dört desteğin taşıması ve mihrap önündeki yarım kubbe ile örtülü bölüm, yapının Üç şerefeli Cami’den ayrılan yanlarıdır.

16. yüzyılın ilk yarısında İstanbul-Bağdad yolu üzerinde, ordunun bir günlük yürüyüş sonunda dinlendiği yerlerde “Menzil Külliyeleri” yapılıyordu. Bunlardan biri de İstanbul’dan sonra ilk menzil olan Gebze’deki Çoban Mustafa Paşa Külliyesi’dir. 1522’de yapımına başlayan külliye çevresinde bir kentleşmeyi doğurmuştur. Yapının Mimar Sinan’ın eseri olduğu ileri sürülür. Ama böyle erken bir tarihte henüz bu çaptaki eserleri görülmediği için ancak tamamlanmasında bir süre çalışmış olabilir. Külliyenin tek kubbeli camii ise daha çok Memlük tarzındaki taş süslemesi ile dikkati çeker. Bu malzemenin Mısır’dan getirildiği ileri sürülür. Gerek içeride gerekse dışarıda kakma taş tekniğinde geometrik süslemeler yer almaktadır.

İstanbul’daki Sultan Selim Külliyesi, Osmanlı mimarisinin klasik dönemdeki gelişimini gösteren örneklerden biridir. Yavuz Sultan Selim döneminin sonlarına ait olan yapının Kanuni tarafından babası için yaptırılmış olduğu kabul edilir. Külliye, adını verdiği semtte, Çukurbostan diye bilinen açık Bizans sarnıcının yanındadır. Külliyenin merkezini oluşturan cami, büyük kubbesi ile tek kubbeli tipin anıtsal bir örneğidir. Bununla birlikte caminin iki yanında birer tabhane yer alır. Bir tür misafirhane denilebilecek bu bölümler, eski dönemlerin zaviyeli camilerindeki yan mekanların yerini tutmaktadır. Burada ise bu yan bölümler, dört eyvan ve köşe odalarıyla başlıbaşına birer mimari niteliğindedir. Portalin çevresinde yoğun taş süsleme bulunmaktadır. Burada mukarnaslı kavsaranın yanı sıra yüzeysel kabartmalarla süslü duvar payesi, niş, sütunçe gibi mimari süsleme elemanları karışımıza çıkar. Yapının tümü küfeki taşından olmakla birlikte süslemenin yoğunlaştığı yerlerde beyaz Marmara mermeri kullanılmıştır. Portal bu hali ile klasik Osmanlı taç kapısı konusunda genel ilkelerin yerleşmeye başladığı dönemin bir ürünü olarak nitelenebilir. Yapının avlusu da revağı ve şadırvanı ile klasik avlulara bir örnektir. Avluya bakan pencere alınlıklarında yer alan renkli sır tekniğindeki çiniler bu türün güzel örnekleri arasındadır. Çinilerin desenleri birbirinin eşi olmakla birlikte renkleri farklıdır. Bu çinilerden rumi ve palmet denilen klasik motiflerin yanında bitkisel süslemeye de yer verilmiştir. Caminin hemen arkasında yer alan Yavuz Sultan Selim’in Türbesi ise sekizgen planı ve kubbesi ile tipik bir Osmanlı türbesidir. Girişin iki yanındaki çini panolar adeta birer seccade gibidir. Bunlar, dönemin renkli sır tekniğinin en seçkin örnekleridir. Aynı yerdeki ikinci bir türbe ise “şehzadeler Türbesi” olarak bilinir. Bu türbede başka bir yerde benzeri görülmeyen taş içine kakma altıgen çini panolar yer alır.

Osmanlı mimarisinin klasik çağı “Mimar Sinan Dönemi” olarak da adlandırılabilir. Sinan, İstanbul’da ilk külliyesini 1539’da Haseki Hürrem Sultan için yapmıştır. Bu tarihten başlayarak 16. yüzyılın sonuna değin Osmanlı mimarisine damgasını vuran bu büyük usta, her tür yapıda çeşitli plan tiplerini ve örtü sistemlerini denemiştir. ılk anıtsal yapısı sayılabilecek olan 1548 tarihli şehzade Mehmed Külliyesi’nin camiinde, merkezi kub-benin çevresinde dört yarım kubbe şemasını ele almıştır. Bu plan tipinde örtü sistemini taşıyıcı elemanlarda denge sağlanmış, merkezi mekanda bir bütünlük yaratılmaya çalışılmıştır. Ancak bu çapta bir kubbeyi taşımak için gerekli olan iri payelerin arkasında kalan bölümlerin ana mekana yine de tam olarak katılamadığı söylenebilir. Bu cami, genç bir şehzadenin anısına yapılmıştır. Belki de bu nedenle taş süsleme ile hafif, adeta neşeli bir görünüş sağlanmaya çalışılmıştır. Bu durum minare gövdelerinde daha iyi görülmektedir. Caminin piramit biçimindeki ana kitlesine çeşitli yapı elemanları yoluyla bir hareket getirilmiş, taş süsleme ise tüm sınırları belirleyici bir işlev kazanmıştır. Caminin haziresindeki şehzade Sultan Mehmet Türbesi’nin dilimli kubbesi ve renkli taş süslemeleri hareketli bir dış görünüm sunarlar. Türbenin çinileri ise renkli sır tekniğinin Osmanlı sanatındaki son ve en zengin örnekleridir. Geleneksel rumi ve hatai motifleri, geometrik desenler, yazı frizleri tüm yüzeyleri kaplamaktadır. Bu çinilerde ayrıca natüralist süslemeye geçişin habercilerini görmek de mümkündür.

Şehzade Camii ile aynı tarihe ait olan Üsküdar Mihrimah Sultan ya da öteki adıyla ıskele Camii de Sinan’ın yarım kubbe denemelerinden biridir. Burada topografik durumun zorlaması ile üç yarım kubbeli bir sistem uygulanmıştır. Aynı nedenle revaklı avlu da yoktur. Revaklı avlunun yerini kısmen de olsa ikinci bir son cemaat yeri durumundaki sakıf almıştır. Bu yapıda da mekan bütünlüğü için arayışların başarı ile sürdüğü görülür. Camide pek az süsleme vardır, çini ise hiç kullanılmamıştır. Ama pencerelerdeki renkli cam süslemenin kısmen de olsa orijinal olduğu kabul edilir. Caminin pencereleri bu tür süslemenin klasik dönemden kalma nadir örneklerindendir. Ayrıca camideki kaliteli ahşap işçiliği de klasik dönemin seçkin ürünleridir.

Mimar Sinan’ın yarım kubbeli camileri arasında en başarılı olanı kuşkusuz Süleymaniye Camii’dir. Cami aynı zamanda İstanbul’un en büyük külliyelerinden birinin parçasıdır. Süleymaniye Külliyesi, gerek yapılarının çokluğu ve kapladıkları alan, gerekse kentsel planlama açısından büyük önem taşır. Külliye meyilli bir araziye yerleştirilmiş ama yine de simetri uygulanmıştır. Haliç tarafından bakıldığında, yapıların yerleştirilmesindeki ustalık hemen ortaya çıkar. Birbirinin görünüşünü kapamayan yapılar, ortadaki cami ile birlikte tepenin eğimine uygun olarak kurulmuştur. Caminin genel kitlesi piramidal olmakla birlikte küçük kubbeler, ağırlık kuleleri ve payandalarla çok çekici bir hareket sağlanmıştır.
Süleymaniye Camii iki yarım kubbelidir. Eksen üzerindeki yarım kubbeler ana kubbeyi lemekte, bu da yanlardaki küçük kubbeler ve kemerlerden oluşan bir sistem ile dengelenmektedir. Bu şema Ayasofya modelini akla getirir. Ama Ayasofya’da hiçbir zaman sağlanamamış olan statik denge, Süleymaniye Camii’ndeki en başarılı özelliklerinden biridir. Bu arada, caminin büyük depremler geçirmesine rağmen önemli bir hasara uğramadığını, oysa Ayasofya’nın kubbesinde zaman zaman çökmeler ve büyük çatlamaların olduğunu da hatırlamak gerekir.

Süleymaniye Camii, süslemeleri açısından yalın ve ağırbaşlı bir yapıdır. Kaliteli taş süsleme, gerek mimarinin kendisinde gerekse mermer mihrap ve minberde dikkati çeker. Kıble duvarının pencerelerindeki orijinal renkli camların bir kısmı günümüze gelebilmiştir. Aynı duvarda çini de ölçülü bir biçimde kullanılmıştır. Sıraltı tekniğinin erken örneklerinden olan çinilere mihrap çevresinde rastlıyoruz. Bu çinilerde, 16. yüzyılın ikinci yarısında çok görülen kabarık kırmızı renk ilk kez ortaya çıkmıştır.
Kanuni’nin türbesi de Süleymaniye Camii’nin haziresindedir. Sekizgen planlı türbe, çevresindeki sütun dizisi ile öteki Osmanlı türbelerinden ayrılır. Kanuni’nin eşi Hürrem Sultan’ın aynı yerdeki türbesinde belki de ilk kez olarak çinide bahar açmış meyva ağacı motifi işlenmiştir.

Mimar Sinan bir yandan camilerde ideal mekan arayışını sürdürürken, bir yandan da çeşitli plan tiplerini ele almıştır. Bunlar arasında geleneksel çok kubbeli Ulu Cami tipi de vardır. Kaptan-ı Derya Piyale Paşa için İstanbul’da 1573’te yaptığı cami de böyle bir denemenin ürünüdür. Piyale Paşa Camii’nin dikdörtgen mekanı, iki sütuna oturan kemerler yardımıyla altı eşit kare bölüme ayrılarak üstleri de birer kubbe ile örtülmüştür. şaşırtıcı bir dış görünüşe sahip olan yapının tek minaresi girişin tam üzerinde yer alır. Burası bir minare için en akla gelmeyecek yerlerdendir. Yanlarda da ne amaçla ve ne zaman yapıldığı anlaşılamayan bölümler bulunmaktadır. Bu yapıda Ulu Cami tipinin eski örneklerinde görülen ağır payelerin yerini sütunlar almıştır. Bu sütunlar taşıdıkları kubbelere göre çok ince görünüşlü olmakla birlikte mekan bütünlüğüne katkıda bulunmaktadırlar. Camide klasik dönemin nadir çini mihraplarından biri karışmıza çıkar.

Mimar Sinan küçük ölçülerdeki yapılarda da çok başarılıdır. Üsküdar’daki şemsi Paşa Külliyesi bunu kanıtlayan bir örnektir. Bir mimarın medrese, cami ve türbeden oluşan külliyeyi dar bir alanda nasıl bu kadar olumlu biçimde yerleştirebildiğine şaşmamak olanaksızdır. Bir yapının mütevazi ölçülerde olması, hiçbir zaman sanatçının işi küçümsemesine neden olmamıştır.
Sinan’ın üzerinde önemle durduğu bir konu da kubbeyi altı ya da sekiz desteğe oturtarak ideal merkezi mekanı elde etme arayışları olmuştur. Bu tür çalışmaları çok sayıdadır. Beşiktaş’taki Sinan Paşa Camii’nde Edirne Üç şerefeli Cami planını yineleyen Mimar Sinan, Kadırga’daki Sokollu Camii’nde ise yaratıcı gücünü tüm açıklığıyla sergilemiştir. Yapının altı dayanağa oturan kubbesi Sinan’ın en başarılı uygulamalarından biridir. Bu yapıda mekan bütünlüğü de büyük ölçüde sağlanmıştır. Süslemede çini bolca kullanılmış ama mimariyi ezecek boyuta ulaşmamıştır. Sokollu Camii, mimari-süsleme dengesi açısından da çok başarılı bir örnektir.

Mimar Sinan sekiz dayanaklı camilerde ise kendi yarattığı bir formu uygulamıştır. Kubbenin sekiz desteğe oturduğu Ulu Camii tipi yapılar, Türk mimarisinde daha önce de uygulanmıştı. Ancak Mimar Sinan ile birlikte yanlardaki yardımcı mekanlar önemini yitirmiş, ortadaki büyük kubbe hakim duruma geçmiştir. 1558 tarihli Edirnekapı Mihrimah Camii bu tipin oldukça erken bir örneğidir. Araziye de uyum sağlanmış olan bu camide, Sinan yarattığı mimari ile yapının üstünde bulunduğu yüksek noktaya daha bir belirginlik kazandırmıştır. Caminin dış görünümündeki ferahlık ise bir hanım için yapıldığından olsa gerektir. Bu aydınlık ve ferah atmosfer yapının içinde de karışmıza çıkar. Caminin iç mekanı aynı yıllara ait Süleymaniye Camii ile karışlaştırılırsa fark daha iyi görülür.

1561 tarihli Eminönü Rüstem Paşa Camii’nde de sekiz dayanaklı kubbe sistemi uygulanmıştır. Ama bu yapı, mimarisinden çok çinilerinin kalitesi ve zenginliği ile tanınır. Yapının iç duvarlarının tümü sıraltı tekniğindeki çinilerle hiç boı yer bırakılmamacasına doldurulmuştur. Bu çinilerde lale, bahar açmış meyva ağacı motifleri dikkati çeker.

Edirne’deki Selimiye Camii Mimar Sinan’ın başarılı sanat yaşamını noktalar. 1575 tarihli yapı kentin yüksekçe bir yerindedir. Günümüzde ise kent tarafından daha iyi görünebilmesi için önüne bir meydan açılmıştır. Selimiye Camii’nin kubbesi de sekiz dayanağa oturtulmuştur. Bu yapıda mekanın hemen hemen tümü tek bir kubbe altında toplanmıştır. Bu örneğe, Osmanlı mimarisindeki en görkemli kubbe denilebilir. Selimiye Camii, merkezi mekanın en başarılı örneklerinden biri olarak dünya mimarlık tarihi literatürüne geçmiştir. Yapı yalnız Türk mimarisinin değil, dünya mimarisinin de baş yapıtlarından biridir. Caminin içinde ferah ve aydınlık bir atmosfer vardır. Süslemesinde ise kalem işleri ve çiniler başta gelir. Portaldeki taş süsleme, aynı zamanda mihrap ve minberde de kullanılmıştır. Çinilerde aşırıya kaçmamaya özen gösterilmiştir. En güzel örnekler hünkar mahfilinde görülür. Tüm Osmanlı sanatında meyvalı bir elma ağacı da yalnızca burada bir çini panoya konu olmuştur.

Selimiye Camii, başkentten gelen yoldan en iyi biçimde görülebilecek konumda inşa edilmişti. Kente girişte adeta devletin gücü simgeleniyordu. Bu görünüm yakın zamana kadar sürmüştür. Ancak, son yıllarda yolun kenarına yapılan bazı yüksek binalar caminin bu görünüşünü büyük ölçüde engellemiştir. Günümüzdeki düşüncesiz kentleşmeyi, dünyanın en başarılı yapıları arasındaki bir eserin bugün aldığı konumla daha iyi görebiliriz. Sanat tarihi öğreniminin başlıca amaçlarından biri, tarihi mirasın korunması olduğuna göre, bu konuya dikkati çekmek yararlı olacaktır.

http://www.istanbul.edu.tr/Bolumler/guzelsanat/klasikdonem.htm

GEÇ DÖNEM OSMANLI MİMARİSİ

Yıldız Demiriz
Mimar Sinan’ın ölümü ile Osmanlı mimarisinde “Klasik Dönem” diye adlandırılan çağ kapanmış, ama bu büyük ustanın etkileri uzun süre devam etmiştir. Bu etki, özellikle cami planlarında çok güçlü ve kalıcı olmuştur. Mimar Sinan’ın şehzade Camii’nde geliştirdiği dört yarım kubbeli sistem, birçok yapıda yinelenmiştir. Bunlar arasında en önemli olanı Sultan Ahmet Camii’dir. I. Sultan Ahmed’in mimar Sedefkar Mehmed Ağa’ya yaptırdığı bu külliye, Sinan’ı izleyen, onun ekolünü sürdüren yapılar arasında en tanınmış örnektir denilebilir. Külliyenin merkezini oluşturan cami, dört yarım kubbeli plan şemasının başarılı uygulamalarından biridir. Yapının öteki camilerden ayrılan yönü ise avlunun dört köşesinde ve caminin iki yanında birer olmak üzere altı minareye sahip oluşudur. Caminin avlusu da ortasındaki şadırvanı ve çepeçevre revaklarıyla klasik dönemdekilere benzer. Ancak ayrıntılarda bazı farklar vardır. 17. yüzyılın ilk yıllarına ait olan bu yapıda dikey hatların ön plana geçmeye başladıkları görülür. Süslemede klasik motifler ele alınmış, ancak kompozisyon anlayışında bazı küçük farklar belirmiştir. Caminin iç mekanı aydınlık ve ferahtır. Kubbenin çok iri payelere oturtulmuş olması mekan bütünlüğünü az da olsa zedelemektedir. Ama bu durum, aynı tipteki yapıların ortak bir özelliğidir.

Sultan Ahmed Camii çinileri açısından da oldukça zengindir. Çinilerin tümü galeri biçimindeki üst mahfilin duvarlarını kaplamaktadır. 16. yüzyıldaki örneklere göre daha değişik renkler görülür. Kırmızılar kiremit rengine dönüşmüş, sırlar maviye çalmaya başlamıştır. Kompozisyonlarda ise servi, bahar açmış ağaç motifleri büyük panolar halindedir. Ayrıca, sonsuz düzende tekrarlanan motiflerin yer aldığı bitkisel süsleme görülür. Natüralist üslupta çiçekler arasında lale, karanfil, sümbül ve gül ön plandadır. Kapı ve pencerelerde ise yüksek kaliteli ağaç işçiliği karışmıza çıkar. Bunlarda özellikle sedef ve fildişi kakmalara yer verilmiştir.

Yapının hemen yanındaki hünkar mahfili bugün Halı Müzesi olarak kullanılmaktadır. Caminin yakınında bulunan Sultan I. Ahmed’in Türbesi ise kare planlı oldukça büyük bir yapıdır. Çinileri ve alçı üzerine yapılan “Malakâri” denilen süslemelerinin yanında sedefli kapısı da dikkati çeker.
Yapımına 1603 yılında başlanıp 1663’te bitirilen Eminönü’ndeki Yeni Cami, Osmanlı mimarisinin en uzun sürede tamamlanan camisidir. Bu cami de dört yarım kubbeli tipin bir örneğidir. Bugün Mısır Çarışsı adıyla tanınan arasta aslında Yeni Valide Camii Külliyesi’nin bir parçasıdır. Bir yolla ayrılmış olduğu için ilgi kurmak biraz güçtür ama Turhan Valide Sultan Türbesi de külliyeye aittir. Caminin yanında ise belki de Osmanlı hünkar mahfillerinin en görkemlisi yer alır. Başlıbaşına bir mimari yapıt olan bu mahfil, çini ve sedef süslemeleri bakımından da önemli örneklere sahiptir. Yeni Camii’nin içi Sultan Ahmet Camii ile aynı planda olmasına rağmen bir hayli loıtur. Klasik döneme oranla dikey hatlar artık gelişmeye başlamıştır. Yapının, özellikle de hünkar mahfilinin çinileri, 17. yüzyılın ilk yarısına ait en zengin koleksiyonlardan biridir. Bu çinilerde mavi renkler egemendir. Kompozisyon bakımından çok zengin örnekler olmakla birlikte teknik açıdan bir gerileme söz konusudur.
Klasik dönemde, “Külliye” olarak adlandırılan yapılar topluluğunun merkezini cami oluşturmaktaydı. 17. yüzyılda ise merkezde cami yerine medresenin yer aldığı bir dizi külliye karışmıza çıkar. Bunlar, sultanların değil de devlet ileri gelenleri ve vezirlerin yaptırmış olduğu örneklerdir. Bu tipteki külliyelerden biri de 1683-1690 yılları arasında yapılmış olan Divanyolu’ndaki Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Külliyesi’dir.

18. yüzyıl, Osmanlı sanatına Batı etkilerinin girdiği, başka bir deyişle Batılılaşmanın başladığı dönemdir. Bu dönemde özellikle süslemede Barok, Rokoko gibi Batı kaynaklı üsluplar görülür. Ama bu üslupların Osmanlı sanatındaki uygulamasında geleneksel Türk motifleri ve yapı tiplerinden vazgeçilmemiştir.

Bu dönemde çeşme ve sebiller birden önem kazanmıştır. Topkapı Sarayı yakınındaki III. Ahmet Çeşmesi, bu yüzyılın başına ait tipik bir örnektir. Çeşme ve sebil işlevlerini birlikte gören bu yapıda, Barok üslupta taş süslemelerin yanı sıra 18. yüzyıl çinilerinden örnekler de vardır. Bu çiniler, Tekfur Sarayı atölyelerinde Türk çiniciliğini canlandırma denemeleri olarak yapılmıştır. Taş süslemede ise akantus kıvrımları ve çiçekli panolar, Barok üslubun kıvrık hatlarını ve güçlü gölge-ışık etkisini zengin bir biçimde yansıtırlar.

18. yüzyılın ilk yarısında Sultan I. Mahmud tarafından yaptırılan Tophane Çeşmesi’nde de plastik görüntü veren zengin taş süsleme vardır. Mimari neredeyse ikinci plana itilmiştir. Taş süslemede saksı içinde meyva ağaçları, vazoda çiçekler zengin bir görüntü sunarlar. Bunların yanı sıra palmet ve rumi benzeri motiflere de rastlanır. Ancak, artık klasik dönemin çizgiciliğinden eser kalmamıştır.

Klasik Osmanlı mimarisindeki plan tiplerinin uygulanmasına 18. yüzyılda da devam edilmiştir. 1734’te tamamlanan İstanbul’daki Hekimoğlu Ali Paşa Camii, böyle bir örnektir. Bu yapıda da altı dayanaklı plan şeması ele alınmıştır. Planın klasik döneme dayanmasına karışlık, üst yapıda ve süslemede farklı bir dönemin özellikleri görülür. Yapının yüksekliği artmış, mimariye değişik oranlar girmiştir. Bu arada klasik motifler de yeni bir anlayışla ele alınmıştır. Mekan içeriden de hayli yükselmiş, böylece aydınlık bir ortam yaratılmıştır. ıç süslemede Tekfur Sarayı atölyelerinde yapılan çiniler karışmıza çıkar. Sırların mavimtırak bir renk alması, sarının fazlaca kullanılışı bu çinilerin önemli özelliklerindendir.

Nur-u Osmaniye Camii ise mimaride Batılı üslupların belirginleştiği bir yapıdır. Bu durum, daha planında dikkati çeker. Barok üslubun en belirgin özelliklerinden biri olan oval formlar Türk mimarisinde pek kullanılmamıştır. Ancak bu yapıda avlunun oval oluşu ile plana Barok bir nitelik kazandırılmıştır. Barok özellikler yapının dışında da kendini gösterir. Kıvrık yuvarlak kemerler, oval pencereler, “S” biçimindeki payandalar bu türden ayrıntılardır. Zaten bu üslup, Türk sanatında kendini daha çok ayrıntılarda hissettirmiştir. Oval plan, yapının iç avlusunda da ilginç bir biçimde uygulanmıştır. Üslup değişimlerinden en kolay etkilenen elemanlar olan sütun başlıkları ve kemerler, doğal olarak bu yeni üslubun özelliklerini taşımaktadırlar. Bu üslup değişiminden yapının portali de etkilenmiştir. Ana hatlarıyla klasik portalleri andırmakla birlikte mukarnasın yerini almış olan Barok kıvrımlı kavsara dolgusu, adeta “Türk Baroğu”nun simgesidir. Caminin yanında hünkar mahfili, kitaplık gibi ek yapılar da vardır. Yapı, çevresindeki dış avlu ile de Kapalıçarşı’nın hareketli görünümünden yalıtılmaya çalışılmıştır.

Üsküdar’daki 1760 tarihli Ayazma Camii’nde de Barok özellikleri mimariden çok ayrıntılarda karışmıza çıkar. Yüksekçe bir yerdeki camiye daire planlı merdivenlerle çıkılır. Bu, plana yansıyan tek Barok özelliktir denilebilir. Yapının yalın dış süslemesinde en çok dikkati çeken ayrıntı, cephelerdeki kabartmalardır. Bu kabartmalarda aleme benzer biçimler bulunmaktadır. Caminin içinde ise minber ve vaaz kürsüsü hemen dikkati çeker. Biçim bakımından klasik dönemdeki örneklere benzeyen minberin süslemesi ise çok değişik bir üsluptadır. Eski örneklerde görülen geometrik süslemelerin yerini, burada Barok kıvrımlar almıştır. Yeni üslubun bir minber kompozisyonunda bile ana formda değil de ayrıntıda yer aldığı görülür.

1763 gibi hayli ilerlemiş bir tarihte yapılmış olmasına rağmen Laleli Camii’ndeki Barok üslubun çok çarpıcı olmadığı söylenebilir. Bu yapıda da kubbenin sekiz dayanağa oturduğu klasik şema yinelenmiştir. Barok özellikler kıvrık hatlar, dalgalı yuvarlak kemerler, pencereler gibi ayrıntılarda karışmıza çıkar. Barok üslubun bu yapıdaki etkileri, özellikle kubbeyi destekleyen “S” biçimindeki payandalarda görülür. Yoldan bir hayli yüksek konumdaki Laleli Camii’nin altında büyük bir arasta yer alır. Burası günümüzde de çarış olarak kullanılmaktadır. Bu özelliğiyle yapı, “Fevkani” olarak adlandırılan yükseltilmiş camilerin bir örneği durumundadır.
1778 tarihli Beylerbeyi Camii ise ahşap kubbelidir. Yapı 1983 yılında bir yangın geçirmiş ama daha sonra onarılmıştır. Bu yapıda da özellikle ayrıntılarda Batılı üslupların etkileri görülür. Yangından hasar görmüş olmasına rağmen, caminin fildişi ve sedef kakmalı ahşap minberi dikkate değer bir yapıttır. Çünkü erken Osmanlı döneminden sonra minber yapımında ahşaptan vazgeçilmiş ve mermer tercih edilmiştir. Beylerbeyi Camii’nin minberi, geç dönemdeki nadir ahşap örneklerden biridir.

Barok üslubun egemen olduğu dönemde yeni bir külliye biçimi de ortaya çıkmıştır. Bir türbe sebilden oluşan bu külliyelere tipik bir örnek, Fatih’deki Nakışdil Sultan Türbesi ve Sebili’dir. 1818 tarihli bu yapıtta Barok ve Rokoko üsluplar bir arada görülür. Duvarlar düzlemsi niteliklerini yitirerek, içbükey ve dışbükey yüzeyler halini almışlardır.
19. yüzyıl başlarında ise bir üslup karmaşası karışmıza çıkar. Bu dönemde Ampir, Barok, Rokoko ve klasik Osmanlı üsluplarının hepsinin bir arada kullanıldığı yapılar bile vardır.

Tophane’deki Nusretiye Camii’nde ise Ampir üslup ağır basmaktadır. Ampir, sözcük olarak “İmparatorluk Üslubu” anlamına gelir. Esinini Yunan ve Roma gibi klasik üsluplardan alan bu anlayış, eski Mısır biçimlerinden de etkilenmiştir. Napoleone Bonaparte zamanında ortaya çıkan bu üslubu daha sonra Osmanlılar da benimsemiştir. Nusretiye Camii’nde Ampir üslubun yanı sıra Barok üslup da görülmektedir. Perde motifleriyle süslü korkuluk levhaları ve soğan biçiminde kaideye sahip minarede Barok üslup egemendir. Nusretiye Camii’nde oranlar da değişmiştir. Ana kitle ve kubbenin çok yüksek olmasından dolayı minareler ince ve uzundur. Yapıda bu dönem camilerinin ortak özelliği olan ferah ve çok aydınlık bir mekan yaratılmıştır. ıç süslemesinde ise mihrap ve minberin yanı sıra kubbe eteğini çevreleyen yazı kuşağı da dikkati çeker.

Sultan IŞ. Mahmud’un bulunduğu semte de adını veren türbesi, Ampir üslubun İstanbul’daki en tipik örneğidir. 1840 tarihli türbe, bu özelliğinin yanı sıra sekizgen planı ve kubbe ile örtülü olmasıyla klasik Osmanlı türbe şemasına da bağlıdır. Bu yapıda ayrıntılarda karışmıza çıkan ve bir çeşit Batı Neo-Klasiği olarak da adlandırılan Ampir üslup, ülkemize Batı’daki biçimiyle yansımıştır. Türbenin cephesindeki palmet dizisi ise Yunan-Roma sanatını yeniden canlandırmak isteği ile kullanılmış motifler olarak sanatımıza girmiştir.

19. yüzyıl ortalarındaki Osmanlı cami mimarisinin durumunu açıkça gösteren Ortaköy Camii ise ilginç bir örnektir. Tek kubbeli yapı, aşırı ölçüde saydam bir nitelik kazanmıştır. Duvar yüzeyleri parçalanmış, adeta yok olmuştur. Yapının dışında da düzlem olarak nitelenebilecek bir bölüm kalmamıştır. Bu nedenle de caminin içi çok aydınlıktır. Yapı adeta deniz manzaralı bir saray pavyonu gibidir. Renkli taş minber dönemin karakteristik formunu taşımaktadır. Kubbe içinde ise, havali bir mimari görünüm veren renkli nakışlarla güçlü bir derinlik izlenimi yaratılmıştır.

Ortaköy Camii ile aynı yıllara ait olan 1853 tarihli Dolmabahçe Camii ise daha ağırbaşlı bir görünüştedir. Batı sanatının klasik motifleri, bu yapıda da karışmıza çıkar. Ampir üslubun egemen olduğu bu camide çok aydınlık ve dışarıya açık bir mekan yaratılmıştır. ıç mekanın insana ferahlık veren bir görüntüsü vardır. Caminin minberinde kakma tekniğinde renkli mermer süsleme bu dönem için karakteristik bir durumdur. Yapının minaresi de antik sanattan alınmış bir eleman gibidir. Bu minare adeta başlığıyla birlikte kullanılmış bir korint sütununu andırmaktadır.

Bu tarihlerden sonra Osmanlı sanatında bir “kendine dönüş denemeleri” dizisi izlenebilir. Batı Neo-Klasiği yerine Türk Neo-Klasiği uygulanmaya çalışılmıştır. Ama bunun ne dereceye kadar başarılı olduğu tartışılabilir. İstanbul Aksaray’daki 1871 tarihli Valde Camii bu akımın öncülerinden biridir. Bu yapıda birçok üslup bir aradadır. Özellikle dış süslemede Batı sanatının Gotik üslubundan, Kuzey Afrika’nın Mağrip üslubuna kadar akla gelebilecek hemen her türden ayrıntı göze çarpmaktadır. Ancak buradaki sivri ya da atnalı kemerler, uzak ülkelerin sanatının bir kopyası olarak değil de, olasılıkla iyi anlaşılamamış bir İslam sanatı Neo-Klasik denemesi biçiminde ortaya çıkmıştır. Yapıda pek iyi araştırılmadan denenmiş rumili süslemelerin varlığı, bunu düşündürmektedir.

Bu ilk denemelerden sonra Türk Neo-Klasik üslubu daha bilinçli bir biçimde yaratılmaya çalışılmıştır. Ancak oranların farklılığı, kemer ve benzeri yapı elemanlarıyla süsleme motiflerinin tam anlaşılamaması, ortaya yanlış uygulamaların çıkmasına neden olmuştur. Örneğin sivri kemerler, Gotik ya da atnalı biçimindeki Mağrip kemerlerini andırmaktadır. Bu dönemin başarılı yapıları arasında, 20. yüzyılın başlarında mimar Kemalettin tarafından yapılan Bebek Camii sayılabilir.

Ulusal akım, yine aynı mimarın eseri olan Eyüp’teki Sultan V. Mehmed Reşad Türbesi’nde de Osmanlı klasik döneminden alınma motiflerle sürdürülmeye çalışılmıştır. Bu dönemin birçok yapısında olduğu gibi burada da çini süslemeye ağırlık verilmiştir. Türbenin içini süsleyen Kütahya yapımı çini panolar, eski örneklerdeki desenlerin kopyalarıdır. Bu kopya etme o boyuttadır ki, insan dikkatli bir çalışma ile ele aldığı panonun hangi eski yapıdaki, hangi çiniden alınmış olduğunu kolayca anlayabilir. Bu tutum Cumhuriyet döneminde de sürmüştür, ancak pek başarılı olunamamıştır. Çünkü söz konusu olan yaratma değil, eskinin bazen de pek iyi anlaşılmadan yapılmış kopyasıdır.

Ulusal mimari akımı, Cumhuriyet döneminde de bir süre devam etmiş ve yerini uluslararası betonarme mimariye bırakmıştır. Son yıllardaki klasik Türk mimarisi tarzındaki çalışmalar ise daha çok sit ve çevre koruması amacıyla yapılmaktadır.



16 Ağustos 2011 Salı

Oscar kazanan ilk Türk olmak istiyorum

Coşku Turhan hasılat rekorları kıran filmlerin animasyon direktörlüğünü yapan bir yetenek. En son ‘Alice Harikalar Diyarı’nda Tim Burton ile çalıştı. Sırada başrolünü Blake Lively’nin oynadığı ‘Green Lantern’ var. Aynı zamanda iddialı bir müzisyen. Mesela Kenan Doğulu’nun ‘Rütbeni Bilicen’ şarkısında onun imzası var. Yaşamını Los Angeles’ta sürdüren bu genç Hollywood sakininin, hayal gücü gibi hayalleri de büyük. Türkiye’ye ilk Oscar’ını kazandırmak istiyor!

Kibar, sevimli ve mütevazı görünümlü bir genç adam Coşku Turhan. Los Angeles’taki dev stüdyolardan Sony Imageworks’te animasyon yönetmeni olarak çalıştığına inanmak zor. Hem de bütçesi milyonlarca doları aşan filmlerde ve Angelina Jolie gibi starlarla....
30 yıl önce Ankara’da doğan Turhan, mimar bir anne-babanın çocuğu. Daha minicikken bir yandan piyano eğitimi alıyor bir yandan da harika resimler yapıyor hatta çizgi romanlar hazırlıyordu. Animasyon filmi ‘Aslan Kral’ı seyrettiğinde sadece mutluluktan başı dönmedi, dünyası da değişti: “Bir gün ben de mutlaka böyle bir film yapacağım” kararını aldı.
Bilkent Üniversitesi’nin grafik bölümünde kendi deyimiyle ‘harika bir eğitim’ gördü. Bu arada müzikle bağını hiç koparmadı ama ilgisi yavaş yavaş klasikten caza kaydı. Arkadaşlarıyla kurduğu F-inity adlı grupta bas ve piyano çaldı, hatta caz festivallerine katıldı.
Üniversiteyi bitirdikten sonra, yani yaklaşık 6-7 yıl önce eğitimini Amerika’da sürdürmeye karar verdi. Ünlü müzik okulu Berklee’ye de kabul edilmişti ama o tercihini University of Southern California’dan yana kullandı. Burası öyle sıradan bir okul değil. Dijital sanat, animasyon, üç boyut ve özel efekt konusunda belki de dünyanın en iyi adreslerinden biri. Steven Spielberg (E.T), Robert Zemeckis (Geleceğe Dönüş) ve George Lucas (Star Wars) gibi sinemanın en ‘baba’ isimleri buradan mezun. Üstelik cömert bağışlarıyla da okullarını ihya etmişler. Dolayısıyla da öğrencilere neredeyse sınırsız imkanlar sunuyor.

TÜRK ROBOTU BİOTURK AMERİKALILARA KARŞI

Bu iddialı okulda okumak Coşku Turhan’ın hayatında da bir kırılma noktası oldu. Artık kesin tercihini animasyondan yana kullanmıştı. Daha öğrenciyken bile deneysel işlere imza attı. Mesela öğrenci projesi olarak çektiği ‘Bioturk’te Türk yapımı bir robotun maceralarını anlattı. Kebapla çalışan robot Bioturk; Amerikalılar’ı dize getirmek için Yeniçeri Ordusu’nu yardıma çağırıyordu bu filmde.
2006’da okulu bitirdiğinde artık hayatını Los Angeles’ta sürdüreceğini çok iyi biliyordu Turhan. Zaten kısa bir süre sonra da liseden beri tanıdığı ‘elmanın yarısı’ Ceyla Soral ile evlenecekti. Aynı sıralarda ‘Şrek’ filmlerinin fikir babası John H. Williams’ın yapım şirketi Vanguard Animation’da çalışmaya başladı. Animasyon filmi ‘Space Chimps’ (Uzay Şempanzeleri) için üç boyutlu karakterler yarattı. Bu arada sadece kendi zevki için de bir kahraman yarattı, filmini çekti: ‘Stuck with You’ (Sana Takıldım). Ancak bütün bunlar, bir süre sonra Coşku Turhan’a yetmemeye başladı. Bu kez film endüstrisinin devlerinden Sony Imageworks’e tranfser oldu. Ve önünde bambaşka kapılar açıldı.


AVATAR GİBİ BİR FİLM NEDEN OLMASIN

Geçen yılın bombası ‘Avatar’daysa gözü kalmış Turhan’ın: “Tek kelimeyle muazzam bir yapımdı. Bence aşılması zor bir film. Akıl almaz bütçelerle çekildi. ‘Alice Harikalar Diyarı’nın post-prodüksiyon işlemleri sekiz ay sürdü, 60 kişi çalıştık ve 250 milyon dolar bütçesi vardı. Avatar’daysa 150 kişi iki yıl boyunca çalıştı. Sadece post-prodüksiyon bütçesi 450 milyon dolar civarındaydı.”
Gözünü ‘Avatar’ gibi bir filme dikmesinden de rahatlıkla anlaşılacağı gibi Coşku Turhan’ın hayalleri de tıpkı hayal gücü gibi geniş. Mesela Oscar adayı Türk-Amerikan yapımı bir film çekmek ve Türkiye’ye ilk Oscar’ı getirmek. Hatta müziğini de yapmak.

HASILAT REKORU KIRAN FİLMLER

Coşku Turhan hasılat şampiyonu dev bütçeli filmlerde çalıştı. Bu filmlerde animatörlük, müzik, ışık yönetmenliği, üç boyutlu animasyon, dijital sanat ve renklendirme gibi teknik ve yaratıcı işler yaptı. ‘Entity: Nine’ (2006), ‘Beowulf’ (2007), ‘Eagle Eye ve Cyclica’ (2008), ‘Watchmen’ ve ‘G-Force’ (2009), ‘Alis Harikalar Diyarı’nda (2010) ve ‘The Zookeeper’ (2011’de gösterime girecek) çalıştığı filmlerden bazıları.

BİR HİT YAZACAĞIMI BİLEMEZDİM

Kenan Doğulu ile Los Angeles’taki bir partide tanıştım. Müzisyen olduğumu söyleyerek parçalarımı dinlettim, çok ilgilendi. Sonra birlikte çalışmaya başladık ve Kenan’ın ‘Patron’ albümündeki ‘Rütbeni Bilicen’ şarkısını yaptım. Büyük bir hit olacağını hiç tahmin edemedim. İleride kendi bestelerimden oluşan bir caz albümü çıkarmak istiyorum mutlaka.

http://www.hurriyet.com.tr/pazar/15508935.asp

Tim Burton



Gençliği ve Vincent Price

İzleyeni kaç yaşında olursa olsun masal dünyasının o büyülü kapılarından içeriye çekmeyi başaran ve bunu yaparken adeta zamanı birkaç saatliğine durduran filmlerin mimarı Tim Burton’un çocukluğu da yetişkinliğinde olduğundan farklı değildi. 25 Ağustos 1958 yılında California’nın Burbank kentinde sonraları masalsı bir havaya bürüyeceği dünyaya “merhaba” dediğinde belki de doğduğu kentin bir zaman sonra hayallerini gerçekleştirmesine olanak tanıyacağından haberi yoktu. Burton’un Burbank gibi Warner Brothers, NBC ve Disney gibi dev sinema şirketlerinin stüdyolarına ev sahipliği yapan bir kentin evladı oluşu tesadüf müdür bilinmez fakat sırf bu özelliğinden dolayı Burbank’ı Hollywood’un kalbi olarak niteleyenlerin sayısı da küçümsenecek düzeyde değildir. Birkaç yıl sonra, henüz lise çağındayken, Burton’un kapısı bu üç büyük devden biri tarafından ısrarla çalındığında ne kadar şanslı olduğunu anlayacaktır.

Akranları ve arkadaşları her gün ekran başında vakitlerini çizgi film izleyerek öldürürken, kıvırcık saçlı küçük Burton ise bir çocuğun yapması beklenenden çok daha farklı şeyler yapıyordu. Edgar Allan Poe ve H.P. Lovecraft okuyup, hava kararana dek korku ve gerilim filmleri izliyordu. En çok hayranlık duyduğu isim ise korku filmlerinin unutulmaz aktörü Vincent Price idi. O vakitler daha sonra Price ile çalışma fırsatı bulacağından bihaberdi tabii. Tüm bunların dışında sokağa çıkıp oyun oynamak yerine odasına çekilip, çalışma masasında çizimler yapmayı daha makul gördü her zaman. Öyle ki henüz dokuzuncu sınıfta iken çalışmaları ilgi görmeye ve ödüllendirilmeye başladı. Okyanusta mücadele etmek istiyorsanız, amatör de olsanız bir yerden denize açılmayı göze almalısınız. Burton’un da yaptığı tam olarak buydu işte. Yerel bir çöp toplama şirketi başlatmış olduğu kampanya için yarışma düzenledi ve katılımcılardan çizimlerini göndermelerini istedi. Elbette ki Burton’un çizimi ipi göğüsledi ve şirket bu çizime bir yıl boyunca çöp kamyonlarında yer verdi. Tim Burton artık adını duyurmaya başlamıştı.

Disney Yılları

Lise hayatını da noktalayan Burton’un sonraki durağı California Sanat Okulu oldu. Bu okuldan mezun olan isimlerin pek çoğu dev sinema şirketlerinde çalışma fırsatı yakalamıştı ve Burton gibi hayal gücü sınır tanımayan birinin bunu başaramaması için de hiçbir neden yoktu. California Sanat Okulu’nda animasyon eğitimi aldı ve bu sayede Walt Disney stüdyolarında animatör olarak çalışma fırsatı elde etti. 1981 yapımı The Fox and the Hound (Tilki ve Köpek) ile Disney bünyesinde ilk kez bir filmin kamera arkasında aktif görev aldı. Bunu 1985 yapımı The Black Cauldron (Kara Kazan) izledi. Disney çalışmalarından memnundu ve Burton ilk kısa film denemesi olan Vincent için izni koparmıştı. 1982 yılında stop-motion animasyon olarak çektiği filmde Vincent Price’ye özenen ve onun gibi olmak isteyen, Edgar Allan Poe eserlerini hayal dünyasında canlandıran yedi yaşındaki Vincent Malloy karakterine hayat verir. Vincent, Burton’un mekan yaratma konusunda ne denli başarılı bir yönetmen olduğunu ortaya çıkarması bakımından da son derece önemlidir. Son derece gotik bir atmosfere sahip olan bu 5 dakikalık kısa film aynı zamanda Burton’un çocukluk kahramanı olan Vincent Price ile ilk kez ortak bir projede yer alması açısından da ayrı bir öneme sahiptir. Usta aktör her ne kadar bu animasyon filmde bedenen görünmese de filmin seslendirmesini yapmış ve filmin elde ettiği başarıda büyük pay sahibi olduğu gibi Tim Burton’un önünün açılmasında da gizli kahraman hüviyetine bürünmüştür.
Sinemanın Yeni Dehası


Vincent’in yakalamış olduğu başarının ardından hiç hız kesmeden diğer projelerini hayata geçirmek için çalışmalara başladı ve bir diğer kısa filmi olan Frankenweenie’de The Shining’den aşina olduğumuz Shelley Duvall, Daniel Stern ve Sofia Coppola gibi önemli oyuncularla birlikte çalıştı. 1984 yılında çekimi tamamlanan bu yarım saatlik filmde Burton, bir Frankenstein portresi çizer. Köpeği ölen küçük bir çocuğun onu yeniden hayata döndürmek için verdiği mücadele filmin temasını oluşturur. Özellikle köpeğin diriltilmesi için çocuk odasının aldığı düzen Burton’un önünde düğme ilikletecek cinstendir. Tüm bunların yanında Frankenweenie, Burton ile Disney arasında soğuk rüzgârlar esmesine de sebep olur. Zaten hiçbir zaman hiçbir iş planlandığı kadar iyi olmamaktadır. Bunu Tim Burton kendisi söylüyor… Her ne kadar Frankenweenie pek çok festivalde beğeni toplamış olsa da Disney filmin çok fazla korku öğesi barındırdığını ve bunun da çocukların izlemesi için uygun olmadığını düşünüyordu. Bu sebeple Frankenweenie şirket tarafından rafa kaldırıldı ve film vizyona giremedi. Bu durum en nihayetinde Burton ve Disney’in yollarının ayrılmasına neden oldu. Burton yıllar sonra Disney bünyesindeki çalışmalarına “Her şeyi düşünüp çizmeme izin veriliyordu, fakat hiçbirisi kullanılmıyordu” yorumunu getirerek esprili bir yaklaşımda bulunacaktı.
Tim Burton, Frankenweenie konusunda küçük bir hayal kırıklığı yaşamıştı ama bu durum onun önünde yıkılması gereken büyük bir duvar da yaratmamıştı. Frankenweenie’den oldukça kısa bir süre sonra, 1985’de, oyuncu Paul Reubens kafasındaki film projesinde yönetmen olarak çalışması için Tim Burton’un kapısını çalar. Reubens, Frankenweenie’yi izleme fırsatı bulmuş ve filmin atmosferinden bir hayli etkilenmiştir. Çekmek istediği Pee-Wee’s Big Adventure (Pee-Wee’nin Büyük Serüveni) adlı filmi yönetebilecek en doğru kişi olarak da Burton’u görür. Warner Brothers’ın yapımcılığını üstlendiği filmin yönetmenlik koltuğuna geçmeyi severek kabul eden Burton için bu iş bulunmaz bir fırsattır. Bedenen büyük ama ruhen çocuk Pee Wee Herman adlı bir karakterin, hayatının yegâne anlamı olan bisikletinin çalınmasının ardından gelişen olayları aktaran film, beklentilerin oldukça üzerinde bir başarı elde etmiş, gişede maliyetinin neredeyse beş kat fazlasını kazanmış ve bir anda dikkatleri yönetmenin üzerine çekmişti. Bu, Tim Burton’un ilk uzun metraj film denemesinde başarılı olduğu anlamına geliyordu ve haliyle bir anda popülaritesi de tavan yapıyordu. Artık yeni, çok daha iyi ve özellikle kendi filmlerini çekmenin de zamanı gelmişti.
Pee-Wee’s Big Adventure’den sonra araya üç yıl koyan Tim Burton, iyi başlayan kariyerinde bir basamak daha yukarıya çıkabilmek için çalışmalarını sürdürüyordu. Sıradaki projesi ülkemizde Beter Böcek adı ile yayınlanan Beetle Juice idi. Beetle Juice yönetmenin tarzının oturması hususunda da büyük öneme sahiptir. Yeni evli bir çiftin trafik kazasında hayatlarını kaybetmelerinin ardından ölüler dünyasına alışmakta zorlanmaları ve hayattayken sahip oldukları evden yeni sahiplerini kovma çabası içine girmelerini konu alan film, Burton’un mekân yaratma konusunda her geçen gün daha iyiye gittiğinin ve oyuncu seçimlerinin oluşmaya başladığının da göstergesiydi. Öyle ki Michael Keaton ile çalışmaya başlaması bu filme tekabül eder. 1988 senesinde vizyona giren film 80 milyon Dolar’ın üzerinde hâsılat elde ettiği gibi en iyi makyaj kategorisinde de Oscar kazanır. Burton için çıta artık çok daha yüksek bir yere konulmuştu ama hikâye anlatmadaki bu yeteneği sayesinde ortada korkmasını gerektirecek bir şey yoktu. İlk büyük işi Oscar kazanmıştı ve bu iyiye işaretti.

Yarasa Adamı Sinemaya Aktarmak

Bir çocuğun hayal dünyasının büyüklüğü elbette ki okudukları ve gördükleri ile doğru orantılıdır. Bu bağlamda Burton’un çizgi romanlara ve peri masallarına paralel bir çocukluk evresi geçirdiğini bilmekte fayda var. Filmlerinde izleyeni masalların kollarına bırakan bir adamın çocukluğunda çizgi kahramanların peşinden sürüklenmediğini iddia etmek pek inandırıcı durmaz. Çocukluğunda Burton’un favori süper kahramanı Batman’di. Gotik mekânlar ve karanlık atmosferler yaratmayı seven bir adamı Gotham’dan farklı bir yerde düşlemek mümkün değil zaten.
1980’li yılların sonuna doğru Warner Brothers film şirketi sinemaya uyarlanacak ilk Batman filmi için kolları sıvamıştı. Bu filmin yönetmenlik koltuğu için düşündükleri isim ise bu yazının kahramanı Tim Burton’du. Burton, Batman rolü için Beetle Juice’de beraber çalıştığı Michael Keaton’u uygun gördü. Filmin yetişkinleri de sinemaya çekebilmesi için izlenen yol ise farklıydı. The Joker rolüne verilen isim usta aktör Jack Nicholson olunca, ilk Batman filmi için taşlar oyun alanına dizilmiş oldu. Gişede yılın (1989) en büyük başarısına imza atan film, ABD’de 250 milyon Dolar ve dünya genelinde yaklaşık 400 milyon Dolarlık bir başarıyla Burton’un adını zirveye yazdırdı. Her ne kadar Christopher Nolan’ın 2005 ve 2008 yıllarında yeniden beyaz perdeye uyarladığı filmler, 20 senelik teknolojinin getirdiği avantajla birlikte, pek çoklarına göre en iyi Batman filmleri olarak nitelense de, Kara Şövalye’nin hayranları tarafından Tim Burton’un Batman’i çizgi romana daha yakın görülür. Hiç şüphesiz bu kanıya varmalarındaki en büyük neden Burton’un Gotham şehrinin suç dolu karanlık hüviyetini en ince ayrıntısına kadar aktarması ve asıl adamın duygusallıktan sıyrılıp, gerçek acımasız karakterine bürünmesi olmuştur.




Düş Kırıklıkları ve Kral Tacı

Burton’un kariyeri hep tozpembe devam etmedi elbette. Çok şey beklediği, fakat sonunda eleştiri oklarına hedef olduğu yapımları da oldu. Bunların başında Batman’in devam filmi olan Batman Returns (Batman Dönüyor) geliyordu. Bu filmde izleyiciye çok daha karanlık bir film sunan yönetmenin belki de en büyük hatası ana karakteri olduğundan çok daha abartılı göstermesi oldu.

Yine 2001 yılında vizyona giren ve 60’lı yılların kült eseri Maymunlar Cehennemi’nin yeniden uyarlaması olan Planet of the Apes kimilerine göre Burton’un en kötü işi olarak kabul edilir. Baştan sonra hız kesmeden ilerleyen filmdeki mantık hataları ve özellikle değiştirilmiş finali eleştirilerin odak noktası olmuştur.
Tüm bunların yanında Burton’un kariyerine baktığımızda artılarının eksilerini neredeyse yok etmiş olduğunu görüyoruz. Beyninde bir araya gelen ve daha sonra kamerasına yön veren öyküler daha şimdiden sinema tarihinin modern klasikleri arasına girmeyi fazlasıyla hak etti. Şimdi bu filmlere yakın plan bakmanın tam zamanı…


En İyi 5 Filmi
Edward Scissorhands (1990)Burton’un en duygusal eseri olarak addedilen film, ayrıca yönetmenin oyuncu Johnny Depp ile birlikte çalıştığı ilk eser olması bakımından da önemlidir. Mucidinin zamansız ölümünün ardından tamamlanamadan ortada kalmış mahcup, hüzünlü, tertemiz bir karakterin öyküsünü anlatan film karla başlar, karla devam eder ve tepenin başında konuşlanmış yalnız köşkten kasabaya lapa lapa yağan keder dolu karla birlikte sona erer makas elli Edward’ın hikâyesi.
The Nightmare Before Christmas (1993): Burton’un yoğun işleri dolayısıyla yönetmen koltuğuna oturamadığı fakat yapımcı olarak destek verdiği film stop-motion teknolojisi ile çekilmiş bir animasyondu. Burton’un yapmaktan en çok zevk aldığı işin stop-motion olduğunu ve bu işin de saniyede 25 kare yakalayabilmek gibi zor bir süreçten geçtiğini de bilmekte fayda var. Film, Cadılar Bayramı Kasabası’nın kralı Jack Skellington’un kasabaya bir farklılık getirmek düşüncesiyle Noel hazırlığına girişmesini konu alır.
Batman (1989): Batman süper kahramanlar içinde belki de acıların çocuğu olmayan tek karakterdir. Aileden zengindir bir kere… Ebeveynlerinin trajik ölümlerinin akabinde yaşadığı şehrin karanlık sokaklarına adalet getirmeyi kutsal dava olarak görmektedir. Mazgallarından inadına duman çıkan, yarasasız sokağın bulunmadığı, güneşin neredeyse hiç doğmadığı bir kenttir Gotham City. Bu filmin ‘en iyi Batman filmi’ olarak nitelenmesinin altında Burton’un sınır tanımayan düş gücü, karakter irdelemeleri ve usta işi mekân yaratımı yatmaktadır.
Big Fish (2003): Burton’un masallar anlattığını zaten söyledik. Sadece çocuklarına anlatmıyor o, çocukluğunun saf ruhunu ısrarla içinde taşımayı beceren her bünyeye haykırıyor “Bir varmış bir yokmuş”larını… Big Fish ise belki de bu masalların gerçeğe en yakın olanı. Babalarımızın yatağımızın başucunda kendi öykülerini anlattığı günlerden kalma bir masal bu. Gerçek olduğuna inanılmayan fakat ümidin asla kesilmemesi gereken türden bir masal… Ölüm döşeğindeki babasının çocukken kendisine anlattığı masalların birer düzmece olduğuna inanan William Bloom’un en nihayetinde babasının geçmişine inmeye karar verişinin ve attığı her adımda adrenalininin ve şaşkınlığının biraz daha artışının öyküsü Big Fish.
Beetle Juice (1988): Müzikler, senaryo, oyuncular ve yönetmen harika bir kare as oluşturarak Beetle Juice’yi başlı başına bir film yapıyor. Yeni evlenen Maitland çifti geçirdikleri bir trafik kazası sonucu hayatlarını kaybedince ölüler dünyasına alışmakta zorluk çekerler. Üstelik hayattayken büyük bir özenle aldıkları evlerini de kaybetmişlerdir. Evlerinin yeni sakinleri artık Deetz ailesidir. Bu duruma epey içerleyen Adam ve Barbara Maitland çifti çareyi Deetz’leri korkutarak evden kaçırmakta bulur. Fakat bu bir işe yaramadığı gibi Deetz’lerin bu ‘hortlak’ öyküsünden para kazanmalarını dahi sağlar. Maitland’ların tek bir seçeneği kalmıştır; işi halletmesi için efsanevi yaratık Beetle Juice’yi çağırmak.

Burton’un Favorileri

Şimdiye kadar yarattığı en ciddi eserde bile öyküsel bir atmosfer yaratan Tim Burton için filmlerinde müziğin önemi son derece büyük. Filmlerinin en can alıcı sahnelerinde devreye giren o müthiş müzikler tamamlayıcı bir görev üstlendiği gibi filmlerin vurucu bir özelliğe sahip olmasına da katkıda bulunuyor. Film müzikleri konusunda Burton’un yoldaşı bugüne kadar sürekli Danny Elfman oldu. Pee-Wee’s Big Adventure ile birlikte çalışmaya başlayan ikili daha sonra Beetle Juice, Batman, Edward Scissorhands, The Nightmare Before Christmas, Sleepy Hollow, Big Fish, Charlie and the Chocolate Factory ve Corpse Bride başta olmak üzere neredeyse Burton’un hiçbir filminde ayrı yollara sapmadılar.
Birçok yönetmende olduğu gibi Burton’un da vazgeçemediği oyuncular var. Bunların en başında aynı zamanda yakın dostu da olan Johnny Depp geliyor. Depp bugüne kadar Burton’un 6 filminde aktif rol aldı. 2010 yılında vizyona girecek olan Alice In Wonderland ile bu sayıyı bir basamak daha yukarıya çıkaracak.
Depp’in yanı sıra yönetmenin şu anki eşi Helena Bonham Carter, Christina Ricci, Winona Ryder, Michael Keaton ve Danny De Vito da Burton’un vazgeçilmezleri arasında yer alıyor. Aslına bakılırsa herkes tarafından anlaşılmakta güçlük çeken böylesine bir yönetmenin sürekli aynı fakat kendisini anlayabilen oyuncular ile birlikte çalışması son derece makul görünüyor.
Hayat verdiği karakterlerin sıra dışı olmasının yanında hiçbir zaman masumiyetlerinden ve hümanist özelliklerinden mahrum olmayışları ile bambaşka bir yönetmen portresi çiziyor Tim Burton. Korkulanın iyi olandan aslında çok daha fazla insancıl olduğunu, her şeyin, bu dünyanın bile, en nihayetinde büyük bir masal olduğunu aktarması bakımından Hollywood’un en iyi yönetmenlerinden biri olarak anılmayı fazlasıyla hak ediyor. Belli aralıklarla ruh dünyamızı ele geçiren bir isim o… Anlattığı masallar ile farkında olmadan yakalanıp, buyur ediliyoruz iç dünyasının kapılarından içeriye… Şimdiye kadar hiç şikâyetçi olmadık bundan.

9 Ağustos 2011 Salı

Ama 'O' Gelmesin


    Değişimi hissedebiliyorum ; geçmişle geleceğin arasında tarafsızlığını koruyan tuhaf bir şey , Parmak ucunuzu yanlışlıkla nankör ve sivri bir bıçağa çizdirmek gibi bir his , otogarda ya da istasyonda geçirmek zorunda olduğunuz sıkıcı ve tutarsız bir kaç saat gibi bir süreç . Ey pembe !Son kez inan yalan olsada . Çünkü bence bazen bir rüya , bir anı , bir an yetebiliyor .Ve daha fazlasını öğrenmek için kitaplarda , internette ,kütüphanelerde harcadığım dakikalarım , yaklaşmakta olan sonların yok olacaklarını , başlangıçların gün yüzüne çıkacaklarını hatırlatıyor . Arkamdan bir ses , hiç kimse sana inanmıyor , diyor . Bu sen misin pembe ? Ama hayır , bu sen olamazsın . Benim bildiğim pembe uzaklarda olur her zaman . Çok uzaklarda .. Erişilmez , ulaşılmaz ama yollarında ölünesi uzaklarda .. Belki sen de değişimi hissediyorsundur pembe . Tebessüm edişinden belli bir şeyler beklediğin . Ve ben şimdi korkularımla yüzleşmeye gidiyorum pembe ; daha fazlası , daha fazlası için ..

7 Ağustos 2011 Pazar


мαχ ραуηє
25-02-11, 23:07
Türkiye'de ünlüler olsun,halkımız olsun bazı kesimler sinema ve dizilerde gelişme olduğunu söylüyor.Bana göre hiçte gelişme yok.Aksine geriye doğru gidiyoruz.Sinema'dan en basit örnek Recep İvedik.Güldürüyor fakat belli bir kesime hitap ediyor.İnsan düşününce ne kadar iğrenç bir şey olduğunu görebiliyor.Onun dışında ise Türk Sinemasında komedi dışında pek film yapılmıyor.Neden aksiyon,tarihimizi anlatan filmler yapılmıyor ? Çünkü yapımcılar ceplerini düşünüyor ve böyle bir ilke imza atmakta istemiyorlar.Mahsun Kırmızıgül'ün 'Güneşi Gördüm' filmi için Beyaz Show'a katıldığında Beyazıt ÖZTÜRK çok güzel konuştu.Tarihimizi anlatan filmler yapılmıyor.Bir çağ açıp bir çağ kapatan bir soydan geliyoruz fakat bunun filmini bile çekemiyoruz düşünün artık sinemamız bu halde ve hala geliştirme gösteriyoruz güya.Sinema böyle giderse yerinde seker.

Dizilerimiz ise hiçte farklı değil.Sürekli eski dizilerin yeni versiyonları veya saçma konularla yürüyen filmler.En basiti Akasya Durağı.Çiçek Taksinin alıntısı ve kalitesi yerlerde sürünüyor.Büyük isimler var fakat kalite yok.Zeki Alasya "Dizilerimizin kalitesi kötü" demiş (ne kadarı doğru bilinmez) fakat bir süre sonra "Akasya Durağı"nda oynamaya başladı.Dizilerin kalitesinin düşüklüğünden bahseden Zeki Alasya kendisi en berbat dizide oynuyor bravo.

Örnekler ve yazılar çoğaltılabilir.Şimdilik bu kadar yazabildim.
ŞoVaLYe_77
25-02-11, 23:21
Sana katılıyorum Oğuz. Sürekli saçma sapan komedi filmleri yapılıyor fakat hiçbiri izlenmiyor. Türk sineması gerçekten çok geride Avrupaya baktığımız zaman bizim filmlerimiz çok sönük kalıyor. Adamlar bir film yapıyorlar dünyanın parasını harcıyolar ama noluyor paralarını kat kat çıkarıyorlar.

Şöyle bir bakalım filmlere Avatar filmi 500milyon $ harcanmış fakat kat kat fazlasını kazanmışlar hadi Avatar'ı geçtim olağanüstü bir film bunu saymayalım.

Diğer kaliteli filmlerin çoğunun bütçeleri 100milyon$. Onun aşağısında film yok. Birde bizim filmlerimize bakalım AROG 8,5milyon $ bütçesi var en pahalı Türk filmi olarak biliniyor, daha fazla söze gerek yok sanırım.
мαχ ραуηє
25-02-11, 23:25
Aslında bütçe önemli değil bu konularda.Düşük bütçeylede güzel bir şeyler yapılabilir.Aksiyon filmi için illa lazım bütçe fakat Türkiye'de aksiyon filmi yok nerdeyse.Aksiyon filmi çekilse inan bir çok insan merak eder ve "vay be bizde çekebiliyormuşuz" der yani.Veya ben mi böyle düşünüyorum bilemicem.Her zaman dünyanın gerisinde kaldık ve kalmaya da devam edicez böyle giderse.
ŞoVaLYe_77
25-02-11, 23:32
Artık kendimizi aşmamız lazım. Ben bilim-kurgu Türk filmi hatırlamıyorum hiç bilen varsa buyursun. Turist ömer falan demeyin sakın valla söverim :D
мαχ ραуηє
25-02-11, 23:35
Artık kendimizi aşmamız lazım. Ben bilim-kurgu Türk filmi hatırlamıyorum hiç bilen varsa buyursun. Turist ömer falan demeyin sakın valla söverim :D

G.o.r.a'da Bob Marley Faruk çekecekti de yapımcı tutuklandı :p Şaka bi yana komedi,dram dışında Türk filmi yok.Kurtlar Vadisi Irak-Filistin aksiyon sayılır Avrupa'da da ses getirdi fakat artık yıprandı.Yeni şeyler pek tutmuyor.Bunların dışında da hatırlamıyorum :)
ŞoVaLYe_77
25-02-11, 23:43
Ciddi ciddi bilim-kurgu filmi yok dimi :D
мαχ ραуηє
25-02-11, 23:48
Korku filmleri var.Dabbe,okul falan :) Geniş olduğundan bunları içine alıyor
ŞoVaLYe_77
25-02-11, 23:50
Onlar daha cok korkuya giriyor böyle tam anlamıyla bilim-kurgu yok sanırım :)
мαχ ραуηє
25-02-11, 23:51
Bilim kurgu geniş bir kavram.Ama tam anlamıyla orjinal bir film yok orası öyle.
İhShiT
25-02-11, 23:57
ya kırolara ya ergen genç güdülerine hizmet .
bizde halka hizmeti hakka hizmet bilirdik , kim uydurmuş bu yalanı :kiki:
Schütze
26-02-11, 00:50
Aslında güzel filmler kaliteli filmler diziler var ama işte kurunun yanın da yaşta yanıyo gibi oluyor biraz.
CyberDark
26-02-11, 00:56
korku filmini türkler çeviremez. çünkü türkler dini değerlere aşırı derecede düşkün. bakınız dabbe filminden sonra bile bir yığın zelzele oldu, yok gerçekmiydi, efenim yok aslında öyle değil, yok yalan falan fiştan.

korkacağınız bir korku filminde bulunması gereken özellikleri sayayım:
- dini unsurlar olacak. eğer dini unsurlar olursa aklınızda "acaba?" diye bir soru türeyebilir.
- gözle görülmeyen insan dışı varlıklar olacak
- aniden hönküren şeylerden çok gerçeklik payı olan ve yine aklımızda "acaba?" sorusunu bırakan türden olacak.

mesela bu unsurları gördüğüm en iyi filmlerden birisi "Paranormal Actvity" izlemenizi tavsiye ediyorum.



Bir diğer konuya gelirsek Türkiye'de neden bilim-kurgu filmi çekilmez. Çünkü yabancı sinama sektöründeki teknoloji henüz Türkler'de yok. Yani ben öyle düşünüyorum. Birde daha önceden yapılmış elle tutulur gözle görülür bir şey yok bu yüzden yapımcılar çekiniyorda denilebilir. Hani ben gerçekten öyle demiyorum sadece böyle düşünüyorum :kiki:




Dizi sektörü ise bana kalırsa gerçekte iyi konumda.

Her ne kadar bir kızın dört erkek tarafından tecavüze uğraması milletimiz tarafından alay konusu olsada, Ali Rıza Bey'in ölümünden önce gördüğü halay çoğu kişi için saçma gelsede, Polat Alemdar bir halk kahramanı olarak görülsede dizilerdeki performans benim hoşuma gidiyor.

Yabancılardaki dizi sektöründe haftada bir bölüm 20-30dk. Bir dizi max 20 bölüm. Ancak Türkiye'de bir hafta içerisinde resmen bir film çekiliyor. Bu yönden düşünmek lazım, "iyi ama neye göre iyi?" , "kötü ama neye göre kötü?". Ben yabancılarla karşılaştırıdığımda dizi sektörünü ilerlemiş buluyorum.
nannage
26-02-11, 07:35
Şu Muhteşem Yüzyıl dizisine hayranım..Savaş sahneleri çizgi film sahnelerini aratmıyor..
мαχ ραуηє
26-02-11, 13:19
Şu Muhteşem Yüzyıl dizisine hayranım..Savaş sahneleri çizgi film sahnelerini aratmıyor..

Ben savaş sahnesi çekemezler diyordum kötü de olsa çekmişler.
Kürşadım
26-02-11, 13:49
Ben savaş ve tarihi film seven biriyim Türk tarihi ile ilgili doğru düzgün savaş/Tarihi film yok buna üzülüyorum açıkçası . Bitane Cengiz Han filmi var o da Yabancıların yaptığı bir film .
мαχ ραуηє
26-02-11, 13:55
Ben savaş ve tarihi film seven biriyim Türk tarihi ile ilgili doğru düzgün savaş/Tarihi film yok buna üzülüyorum açıkçası . Bitane Cengiz Han filmi var o da Yabancıların yaptığı bir film .

Bende savaş ve tarihi film severim.Yabancıları izlemekten bıktım.
snox
26-02-11, 14:44
Filmler konusunda o kadar karamsar değilim,en azından hala iyi filmler var;gerçi bu durum bir hayli GÖRECELİ bir kavrama dayanır ama olsun:)

Diziler konusunda ise benim en büyük şikayetim süreleri,nitekim bu sürelerin AB ve ABD Standartlarında bir düzeye çekilmesi için yakın zamanda bir çalışma baişlatılıacağını söylüyor başbakan. Umarım en kısa sürede 45-78dk arası filmler görürüz umarım,şu an filmler yanlış hatırlamıyorsam 90-96 dk arası çekiliyor. Yani kimilerinin yaklaşık 3 saatlik bir prime time süresini kaplasa da bizim izleidğimiz dizi sadece 90-96 dk arası:)
Kürşadım
26-02-11, 15:44
Bende savaş ve tarihi film severim.Yabancıları izlemekten bıktım.
Kürşadın kırk çerisi ile çin sarayını basmasından tutun İstanbulun fethi,Çanakkale savaşı akabinde İstiklal Savaşımız konu bol ancak yapacak insan , teşkilat yok..
Cr2o3
26-02-11, 18:53
Küçük Sırlara ne demeli :) resmen Gossip Girl'ün aynısı
AnkaraRuzgari
01-03-11, 13:00
komedi filmi diyorlar bakıyorsun argo ön planda,korku filmi diyorlar korkmaktansa gülme krizine giriyorum,dizi desen eski türk filmi tadında hiçbirşeyin tadı yok ,tartışma programları kimsenin izlemeyeceği bir saatte konur bu rütük denen arkadaş ne için var ben bunu anlamış değilim,dizilerde de genele baktığınızda türk aile yapısına uymayan dışarı özentili yapımlar tv de sıkmaya başladı artık .belgesel mi izlemeye başlasam .
Bellatrix|Black
02-03-11, 16:23
Evet Türklerin bu işten pek anlamadığı ortada.Dizilerin hepsi iğrenç ama bazı filmler bi derece güzel olabiliyo.
Birol
04-03-11, 21:06
Türkiye'de özellikle film sektöründe sap ile saman birbirine karışmış durumda
En son izlediğim Türk filmi, komedi kategorisinde yer alan ABİMMM filmi
Komedi kategorisinde olmasına rağmen özellikle son sahnelerinde oldukça duygulandım
Bu mu yahu komedi filmi ???
KcmN
06-03-11, 11:33
Türk yapımı çoğu filmlerin hemen hemen hepsi izleyenlerin duygularını sömürerek para kazanma amacında. En çok beğenilen filmlere bakın ya sonunda kahkahalarla gülersiniz ya da hıçkıra hıçkıra ağlarsınız. Filmlerin amacı insanın duygularını ortaya çıkartmak mı yoksa insanı bilinçlendirmek mi olmalıdır?. hemen hemen 1200 yıllık ilim tarihimiz var. biz bunlarla bir bilim-kurgu senaryosu oluşturamıyorsak vay halimize...
AtABeY
06-03-11, 15:35
Her işte olduğu gibi akıl yormayı pek sevmiyoruz.Aynı zamanda düşük bütçelerle bel altına yönelik filmler çekerek,para kazanma derdinde olanlar da çok fazla var.Ayrıca Türk insanı kaliteli filmler yerine küfürlü,açık seçik filmleri tercih ettiği için,kalite olarak çok aşağılardayız.Eşkıya ile başlayan kaliteli filmler serüveni,internet ve korsancılığın çoğalmasıyla tekrar minimuma düştü.73 milyon insan var sinemalarda en fazla izlenen filmin gişesi 5 milyon küsür.İnsanımız korsana rağbet ettiği sürece,daha uzun yıllar bu durum devam eder.
ßrutAl
07-03-11, 23:06
amaç para . kaliteye önem veren yok. ayrıca halkın neyi yiyip neyi yemeyeceğini bildiklerinden basit şeyleri yedirip para kazanıyolar. pek bi sanat yok yani çoğunda.
cemaatsiz imam
07-03-11, 23:20
maalesef, yerli yapım olarak diziler-filmler-belgeseller (pardon belgesel yapmıyorduk) pek seyretmem. bu konuda cahil sayılırım.
bir tek çocuklar duymasın dizisini fırsat buldukça seyrediyorum. gerçekten, tolum yapımızda ki erkek olmayı sosyolojik-psikolojik olarak analiz ediyor. aslında gülmekten fırsat bulduğumuz an olaylarda ki işlenen ironi ve tanımlamayı analiz ettiğimizde, her erkek kendinden bir şeyler bulabilir.
FrappuccinO
17-03-11, 15:21
cnbc-e yayın akışına bakıp bütün dizileri ezberlemek mi hayat? spartacus-how i meet ur mother,big bang theory ws..ws.. bunların hepsi kaliteli türk dizileri kalitesiz öyle mi?özentilikten başka bir şey değil,
dizi sektörünü salla normal film sektörüne gelelim, adam 500 milyon dolar bütçeyle film çekiyor, sen çekiyorsun 2-3 milyon dolar ile, ee çıkacak sonuçta az çok tahmin edilebilir. iyi filmler için sağlam bütçeler lazım olur her zaman, şöyle düşün real madrid neden antepspordan daha iyi? çünkü parası awr,çünkü transfer bütçesi 300 milyon dolar, antebin bütçesi 4 milyon dolar, adam sırf film çekmek için sinema kentleri oluşturuyor ws..ws.. o yüzden koy bakalım 500 milyon dolar bütçeyi bak gör o zaman nasıl bizim sinema sektörüde nasıl canavar gibi filmler cıkartıyor
BuRaK_H
22-03-11, 08:05
cnbc-e yayın akışına bakıp bütün dizileri ezberlemek mi hayat? spartacus-how i meet ur mother,big bang theory ws..ws.. bunların hepsi kaliteli türk dizileri kalitesiz öyle mi?özentilikten başka bir şey değil,
dizi sektörünü salla normal film sektörüne gelelim, adam 500 milyon dolar bütçeyle film çekiyor, sen çekiyorsun 2-3 milyon dolar ile, ee çıkacak sonuçta az çok tahmin edilebilir. iyi filmler için sağlam bütçeler lazım olur her zaman, şöyle düşün real madrid neden antepspordan daha iyi? çünkü parası awr,çünkü transfer bütçesi 300 milyon dolar, antebin bütçesi 4 milyon dolar, adam sırf film çekmek için sinema kentleri oluşturuyor ws..ws.. o yüzden koy bakalım 500 milyon dolar bütçeyi bak gör o zaman nasıl bizim sinema sektörüde nasıl canavar gibi filmler cıkartıyor

film bütçesiyle kalitenin bir alakası yok. pearl harbor filmi hayvan gibi bir bütçeyle çekilmişti ama gayet dandikti. el mariachi de çok az bir bütçeyle harikalar yarattı. robert rodriguez gibi bir yönetmeni dünyaya kazandırdı. desperado ve once upon a time in mexico bu filmin ardından seri olarak çekildiler. ha sen film yapacaksan tabii ki iyi bir finansmana sahip olman gerekir. ama bu demek değil ki iyi film çekmek için çok para olması lazım. maddiyatla sanat olmaz.
Siyah Akrep
22-03-11, 09:18
daha tarihimizi anlatan adam gibi bir film bile çekilemedi.yabancılar bu konuda maddi olarak üstün.umarım bir gün gerçekleşir.
Yeni klasör
22-03-11, 10:18
ezel var ama ayıp ediosun
HünkarKEPOĞLU
22-03-11, 23:31
Belkide insanların sıkıltılı olduğu an , işten geldikten sona insanların birazda olsa yüzünü güldürmek istemişlerdir.
supra
22-03-11, 23:57
behzat ç gibi bir dizi rating sıralamasında 9. sıradayken akasya durağını birinciliğe taşıyanlara bu kalite bile yeter arkadaş ne diyim..
мαχ ραуηє
26-03-11, 23:50
behzat ç gibi bir dizi rating sıralamasında 9. sıradayken akasya durağını birinciliğe taşıyanlara bu kalite bile yeter arkadaş ne diyim..

Halkımızın kalitesini gösterir :okay:
feverchild
26-03-11, 23:51
şu an için konuşacak olursam tek kaliteli yapım behzat ç. diğerlerini vur birbirine.
hayattan pasaj
30-05-11, 23:26
Begendigim Türk filmi ASI idi,bu filmi begendim.Cünkü yasanabilir bir konuyu islemislerdi.
TheBull
31-05-11, 18:37
öyle demeyin çok güldüren korku filmlerimiz var.. A pardon...
hayattan pasaj
01-06-11, 00:54
Bir zamanlar Kemal Sunal küfür edebiyatini Milletin agzina doladi,bir yerde rahmetli insanlara küfür edebiyatini hayatlarina yerlestirdi,varin ne dersiniz bu konuda kalitesizlik iste buna denir.
rapturk
01-06-11, 18:45
o değilde saatler süren dizilerden verim beklemek büyük bir hatadır... Adamlar 2 saatlik bölümü doldurmak için 10 dakikalık duygusal sahne koyuyor diziye on dk müzik dinliyorsunuz dizide... Sıkıntıdan patlıyorsunuz... Mantık kurgusu zaten hiç yok... Geçen "arka sokaklar"ın tekrar bölümlerinden birine baktım az çoban telefonla bildiriyor yerini karşıdaki telsizle cevap veriyor...


http://www.youtube.com/watch?v=Po_3n-_0jIQ

güya polisiye aksiyon dizi... güldürüyor aynı zamanda düşündürüyor...
gebe salih
30-06-11, 12:09
yabancılar gibi disiplinli çalışan film yapımcıları yok bizim aramızda.
PāuŁ Rǿđrίguéz™
04-07-11, 03:43
supernaturel gibi bir dizi yaptıkmı. dizi sektöründe sınıf atlamışız demektir..
Climanjaro
04-07-11, 11:36
Şu ana kadar dizi olarak takip ettiğim, yani oturup da başlasın diye beklediğim sadece 2 tanedir.
biri DADI (http://tr.wikipedia.org/wiki/Dadı), diğeri TATLI HAYAT (http://tr.wikipedia.org/wiki/Tatlı_Hayat)

bunların haricinde hiç dizi izlemedim.
PāuŁ Rǿđrίguéz™
04-07-11, 20:37
tatlı hayat gerçekten güzel bir diziydi..

türkan şorayın oyunculuğuna gerçekten kimse diyecek birşey bulamaz..
іѕтαивuŁ
05-07-11, 00:02
izleyin battal gazi yi işte 1 okla 17 tane adam vuruyor :x
xxakadir
07-07-11, 19:43
Leyla ve Mecnun güzel ama..;)
osqee.xX
08-07-11, 00:04
Çok doğru yapılan %100 filmin %80'i küfür içeriyor....:(
Ah eski komedi filmleri ahh.Hababam Sınıfı,İnek Şaban nerde bunlar nerdee.
Hep aynı filmler töre,zenginlik,aşk başka yok tek bunlar...:(
мαχ ραуηє
09-07-11, 19:55
İstisnai diziler olur tabi ki ama geneline baktığınız zaman bir çok dizi hep daha öncekilerin tekrarı veya başka yerden alıntı.Sinema desek yavaş yavaş toparlanıyor.
osqee.xX
11-07-11, 11:26
Evet yavaş yavaş toplanıyor.
0ρρ๏ѕiтє
13-07-11, 09:14
napsınlar adamlar bizim miilet behlül binnaz vs. herangi bir mal olmadan dizide izlemiyor .
kacta kaliteli dizinin ömrü 4 haftayı geçti
beklentiler üzerine böyle sacmalıklar uretiyor adamlar hak veriyorum .
counter9
21-07-11, 21:56
Film uzunluğunda dizi yapılırsa olacağı budur. en ideali 45 dakika. Her yabancı dizi 45 dakikadır zaten. En çok konuşulan dizilerde 45 dakikadır Lost gibi. Bence bu birşeyin habercisi olması lazım. Artık kimse dünyayı kurtan polat alemdarı yada kendi akrabalarına atlayan herifleri izlemek istemiyor veya 100 kere tekrarlanmış aşk dizilerini.
Çok sıktınız.
Climanjaro
22-07-11, 08:01
Film uzunluğunda dizi yapılırsa olacağı budur. en ideali 45 dakika. Her yabancı dizi 45 dakikadır zaten. En çok konuşulan dizilerde 45 dakikadır Lost gibi. Bence bu birşeyin habercisi olması lazım. Artık kimse dünyayı kurtan polat alemdarı yada kendi akrabalarına atlayan herifleri izlemek istemiyor veya 100 kere tekrarlanmış aşk dizilerini.
Çok sıktınız.

+1...
1.5 saat dizi, ek olarak 1 saate yakın da reklam...
Zaten kalitesi tartışılacak bir şey için bu kadar zamanı harcamaya değmez.
VirtuaL ReaLity
22-07-11, 13:01
Bu yüzden TV ve Türk SinemaSını izLemiyOrum!
Hadi Sİnemada yine baŞarıLı ŞeyLer yapabiLiyOrLar ama dizi bazında kaLmadı deSek yeRi
counter9
23-07-11, 19:05
Şu an günümüzde en başarılı Türk filmlerini Cem Yılmaz yapıyor bana kalırsa, diğer filmler her nedense birbirlerinin tekrarı gibi geliyor bana. Cem Yılmaz çok özgün ve orjinal işler yapıyor.
Schütze
23-07-11, 21:59
Komedi,amacı güldürmek değil mi ?
Recep İvedik en iyiki komedi bence,ister bel altına vursun ister vurmasın amac güldürmek ve şu anda bunu en iyi başaran da Recep İvedik Serisi.
A.R.O.G G.O.R.A bunların senaryosunu 10 yaşında çocuklar kurar.
Cem Yılmazıda hiç bir zaman komik bulmadım.
Cem Yılmaza gülenlerde onu komik bulduklarından değil kalıplaşmış artık cem yılmaz denilince komiklik geliyo bu bir kalıp,insanlar komik bulsada beyiin otomatik olarak gülüyo.

Kaliteli yapım az var. Nedeni ise bariz ortada,hep aynı senaryolar,aynı konular işleniyor,insanlar çok sıkıldı artık bu senaryolardan,değişik yapım var tek tük onlarında bazıları reyting kurbanı oluyor.

Şu anda en kaliteli ve bir şeyler anlatmak isteyen dizi Öyle Bir Geçer Zaman Ki.

Muhteşem Yüzyıl tek kelimeyle iğrenç,tarihin yaşanmışlıkların anlatılması gerekirsen tarihi sahnelere sadece 10 dakika ayırıyorlar,diğer bütün sahneler hürremin saçmalıkları,sultan süleymanın halveti tarihi cinsellikten ibaret olarak göstermeleri çok kötü.
İlk 5 bölümünü izledim daha sonra izlemeyi bıraktım,bana verdiği hiçbirşey yok.
Climanjaro
23-07-11, 22:33
Komedi,amacı güldürmek değil mi ?
Recep İvedik en iyiki komedi bence,ister bel altına vursun ister vurmasın amac güldürmek ve şu anda bunu en iyi başaran da Recep İvedik Serisi.
A.R.O.G G.O.R.A bunların senaryosunu 10 yaşında çocuklar kurar.
Cem Yılmazıda hiç bir zaman komik bulmadım.
Cem Yılmaza gülenlerde onu komik bulduklarından değil kalıplaşmış artık cem yılmaz denilince komiklik geliyo bu bir kalıp,insanlar komik bulsada beyiin otomatik olarak gülüyo.

Kaliteli yapım az var. Nedeni ise bariz ortada,hep aynı senaryolar,aynı konular işleniyor,insanlar çok sıkıldı artık bu senaryolardan,değişik yapım var tek tük onlarında bazıları reyting kurbanı oluyor.

Şu anda en kaliteli ve bir şeyler anlatmak isteyen dizi Öyle Bir Geçer Zaman Ki.

Muhteşem Yüzyıl tek kelimeyle iğrenç,tarihin yaşanmışlıkların anlatılması gerekirsen tarihi sahnelere sadece 10 dakika ayırıyorlar,diğer bütün sahneler hürremin saçmalıkları,sultan süleymanın halveti tarihi cinsellikten ibaret olarak göstermeleri çok kötü.
İlk 5 bölümünü izledim daha sonra izlemeyi bıraktım,bana verdiği hiçbirşey yok.




Cem Yılmaz olayına katılmıyorum.
tam tersine şahan'ın yaptığı filmi ben 6 yaşında iken de arkadaşlar arası yapıyordum.
bir gram espiri dağarcığı olmadan sadece höyt höyt diye deli dana gibi bağıran birine neden gülerler ben onu anlayamıyorum.

Cem Yılmaz da kalıplaşmış hiç birşey yok tamamen anlık gelen doğaçlama kabiliyeti.
Demek ki sen hiçbirşey anlamamışsın ki gülmemişsin. Ben kendini verip de gülmedim diyen birini tanımıyorum.

Tabii sırf GÜLMEYECEĞİM ULAN niyetiyle gidersen gülmezsin.

Mesela Arog da şöyle bir sahne vardı hatırlar mısın bilmem.
ateşin başında gitarla akdeniz akşamlarını çalarken cem yılmaz gitarı parçaladığında ozan şu lafı demişti:
Ama Arif o gitar EL YAPIMIYDI..... burda çok ince bir espiri var.
el yapımı olan üretimler değerlidir... Haliyle o zamanlarda seri üretim veya makina üretimi olmayacağı için bütün üretimler el yapımıdır.
Gerçi şahana gülen adamın burdaki espiriyi anlamaması çok normal.
onun gülmesi için GONUŞMA LEYN demek yeterli.
Ya da havuzun başında havlu sarılı halde 5 yaşında çocuk gibi sinek kovalaması yeterli.
bunlara gülen adamın espiriye gülmesini beklemiyorum zaten.

Sen bence stand-up larını iyi izle...
Türkiyede tek komedyen var o da Cem Yılmaz... Diğerleri sadece taklit.
Schütze
23-07-11, 22:41
Cem Yılmaz olayına katılmıyorum.
tam tersine şahan'ın yaptığı filmi ben 6 yaşında iken de arkadaşlar arası yapıyordum.
bir gram espiri dağarcığı olmadan sadece höyt höyt diye deli dana gibi bağıran birine neden gülerler ben onu anlayamıyorum.

Cem Yılmaz da kalıplaşmış hiç birşey yok tamamen anlık gelen doğaçlama kabiliyeti.
Demek ki sen hiçbirşey anlamamışsın ki gülmemişsin. Ben kendini verip de gülmedim diyen birini tanımıyorum.

Tabii sırf GÜLMEYECEĞİM ULAN niyetiyle gidersen gülmezsin.

Mesela Arog da şöyle bir sahne vardı hatırlar mısın bilmem.
ateşin başında gitarla akdeniz akşamlarını çalarken cem yılmaz gitarı parçaladığında ozan şu lafı demişti:
Ama Arif o gitar EL YAPIMIYDI..... burda çok ince bir espiri var.
el yapımı olan üretimler değerlidir... Haliyle o zamanlarda seri üretim veya makina üretimi olmayacağı için bütün üretimler el yapımıdır.
Gerçi şahana gülen adamın burdaki espiriyi anlamaması çok normal.
onun gülmesi için GONUŞMA LEYN demek yeterli.
Ya da havuzun başında havlu sarılı halde 5 yaşında çocuk gibi sinek kovalaması yeterli.
bunlara gülen adamın espiriye gülmesini beklemiyorum zaten.

Sen bence stand-up larını iyi izle...
Türkiyede tek komedyen var o da Cem Yılmaz... Diğerleri sadece taklit.


Cem Yılmaz mı güldürüyo.Yok artık ya cidden bu komik oldu bak.
Cem Yılmaz doğaçlama yapmayı bile beceremiyo.
Yolda yürüyodum adamın teki durdu onu dedi bnde bunu dedim yok yağmurluydu bilmem ne hikaye mi anlatıyo napıyo belli değil,sen merak etme ben izledim ve zamanı boşuna harcamaktan başka bir işe yaramıyor,gülmeyi bırak en ufak bi tebessüm bile oluşmuyor.
Ben kesinlikle Cem Yılmaza karşı ön yargı lı değilim bu benim görüşüm.Ben gülmek istiyorum abi madem komedyen güldürsün beni güldüremiyo başarısız.Ama Şahan Gökbakar öyle mi adam işini biliyor ya Türkiyenin Tek Komedyeni Şahan Gökbakar.

Arogu izledim ama komik bulmadım açıkçası.İğrenç espiri dedikleri cem yılmazınkiler olsa gerek.

Şahanın esprileride en azından çok akıllıca ve dediğim gibi güldürmeyi başarıyor.
Cem Yılmaza gülenlere dicek bişeyim yok çünkü adamın gülüncek bişeyi yok.

Şahanın esprileri sırf bel altı diye yargılıyosunuz bu çok saçma. Komedilerin amacı güldürmek güldüremeyen komedyen değildir burdan şu çıkıyor ki Şahan gerçek bir komedyen.

Cem Yılmaz sa kalıplaşmış komedyen.
Climanjaro
23-07-11, 23:15
tamam olay anlaşıldı.
sen şahana gülmeye devam et.
Zaten herkeste espiri anlayışı olmasını beklemiyorum.
eğer senin dediğin gibi ise ben de şahana hiç gülmüyorum demek o da komedyen değil.

iyi izlersen şahanın tüm filmlerinde senaryo aynıdır.
sadece bağırır.
sokağa çıkıp millete bağırınca komiklik olmuyor.
ama sana göre oluyor.
tamam sen gülme Cem Yılmaz'a.
izlemediğin çok net belli.
Daha doğrusu sadece baktığın ama hiçbirşey anlamadığın belli.


http://www.youtube.com/watch?v=QzXuQpcJjIY&feature=fvst

http://www.youtube.com/watch?v=-nWKDTr2HNg&feature=related

http://www.youtube.com/watch?v=bB0RU-TqTFg&feature=related

http://www.youtube.com/watch?v=q7u_HDUdXIc&feature=related

http://www.youtube.com/watch?v=ZD6QPGfMk5E&feature=related


Eğer bunlara gülmüyorsan kusura bakma da sende bir problem var bence.
Eğer bunlar komik değil ama şahanın bir filmde 1500 kere tekrarladığı GONUŞMA LEYN komik ise ben başka mesaj yazmıyorum.
іѕтαивuŁ
24-07-11, 00:06
yılmaz erdoğanı gerek oyunculuk gerek espiri gerek kabiliyet olarak tek geçiyorum bu konuda.
Schütze
24-07-11, 00:24
Cem Yılmazın neyine güldüğünü anlatsana bana açıkla bi ya madem bu kadar komik diyosun tek geçiyosun anlat o zaman.

Ne diceğini ben şimdiden yazıyorum bak buraya iyi oku ; videolarına bak diceksin :D
Neden biliyo musun ?
Dur ben onada cevap vereyim çünkü sende bilmiyosun adam artık bir kalıp olmuş işte ne söylese gülüyosunuz.

Cem Yılmaz komik değil,espirili biri sadece.Komik olacak kadar büyümedi daha.
Şahanın filmlerinde hiç olmazsa bir mantık var bir karakter var recep ivedik isimli o adamın hayatı hayata bakışı davranışları konuşma tarzı anlatılıyor.

Cem Yılmazın hangi filminde ne anlatıyo sana ne veriyo bir karakter yaratamıyo bile adam.Filmler saçma sapan arog adamı geçmişe yolluyo sonra zaman makinası geliyo falan geri gidiyo zamanda yoluculuk ama üstüne basarak söylüyorum ki arog hayali bir filmdir.
Gorada aynı şekilde.

Gerçeklik payı yok.
Ama recep ivedik gerçek.Sen hiç dışarı çıkmıyosun heralde dışarı bi çık recep ivedik gibi milyonlarca görürsün.

Ama senin anlamanı beklemiyorum çünkü tutturmuşsun bi Cem Yılmaz diye devam et böyle boş şeyleri izleyip gülmeye.
Cr2o3
25-07-11, 00:41
ben hiç dizüstü bilgisayarla sinek avlayanı görmedim sen gördün mü
Schütze
25-07-11, 01:54
Cahil insan laptopu nerden bilcek ki sinek avlar mı avlar.
Bunda gerçeklik payı var,olma ihtimali var.
Arog da var mı ? zaman makinası geliyo alıyo yolluyo zaman atlıyo iki kap bularak saçmalık.
Gerçek olma olasılığı sıfır.
Climanjaro
25-07-11, 08:04
arkadaşlar takılmayın bu arkadaşa.
ivedik karakterini gerçek sanıyor.
hiç kendi arabasının aküsünü başkasına verip de bu araba çalışmıyor diye servisi arayan biri olur mu?
Türkiyeyi geçtim dünyada olmaz böyle biri.
bir cüzdanı götürmek için istanbul'dan kalkıp Antalya'ya kimse gitmez.
ne kadar görgüsüz de olsa sabunlu halde otel resepsiyonuna inecek kadar ayı biri yoktur.


hala Arog ile karşılaştırıyor.
arogda kişiler gerçek, mekan ve olay senaryo.
ama ivedikte kişiler de gerçek değil. Canlandırılan tip gerçek bir kişilikten çok uzak.
Ama Arog daki Arif karakteri bildiğin Türk insanı. Çık sokağa bak ivedik gibi birini mi bulursun Arif gibi birini mi?

Ayrıca Arogda logar gelince arifin ıslıkla taksi çağırmasına hepimiz "kaçacak" sandık ama o taksiden bir sopa aldı.
bu da o dönem taksicilerin sürekli tedirgin dolaştığı zamanlara bir gönderme idi.
çok taksi cinayetleri olmuştu ve taksiciler araçlarında sopa taşıyorlardı.
Tabi sen bunları anlayamazsın.

Sen kendine gülmek için bir ayıyı referans alıyorsun ben ise espiriyi referans alıyorum.
Aramızdaki fark bu.
Ben asla bir cahil bir insanın hareketlerine gülmem ama sen gülüyorsun.
bu gülme olayı o cahil insanı aşağılamaktır.
ben kişilere değil espirilere gülüyorum.
Sen bu espirileri anlamıyorsan gülmemen çok normal.
cemaatsiz imam
02-08-11, 06:39
bu ülkede an itibarı ile, film-dizi-konser vb üretkenlik üzerine kalite tartışması yapan (şu dizi-bu film iyi veya seyredilir vb.) kişinin, ya aklından ve bilgisinden şüphe ederim.
Elif.
06-08-11, 16:31
İnsanı izledikleri, güldükleri, verdiği örneklerle tanırsınız.